Köy, Suskunkayalık’ın önündeki tepeye doluşan kalabalığın ardında kalmıştı. Çığırtkan İsmail’i duyanlar işi gücü bırakmış, tepeye seğirtmişlerdi. Soluk soluğa patikayı çıkan herkes kendine bir yer bulmuştu. Sessizdiler. Yerde boylu boyunca uzanan at, bembeyaz bir melekti sanki. Başından burnuna doğru bir şelale gibi akan kahverengi tüylerin kenarındaki gözleri canlı gibiydi. Sol arka bacağının orada, tıpkı başındaki gibi avuç içi kadar bir kahverengilik vardı. Seğiriyordu. Bir kadın kendi kendine, “Çok güzel,” diye fısıldadı. Duymuşlardı. Başlar sallandı. Herkesin yüzünde, “Böyle dipdiri bir at ne diye ölür ki?” ifadesi vardı.
***
“Gel,” sesiyle birlikte gıcırdayarak açılan kapıdan içeri girdi. Elindeki tavuğun tüylerini yolmaya uğraşan Hasret Kadın, oğlana baktı. Güneş ışığı, küçük pencerelerden içeriye sızıyordu. Evlerin içi öğleyin bile hafif alaca karanlık olurdu. İki gözü gören birisinin bile karşısındakinin yüzünü zor seçtiği evlerde, bir gözünü küçükken kaybeden Hasret Kadın’ın zor gören diğer gözüyle gelenleri tanıması çok zordu.
“De bakayım oğlum, sen kimsin?” diye sordu.
“Elekçi Esma’nın oğlu Ahmet’im,” dedi çocuk.
“Söyle bakayım Ahmet, ne diye geldin?”
“Annem dedi ki, bir muska hazırlayıverecekti. Sor bakalım hazır mıymış?”
Hasret Kadın’ın yüzüne bakmaya korkan oğlanın başı eğikti. Konuşurken bile kaldırmıyordu. Tüy yolduğu eliyle duvarı gösteren Hasret Kadın, “Ha, orada sarkan ipi alıver,” dedi ama ona bakmayan çocuk, ne yapacağını bilemeden kaldı. Şöyle etrafa bakındı ama bir şey göremedi. Mecburen kadına doğru baktı. Bakmasıyla da elin gösterdiği tarafa dönmesi bir oldu. İpi görünce hemen aldı. Ucunda muska vardı. Bir şey demeden çıkıyordu ki Hasret Kadın, “Anana söyle de, onu boynuna takmasın. Gece yatarken yastığının altına koysun,” dedi.
Yolduğu tavuğu bir kenara bırakıp tüyleri bir bezin içine doldurdu. Bohça yapıp, divanın üzerine bıraktı. Tavuğu ütüleyecekti. Bahçeye çıktığında karşılaştığı günışığı yüzünden gözünü kıstı. Küçükken gözüne gelen taş yüzünden mercan gibi olan sağ gözü parıldıyordu. Duvara istifli odunlardan birisini alıp ocağa yerleştirdi. Eteğinin iç cebinden bir kavla birlikte sarma tütün çıkardı. Önce sarmayı yaktı. Bir iki çektikten sonra odunu tutuşturdu. Ağzında tuttuğu sigarayı bırakmadan tavuğu ütülemeye koyuldu. Çıkıkçı Asım için hazırlayacağı tavuğu ütüledi. Bir tencereye koydu. İçine su doldurdu. Yanan ateşi besledi. Kazanı üzerine koydu, eve girdi.
