Mustafa Horasan’ın “Tavşan Kaç, Tazı Tut” adlı sergisi 4 Aralık 2019 ile 2 Ocak 2020 tarihleri arasında Ferda Art Platform’da görülebilecek. Şair Olcay Özmen’in, bir kısmı sergi kataloğunda da yer alan “Horasan Resmi” ile ilgili yazısını sunuyoruz.
Bahçedeki Müşürler ve Narvallar: Horasan Resminde Olaylar
Her şey ya da benim için birçok ‘şey’in başlangıcı, 2002 yılının Ekim ayına rastlıyor. Nereden çıktığını bilmediğim ve nasıl tanıştığımızı hâlâ hatırlayamadığım Evrensel Kâmil, bir sabah, ayazını da koltuğunun altına sıkıştırarak kapımı çalmıştı. Kuşların henüz esnemeye başlamadığı bir vakitti. Öyledir, kuşlar esnemediğinde gün de başlamaz. Elinde Leylâ Erbil’in Cüce’si. Bu kitap senin, dedi, çayını yudumlarken. Cüce? Kuşlar? Zenîme? Esnemek? Yeni bir kitabı elime aldığımdaki refleksle, arka kapağını çevirdim hemen. “kimsede bulamadığım dokunmalarla ve günlerce en görkemli sevişmesini gerçekleştirdiğimizi sandığımız dünyanın şimdi rahmetli olan sonsuz özlemiyle uzandım ıssız yatağa.” betiği alıntılanmıştı. Evrensel Kâmil’in hediyesi, bende ‘rahmetli olduğunu’ zannettiğim bir dünyanın kapısını aralamak ile kalmamış; bir ressamı da, ikinci bir ‘hediye’ olarak sessizce yanında getirmişti. Kitap kadar, içindeki resimler de yeni bir dünyanın bir yerlerde olduğu fikrini bana tekrar hatırlattı. Bu ‘yeni dünya’ya birazdan döneceğiz.
Horasan’la tanışıklığım da böylece başlamış oldu. Yıllarca kitap kapaklarından, sergilerden, farklı işlerinden takip ettim. Ama hep uzaktan. Uzağın, eğer istendiğinde, ne denli yakın olduğunu bilmiyordum o yaşlarımda elbette.
Bazı kitap kapaklarında uzaktan onu gördüğümü zannedip künyesine baktığımda, haksız olmadığım bir gururla kendime kahve ısmarladığım günler bile oldu.
Sonra nasıl olduğunu anlayamadığım bir cesaret ile aşağıdaki ‘hikâye’yi yazdım bir gün. Sanırım ‘ölüm’le tekrar tekrar hesaplaştığım bir dönemdi. Ben resimlere sığınıyordum böyle vakitlerde. Herkes bir şeylere tutunur, tutunmak ister. Ve yazarken ki cesaretimden daha fazlasını, içimde bir yerlerde olduğunu zannettiğim bahçeden araklayıp Horasan’a gönderdim. (Bu ‘bahçe meselesi’ne de birazdan döneceğiz.) Hâlâ karşılaşmamış, tanışmamıştık. Tanışmak da gerekli değildi tabii ki. Adresini el yordamıyla bulmuş, ulaşıp ulaşmadığını öğrenmek için de adresimi ve telefon numaramı mektubumun sonuna eklemiştim. Aradan birkaç gün geçmiş, gönderdiğim mektubun koyuluğunu çoktan unutmuştum. Bir ağustos gecesi balkonda oturmuş, nadir ağustos esintisinin keyfini çıkartırken telefonum çaldı. “Ben daha yaşamak istiyorum ama!..” diyen bir kahkaha, ardından da… Horasan olduğunu anlamıştım, karşımdaki sesin. Uzun zaman geçmesine rağmen, o konuşmanın virgülleri dahi hatırımdadır. Metni ‘kendim için’ yazmış, bir süre onunla oyalanmış, ardından ‘özne’sini hatırlayıp, metinden haberdar olmasını istemiştim. Ulaşıp ulaşmayacağını da bilemiyordum.
