Yine yorucu bir geceye hazırlanan garsonların bezgin bakışları arasından, bir şeyden kaçar gibi girdi kapıdan. Durdu, etrafa bakındı kuşkulu, kararsız. Birkaç adım atıp boş masalarda arandı. Görünce, yüzündeki endişe silindi. Adam ayakta karşıladı. “Çok özür dilerim, geciktim.” dedi başını yana eğerek. Göğsü inip kalkıyordu. Cevabı hazırlamıştı adam, “Önemi yok canım, geldin ya…” Biraz mesafeli sarıldılar. Sandalyeyi, onun oturabileceği konuma getirirken uzun saçları yaladı yüzünü. “Affedersin.” dedi yarım dönerek. O anda, adamın kokusunu içine çektiğini göremedi. Zarif bir hareketle kolundaki ince hırkayı sandalyenin arkalığına astı, oturdular.
Kuytuda bir masa seçmişti, iki kişilik. Kadın soluklanmış, biraz rahatlamıştı. Akşam telaşını atlatıp yerine ulaşanların sakinliği oturdu yüzlerine. “İçeriz dimi?” Meyhanede sorulacak şey mi bu şimdi? Salaklığına kızdı. Neyse ki “İçeriz, içeriz.” dedi kadın neşeyle. Sonra utanmış gibi, ellerini masadan kucağına aldı usulca. Adam, küçük ellerin masadan kayboluşunu izledi kaş altından. Bir an, fark etti mi acaba diye düşünüp kızardı. Seviyor beni hâlâ; yoksa niye gelsindi. “İstersen şarap içelim, rakı sevmezdin sen.” dedi adam. Bir an kararsız kalmış gibiydi ki, “Yok, yok, rakı içelim bu akşam” derken keyifli bir tını vardı sesinde. Kavun, beyaz peynir ve deniz börülcesi söylediler; bir de ufak.
Kadehleri yan yana, birbirine değecek şekilde koyarken gözleri ellerini aradı. Şişeyi açarken kırılan plastiğin çıtırtıları serpildi masaya; söze bir türlü girememenin sıkıntısıyla karışık. Sonra, ahenkle akan rakının şırıltısı, çıtırtıları siler gibi oldu. Kadehlerdeki rakının eşit olduğundan emin olmak ister gibi bir kez daha baktı. Eşitti. Fırından çıkmış sıcak ekmek gibi anasonu çekti içine. Kapağını kapatıp kenara koydu. Ağır ağır su ilave etti üstlerine. Alkolle suyun karışımı, tango ritmindeydi. Şenliği seyre dalmıştı kadın. “Buz ister misin?” Boş bulunup irkildi. “İsterim, isterim… Lütfen!” Adam, buzları da koyunca söze nereden gireceğini düşündü. İkişer parça buz koydu. Tam kadehe uzanırken, “Biliyor musun, senden sonra rakıyı sevmeye başladım.” Adam bir an dondu, bir şey söyleyecekmiş gibi baktı, vazgeçti. Buz kovasını yana koydu. Ellerinin titremesi belli olmasın diye kadehi masanın üzerinden kaydırarak sürdü kadının önüne. “O mu sevdirdi?” dilinin ucundan döndü. Kadehini kaldırdı, “Güzelliğe!” dedi, inadına göz bebeklerine bakarak. Az daha, “güzelliğine” diyecekti. Yoksa öyle mi demişti? “Güzelliğe!” dedi kadın.
“Senden sonra”ya takıldı, ne diyeceğini bilemedi ve bir süre sustu. Kadın tabağındaki börülceleri eşeledi çatalın ucuyla, dalgın. Derinden gelen boğuk telefon sesini duymadı. “Telefonun çalıyor”, derken çenesiyle de işaret etti. Bu ânı bekliyor gibi çantasına saldırdı; içini arandı bir zaman. Kılıfından çıkarıp ekrana baktı, hemen kapatıp geri koydu. “Bankalar… “ dedi, “olur-olmaz arıyorlar işte.” Kıvırcık saçlı çiçekçi kız masadaki gerilimi hissetmiş gibi adamın omzunda bitti. “Yakışıklı abem, güzel ablama bi gül alasın be!” Duymazdan geldi. Alsa mıydı yoksa? Benden sonra ha! Ama herkesi arıyor bu yapışkan bankacılar… Yok, şimdi tuhaf kaçmasın… Gelmezdi o zaman… Gülü seviyor muydu? Hatırlayamadı… Kıvırcık umudunu kesip, göğsüne bastırdığı deste güllerle iki masa ötedeki neşeli çifte yöneldi. O muydu arayan?
Gülünceee, dudaklarııın…
“Kimse Zuhal Olcay gibi söyleyemedi bunu dimi?” dedi kadın.
“Efendim?”
“Şarkıyı… Kimse Zuhal gibi…”
“Ah, evet, öyle…” dedi anlamış gibi. Kadehinden küçük bir yudum alırken göz göze geldiler. Gözleri yine çok güzeldi. Bankacılar… Telefonlar… Yine çalmadan söylesem artık. Gülümserken kâkülü düştü yüzüne.
Ben dudaklarını, sense…
“Şşşt, kıvırcııık!” diye seslendi adam.
Servet Şengül