Az önce bıraktığı bohçanın yanına oturdu. Yazmasını açmasıyla birlikte bembeyaz saçları beline doğru aktı. Önüne aldığı saçlarını örmeye koyuldu. Ağır ağır örerken saçlarını, kör gözünde bir sancı hissetti. Camının önünden hızla bir gölge geçti. Çığırtkan İsmail olmalıydı bu. Ahrazdı ama köyün de habercisiydi. O köyün içinde deli gibi dolanmaya başladığında yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu herkes anlardı. Tekdüze çıkardığı ses bir nevi ağıt gibi olmasının yanında çığlığa benzediği ve tellal misali herkese haber saldığı için adını çığırtkana çıkarmışlardı. Onunsa hiçbir şey umurunda değildi. Sadece kendini gördüklerinde, onlara bir haber vermek istediğini anlamalarına sevinirdi. Ne hikmetse iyi ya da kötü her haber Çığırtkan İsmail’den gelirdi.
Sidikli Ahmet’in önünden hızla geçip gitti. Sidikli buna bir güzel sövdü. Arkadaş olsalar da sövmekten geri kalmazdı. Sövdüğü kişi duymadığı müddetçe herkese söverdi. Babasına bile. Çığırtkan köyü bir kez dolanıp herkesin kendisini gördüğünden emin olduktan sonra Hasret Kadın’ın kapısının önünde durdu. Kapı açıldı. Hasret Kadın hâlâ saçlarını örüyordu. İsmail’in geldiğini daha kapının önündeyken anladıydı. Ki daha gölgesi camın önünden geçerken biliyordu kendisine geleceğini. Örme işini bitirdi, saçlarını başının etrafına sararak sabitledi. İsmail bekliyordu. Ona baktı. Bahçeye çıktı. Odunların üzerine su döktü. Kazanı alıp içeri getirdi. Hasret Kadın çıkmaya hazırdı.
Buğday tarlasının ortasındaydı. Hafiften esen rüzgâr başakları dalgalandırıyordu. Köylüler, buğdaylara zarar vermemek için oraya gitmemiş, merakla izliyorlardı.
“Bu kaçıncı?” dedi Elekçi Esma.
“Öyle,” dedi Çoban, “bu aralar köyde bir musibetlik var amma hadi hayırlısı bakalım.”
“Ağzını hayır aç Çoban. Ne musibetliği olsun,” diye azarlayan Topal Dedeydi.
“Dua edin Hasret kadın gibi bir nimetimiz var. Ha, onun nasibi pek iyi yazılmamış ama ona da bizlere hizmet etmek düşmüş,” diye sözlerini tamamladı.
Hasret Kadın geliyordu. Suratı sirke satıyordu. Yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğu aşikârdı. Kalabalığın yanına gelince, “Ne oldu?” diye sordular. “Geri gelmek istemiyor. Bile isteye yapmış. Ne yaptıysam geri getiremedim,” dedi. Kalabalığı yararak köye doğru gitti. Bu intihar eden üçüncü attı. İlkin Suskunkayalık’ın oradaki beyaz atı hemencecik geri getirtmiş, at yalpalasa da kendine gelebilmişti. Şimdi köye yerleşmiş, kimin ihtiyacı olsa ona gidiyordu. İkincisiyse Ağlak Dere’nin oradaki siyah attı. Biraz uğraştırmış ama geri gelmişti. O ise ayaklanır ayaklanmaz dereyi izleyerek çekip gitmişti. Buğday tarlasındaki kahverengi at ise gelmeyi kabul etmemişti. Köylüler arkasını dönüp giderken toz tanecikleri halinde gökyüzüne doğru dağılıyordu.
Herkes evine varmak üzereydi. Birden toplanmaya başlayan kara bulutlar, gürlemelerle birlikte damlalarını köye doğru salmaya başladı. İlk damlanın başına düştüğü beyaz at, ıslanmaktan çok gürültülerden korkmuştu. Soluğu Hasret Kadın’ın kapısında aldı. Kapı açıldı. İçeri girdi. Çığırtkan’ın bitlerini ayıklayan Hasret Kadın, atı görünce İsmail’i doğurduğu geceyi hatırladı. Gene böyle fırtınalı bir gece gelen sancılarla doğurmaya başlamış, kimseye de sesini duyuramamıştı. Çocuk doğduğunda ölüydü. Getirmeye çabaladı. Olmuyordu. Anlamıştı. Gelecekti ama ahraz olacaktı. Bir süre düşündü. Her şey olacağına varırdı.