Metin ya da hikâye, aşağıda…
Mustafa Horasan’ın Öldüğü Gün
Sabahları günlük gazeteleri büyük bir sıkılganlıkla okurum. O sabah da öyle oldu. Genellikle ilk sayfaya bakmam. Üçüncü sayfa ve spor haberlerine göz atıp bulmaca ekine gömülürüm. Yine aynı sırayı izleyecektim, ta ki ilk sayfanın sağ en alt köşesindeki haber gözüme çarpana kadar. Mustafa Horasan’ın bilinen bir tablosu vardı görselde. Altında da ünlü ressamın, Feneryolu’ndaki atölyesinde boyalarını karıştırırken yoğun tiner kokusuna bağlı olarak gelişen ani bir ciğer fonksiyonu sonucu öldüğü yazıyordu. Ne yalan söyleyeyim, üzüldüm tabii. Mozart’ı açtım ve son sesine kadar yükselttim hoparlörü. Leylâ Erbil’in Cüce’sini okumaya başladım. O an elimden başka bir şey gelmiyordu. Çevremde Mustafa Horasan’ı tanıyan pek kimse yoktu. Üzüntümü paylaşabileceğim de. Yine de adettendir diyerek akşamüzeri uğradığım pastaneden mahalledeki çocuklara dağıtmak için biraz tatlı aldım. Soranlara, bir yakınımı kaybettiğimi söyleyip geçiştirdim. Yakınım mıydı, elbette hayır. Bazı kitap kapaklarında ya da kitap içindeki görsellerde, şu fakiri bir coğrafya atlasında gezdirmişliği ve renkleri onunla yeniden sevdiğimi düşünürsek, evet, yakınımdı da. Yine de, bir oyuncunun sahnede ölmesi gibi, tiner kokusu yüzünden ölmesi, buruk olsa da gururlu bir ölüm izlenimi yaratmıştı bende.
Takip eden hafta sonu arkadaşlarla rakı içmek için buluştuğumuzda, üçüncü dubleyi geçmiş olmamın etkisi ile meyhanede ayağa kalkıp “kadehimi geçen hafta aramızdan ayrılan ünlü ressam Mustafa Horasan için kaldırıyorum,” demiştim. Diğer masalar, anasonun dumanıyla izlediler beni. İstemsiz bir şekilde, birkaç masadan kadehini kaldıranlar ve acımı paylaşanlar da oldu. Arkadaşlarım da, ben de şaşırmıştım aslına bakılırsa. Böyle bir ‘korsan eylem’e kalkışmam, kendi halinde ve utangaç sayılabilecek benim gibi biri için çok büyüktü. Bu ‘korsan eylem’in ardından iki ay kadar geçmişti, Moğolistan’dan yeni dönmüştüm. Kapıda beni bekleyen bir sürü banka ekstresi, reklamlar, abone olduğum bir-iki dergi. Bir de büyükçe bir zarf, tanımadığım birinden. Bana kim mektup gönderirdi ki zaten.
Zarfı açtığımda gözlerime inanamadım. Ünlü ressamımızın miras işlemlerini yürüten hukuk bürosu, ressamın yıllar öncesinde bir sözleşme hazırlattığını, ani bir ‘son’ olursa, ve eğer hala satılmamış ise aşağıdaki adı geçen 10 tablosunun tarafıma verilmesini…
Ya biri keyifsiz bir şaka yapıyordu ya da mirasta adı geçen kişi ile isim benzerliğim vardı ve büyük bir karışıklık olmuştu. Hemen avukatı aradım. Doğum tarihim ve kimliğim ile bilgileri onayladıktan sonra, istediğim zaman gelebileceğimi, tabloların Feneryolu’ndaki atölyede tutulduğunu, istersem adresime de gönderilebileceğini söyledi.
Hâlâ aklım almıyordu. Mustafa Horasan beni nereden tanıyordu ve tanısa dahi onca tabloyu neden bana ‘hediye etme gereği’ duymuştu. Neden neden neden? İş yerimden iki gün izin alıp İstanbul’a, avukatın yanına gittim. Oradan atölyeye geçtik. İmzalamam gereken evrakları imzaladım. Küçük bir kamyonet tutup eve getirdim tabloları. İnanamıyordum olanlara. Avukat, tüm ısrarıma rağmen, bu tabloların bana bırakılma nedenini söylemedi, bilgisi ‘kesinlikle yokmuş’.
Kabullenmek zorunda kaldım durumu ve hoşuma da gitti…
Kırmızı saçlı, sakallı bir ihtiyarın olduğu tabloyu çok sevmiştim. Kitaplığımdaki boş duvara yerleştirdim. Yanındaki masanın üzerinde çıkını vardı ihtiyarın. Köpek kafası olduğunu zannettiğim bir hayvan başı, yere doğru bakıyordu tabloda. O akşam, bütün saatleri bir kenara ayırıp tabloyu uzunca seyrettim. Çerçevenin sağ altındaki bir çıkıntı, dikkatimi çekti onca bakınca. Yaklaştım. Kabartmaya benzer bir figür vardı, turuncu ile açık kahverengi arasında. İşaret parmağımın ucuyla sürttüm elimi. Hoş da bir kokusu vardı. Tadını daha iyi anlayabilmek için parmağımı dilime dokundurdum.
2008 yılıydı. Ressamın ‘Sahip Olmak’ başlıklı bir sergisine gitmiştim. Yanımdaki arkadaşımla beğenmediğimiz bir tablonun şakasını epey uzattığımızı hatırlıyorum. O sırada galeride kimse olmadığını zannedip rahat konuştuğumuzu da. Meğer Horasan, bir köşeden arkadaşımla beni gizlice dinlemiş. Daha o gün kafasına koymuş. Kötü bir niyetim yoktu gerçekten. Olsa ne olurdu ki… Horasan da böyle davranacak, kin güdecek biri değildi. Olmaması gerekirdi. Bu resimleri yapabilen biri, nasıl böyle bir şey yapabilirdi. Olan olmuştu işte.
Galeriden çıkınca bizi takip etmiş arkadaşımla. Gereksiz şakayı en çok ben yaptığımdan, özellikle beni izlemiş, kim olduğumu öğrenmiş. Bir gün öldüğünde, bu tabloları bana ‘miras yoluyla’ bırakmayı düşünüp avukatıyla bir sözleşme imzalamış.
Sonunda, ‘sahip olmuştum’ Horasan’ın tablolarına. Gözlerim yavaşça kapanıyordu. Köpek başı, tablodan ağır ağır çıktı. Kolumu kaldıracak halim yoktu. Dilime götürdüğüm parmağım, her şeyin başlangıcı olmuştu. Horasan’ı öldüren tiner kokusunu içimde hissediyordum giderek. Telefonuma uzanabilsem, yardım çağıracaktım. Dilime, ağzıma, ardından bütün gövdeme bir uyuşukluk yayıldı. Yere uzandım. Adı olmayan köpek, yanıma geldi. Köpeğe bir isim düşündüm o anda. Meyhaneye gidip kadehimi yine kaldırmak istiyordum. Arkadaşlarımın bana şaşırmasını. Koyu kahverengi oldu her yer. Kızıla döndü. Kızıl demeyi ne severdim. Sahip olmuştum sonunda. Ama neye, kime? Horasan da böyle isterdi sanırım. Görüntüler iyiden iyiye beyaza dönüşürken, sahip olduğum şeyin kendim olduğunu anladım. Geç fark etmiştim ancak böylesi daha iyiydi, daha güzeldi.
Köpeğe Jojoba adını verdim.
Bir dürtmeyle kendime geldim, ‘Aramıza hoş geldin’, diyen Horasan’dı.
Hoş bulduk…
‘Hikâye’nin bu kısmı burada bitiyor. Şimdi asıl meseleye geçelim, beni bu ressama yakınlaştıran nedenlere…
Bir imge, kompozisyon, nasıl adlandırılırsa bu, örneğin bir bahçe. Bu tablodaki geniş bir bahçe. Horasan’ın bahçesi ise bu, size asla bir bahçe resmi ‘çizmez’. Bir bahçe, asla bir bahçe değildir! Bahçeyi sizin yapmanız için gerekli renkleri, desenleri, figürleri verir. Bahçenin çiti yoktur, tel örgüleri de. Çiçekler mi? Adını daha önce duymadığınız bilmediğiniz, hiç dokunmadığınız, koklamadığınız çiçekleri gösterir. Onların nasıl bir toprakta, hangi saksıda duracağını. Pencereden giren ışığın açısına göre, odanın neresine koyduğunuzda sizinle konuşacağını. Sadece bunlar da yoktur. İlkinde şaşırmanız normaldir. Verandası olmayan evlerin tedirginliğine benzer bir duyguyla karşılaşabilirsiniz bu resimde. Her sözcüğün farklı bir yazı fontuyla yazıldığı bir paragrafta, onun el yazısını uzaktan ayırt etmeniz bu yüzden kolaydır: Çiçeği, fidanı değil de altındaki toprağı gösterir size. Bahsetmeye çalıştığım ‘göstermek’, salt bir anlatımcılık ile karıştırılmamalı. Arkasında, altında duranı anlatma çabasıdır.