İçeride daha da büyük görünen at kapının önüne yatmıştı. Bit ayıklamayı bitiren Hasret Kadın oğlanı divana yatırdı. Ocağa odunları yerleştirdi. Tutuşturdu. Tam pişiremediği tavuğu ocağa koydu. İçinde tavuğun tüylerinin olduğu bohçayı aldı. İğne iplikle tüyleri ipe dizmeye koyuldu.
Yağmur hiddetle yağarken sular sel olmuş akıyordu. Evler görünmez olmuş, gize karışmış gibiydi. Elleri dizlerinde duran insanlar, yağmur dinmeyecek gibi tedirgindi. Kuşlar tek bir çatıya, börtü böcek evin içine doluşmuştu. Ocaktaki ateşin aydınlattığı odada, Hasret Kadın hariç, herkes uyuyordu. Usulca dışarı çıktı. Elindeki yemeği Çıkıkçı Hasan’a götürmek üzere Suskunkayalık’taki mağaraya doğru yola koyuldu. Suların her yeri kapladığı çayırda, attığı her adımda kupkuru bir yol açılıyordu.
Ne doğduğu günü, ne büyüdüğü zamanı ne de anne babasını bilen köy halkı, Hasret Kadın’ı, Çıkıkçı Hasan’ın gözüne attığı taştan sonra tanımıştı. Gözünden akan kanlara, çektiği acıya aldırmadan öylece bakan Hasret, herkeste derin bir korku oluşturmuştu. Diplerden gelen sarsıntıyla beraber herkes oraya buraya kaçışırken o hiç kımıldamamıştı. Sarsıntı sona erip de hâlâ aynı durmakta olan Hasret’e baktıklarında tek gördükleri, kanayan gözünün cam gibi bir bilyeye dönüştüğüydü. Bebeği olmadığı için üzülen bir kadının başını okşayıp “Korkma. Bebeğin yolda,” dedikten ve kadının hamile olduğu anlaşıldıktan sonra ondaki kerameti anlamışlardı. Bir gün kucağında bebeğiyle gezinmeye başladığındaysa kimse ne sorguladı ne de yargıladı. Hamileliğini hiç fark etmemişlerdi. İsmail’i kendi bebekleri benimsediler. El vermekten geri kalmadılar.
Çıkıkçı, yediği halttan dolayı o köyde barınamadı. Bir gece usulca köyü terk etti. Bir daha da kimse ondan haber alamadı. Sakalları dizlerine ulaşana kadar da geri dönmedi. Döndüğündeyse köylüler görmedi. Suskunkayalık’taki mağaraya sığındı. Ölene kadar da ona Hasret Kadın baktı. O yüzden onun yanına gideceği her zaman, göğün yere inecek gibi olması olağandı.
***
“Gene mi?” dedi kadın. Başını salladı oğlan. Bu kaçıncıydı. Sayısını unutmuştu. Çığırtkan anasına, kayalıktan atlayanları hiçbir zaman anlatamadı. Ağlak Dere ve Buğday tarlası dışındaki atların hepsi kayalıkların orada bulunmuştu. Çıkıkçı’nın ata dönüşen bedeni oradaydı. Suskunkayalık’ın oraya vardığında anladı Hasret. Geri durdu. Tüm gözler üzerindeydi. Uzun süre konuşmadı. Kimisi merakla bakıyor, neden uzak durduğunu sorguluyordu. Otuz yıldır hiç kapanmayan cam gözü kapandı. Çığırtkan, “baba,” dedi. Kadın, yanına gelen beyaz ata bindi. Gitti.
Özdemir Toprak