Bir çiçeği resimlemek kısmen kolay bir tekniktir. Bahçedeki / saksıdaki rengârenk çiçekleri, bir kompozisyonun içine ekleyebilirsiniz. Ancak bu resimlerde yanı başındaki ‘yabani’ otları da, bu çiçekler ile birlikte oracıkta görebilirsiniz, ‘yabani otlar’ o kompozisyonda olmasa da…
Kırmızı köpeğiyle dolaşan yeşil şapkalı mavi bir kadın verandaya doğru yürüyebilir her an o bahçede. Kadının neden mavi olduğu sorusu ortaya çıkar böylece. Bu bir maviyse ve bir kadınsa tabii ki. Aslında ne kadın oradadır ne de verandaya doğru yürüyen kırmızı köpek. Biri köpeği öldürmeye çalışıyordur, siz bunu mavi çitlerin arkasından izlemek zorunda kalmışsınızdır. E hani ressamın bahçesinde çitler yoktu? Evet, hâlâ yok. Bahçeye / avluya / mekâna tel örgülerin ardından bakmaya alışmış siz (biz), içimizdeki çiti ‘hikâye’nin içine sürüklediğimizi fark ederiz. Horasan’ın yarattığı / çizdiği dünya, biraz buna benziyor. Siz natürmortla başlarsınız, şeftalinin üzerine ters bir ışık düşüyordur, üzüm yas tutuyordur, elmanın yarısı yağmura yakalanmadan eve yetişmeye çalışıyor… Derken bu meyvelerin içinden, birden ‘ölüm’ beliriverir.
Buradaki Ölüm (Evet, büyük harfle), bir son duygusu da değildir. Zordur, erkendir ama sıradandır, hepimizin başına gelebilecektir. Ölüm’ün ya da ‘sonlanma hissi’nin tanımlanma şekli bana ait değildir; bu ‘hikâye’lerdeki bir kesitten, size (bize) gösterdiklerinden alıntıdır.
Kim mi vardır bu resimlerde? Soru, aslında bir ‘kim’seye sıkıştırılamayacak kadar geniş zaman kipindedir. Doğrusunun “Neler vardır bu resimlerde?” diye olması gerekir.
Oyunlara alınmayan ve kenarda bile isteye bekletilen çocuklar vardır. Yanı başındaki ağaca yıllar önce küsen ve aradan hayli zaman geçtiği için neden küstüğünü unutan bir çalı vardır. O ağaçlardan düşen kuru yaprakları sesinde toplayan ve bunu alışkanlıkla yapan bir rüzgâr, ses tellerini üşüttüğü için şarkı söyleyemeyen bir yeniçeri, askerlerine emir vermekten utanan bir komutan, çekmeceyi kapatırken kollarını sıkıştıran bir mürekkep balığı, karasevdaya düşen bir böğürtlen, dört başı mamur bir ada, anakaraya bağlanmak isteyen hüzünlü ve bir o kadar da umutsuz bir göl, tek başına kalmaktan korkmaya başlamış deniz feneri, yıllar boyunca meşhur olmaya çalışmış ve olamayınca da intihara sürüklenmiş bir nahiye, düşse de kalkmayı öğrenen bir şilep, sürekli el üstünde tutulmaya alışmış kraliçe arı, o büyük dağların zirvelerini göstermek istemeyen bulutlar, bulutlar yüzünden nazlı zannettiğimiz dağlar, hırçın dağların gizli geçitlerinde saklanmaya çalışan eşkıyalar, o eşkıyaları gitmeye sürükleyen nedenler, öfkelerine yenik düşen ama hep yenik erkekler, atlarla sevişmek isteyenler, ellerindeki sapanla gökteki yıldızlara nişan alanlar ve yıldızları vurduğunu düşünüp geceleri rahat uyuyanlar, kuzeye gitmek isteyen fakat pusulası bozuk olduğundan bunu beceremeyenler, zaten hiç gidemeyenler, zaten dönemeyenler, şehirlerarası yolculuklardaki molalarda buğulu otobüs camlarından gördükleri kızlara âşık olan yeniyetmeler, yine kimsenin gitmediği, gidip de dönmediği yerler, sorguya alınanlar, sorgucular, içinde beslediği atların terkisinde yaşayan seyisler, samanlıkta sevişenler, samanlıkta sevişenleri dikizleyen palyaçolar, inatla teknelerini bir vadide yüzdürmeye çalışan kaptanlar ve bu kaptanlara öfkeli miçolar, öfkeliler, pelikanların bir gün hepimizi kurtaracağına inanan atsızkarıncalar, köhne bir evin tahta merdivenlerinde uyumak zorunda bırakılan denizkızları, zorunda bırakılanlar, kolaydan kaçanlar, gökyüzüne bakıp bakıp ateşi gördüğüne inanan mavi serçeler, her an tuvali yarıp fırlayacak gibi hissettiren tahtakurtları, tırnaklarını yiyen karıncalar, tırnaklarını yiyen karıncaların bunu neden yaptığını sorgulamayan insancıklar, ölüme okuyacak uygun bir meydan arayanlar, ölümün okunduğu kasabalar, diğerinin omzuna başını koyup hüngür hüngür ağlayan köpekler, içceplerinde taşıdıkları akçelerin birbirine çarptığındaki sese inanan sadrazamlar, dünyadaki bütün kırlangıçları vurmak isteyen avcılar, dünyadaki bütün kırlangıçların yaşamasını isteyen dülgerler, işi gücü Taşköprü yapmak olan yontucular, sürekli aynı yere düşüp dizlerini kanatan çaresiz çocuklar, kabuk bağlamayanlar, kabuklarını kıranlar, eşanlamlılar, canı sürekli helva çeken faytoncular, kimseye eğilmeyen meşeler, sağıra sözünü-köre yüzünü süslemeyenler, Bekir’lerin tuzsuz ve deli olanları, yağmurdan ve ıslanmaktan zevk alan keçiler, dünyanın en iyi favalarını ve humuslarını yapan fakat arkadaşından aldığı borcu hala ödeyemeyen meze ustaları, köydeki kargaların ve kelebeklerin yerini ezberleyen muhtarlar, topaç yerine fırdöndü / pırfangaç / kirildek ya da dönergeç diyenler, tahmin edilir olmak istemeyen büyük memeli kadınlar, bir türlü uçurulamayan bir uçurtmanın kefaretine inanan yakışıklı lodoslar, gökkuşağını taklit eden tavus kuşlarıyla aynı rüyaya yatmak isteyenler, parantez açmayı seven berber çırakları, cenazesi belediye tarafından kaldırılan zangoçlar, yaka cebindeki çiçek solmasın için onu içi su dolu minik bir kavanozun içinde taşıyanlar, istiskal ustası zencefiller, birazdan ‘bir gül için bülbül giymiş karalar’ı söyleyecek olanlar, duvarları incitmek istemeyen çiviler, gizli özneyi açığa çıkarmak için varını yoğunu ortaya koyan yan flütler, yanında filintası olmadan yürümeyen kabadayılar, gülerken ağzını bir refleksle kapatanlar, sırtında yapışkan bir telaşla büyüyenler, ‘İnan sana değil kastım / Cahille muhabbeti kestim.” deyiveren, bunu dedikten sonra da bir güneş tutulmasına bizi şahit bırakan Veysel’ler, rivayete göre o sırada piyano çalanlar, halt eden kuşlar, muammalarını boynunda bir kolye gibi taşıyan yenilmişler, dutlara inanan hergele âşıklar, yazarken yapayalnızlar, Talatpaşa yoluyla Basmane-Alsancak gidenler, bir şehri yüz defa söyletmeyen Marika’lar, miskinler, tekkeler, bazı müesseseler, yürek burkan bir derinliği olanlar…
Bu resimlerde figür elbette önemlidir. Karakter, tip, kaybeden kahraman, sadece kahraman, en iyi yardımcı oyuncu… adına ne dersek diyelim, hepsi iç içe geçmiştir. Yukarıda konu çeşitliliğinden bahsederken, çok mu ileri gittim diye sordum kendime. ‘İç içe’liğin fazla oluşu, resmi izleyenin algılarını, hayal gücünü genişletir. Genişlik de, ‘resme bakan’ın dünyasını dönüştürür. Giriftlik (burada ‘karmaşa’ da tercih edilebilir), renklerin / desenlerin bir araya gelmesinden oluşmamıştır yalnız. Hikâye, olay’ın içine sızıp kendi kahramanlığını ilan etmiş, kahraman geyik başlı bir canlının yaşadığı (yaşadığı tahmin edilen) acıların tamamını bir günde yaşamış, bu ‘acı’ kompozisyonun kahramanı gözükürken, sayfanın (tablonun) sonunda görevinden azledilip, kedi gülüşü olan bir fotoğrafın önünde yaşamaya mahkûm edilmiştir.
Bunları niye anlatıyorum?
Horasan size karanlık bir dünyayı anlatırken, ‘hikâye’lerinin çoğunda kaos hâkim iken, bunu salt imgelerle yapmaz. ‘Anlatılan karanlık’, çerçeveye bakanın içindeki karanlığa bağırır.
Işık mı?
Mavi köpeğiyle akşam yürüyüşüne çıkmış kırmızı kadın, size az sonra onun hangi verandadan geldiğini fısıldayacaktır.
Olcay Özmen
Bir çırpıda okudum. Ne güzeldi. Renkleri okumuş gibi oldum. Yani evvelden dünyayı görmüş sonra kör olmuş biri sergiyi izlemiş gibi olur. Valla tebrikler