Salâh Birsel, on dört kitaptan oluşan 1001 Gece Denemeleri serisinin on birinci kitabı Kediler’de oya gibi işlediği denemeleriyle okuru gene diyar diyar dolaştırıyor. Colette’in kedilerinden el alıp kalemini Paris’in civcivli günlerinde Rousseau’nun Diderot, Grimm, Hume ve daha niceleriyle gelgitli ilişkilerine ve bu gelgitler arasında eserlerinin yazılma öykülerine uzatıyor.
Tanıtım bülteninden:
Salâh Birsel, on dört kitaptan oluşan 1001 Gece Denemeleri serisinin on birinci kitabı Kediler‘de oya gibi işlediği denemeleriyle okuru gene diyar diyar dolaştırıyor. Colette’in kedilerinden el alıp kalemini Paris’in civcivli günlerinde Rousseau’nun Diderot, Grimm, Hume ve daha niceleriyle gelgitli ilişkilerine ve bu gelgitler arasında eserlerinin yazılma öykülerine uzatıyor. Miller, Dali, Gurdjieff, Mishima, hayvanları insanlardan çok sevdiğini söylemekten çekinmeyen Axel Munthe sayfalar arasında arzı endam ediyor. Birsel, 1930’ların İzmir’ini, burada geçen çocukluk ve gençlik günlerini ise kahveleri, lokantaları ve müdavimleriyle, sonradan ünlenecek simalar eşliğinde sahneye sokuyor. En son da, yaşamı bir melodramı andıran şair Tokadizade Şekip gözlerimize bir damla yaş konduruyor.
Bu denemeler, Birsel’in kendi sözleriyle ifade edersek, kahve söyleşileri gibi daldan dala konuyor ya da başladığı yerde değil, başlamadığı yerde bitiyor.
“Çünkü her kedi, Colette’in gözünde bir erdem örneğidir. Ona göre sıradan kedi yoktur. Bahtsız, ikiyüzlülük yapmak zorunda kalmış, iyi anlaşılmamış kedi vardır. Şifa bulmaz bir insan yanılgısının alçak elle dağıttığı kedi vardır. Hiç gelmiyecek bir ödülü, bir anlayış ve acıma ödülünü bekleyen kedi vardır.”

Kitaptan tadımlık bir bölüm sunuyoruz:
Kediler
1957 Şubat’ının ilk gecesi bir adam, kısa boylu pijaması içinde, sabahlara değin Tarlabaşı Caddesinde “Ofelya, Ofelya!” diye çığlıklar atmıştır.
Bu adam Yeditepe dergisi yönetmeni Hüsamettin Bozok’tur ki, Tedü’lerin kendisine birkaç hafta önce armağan ettiği, dünya yakışığı bir kediyi evden kaçıp gittiği için aramaya çıkmıştır.
Kedilerin evlerden kaçtığı çok sayılmıştır.
Bugün denememize konuk inecek olan Bayan Kübra Ataman’ın Efe adlı kedisi de cızlamı çekmiş ve on bir ay hiçbir biçimde ortalarda görünmemiştir. Sonra da bir gün, mav mav mav, hiçbir şey olmamışçasına, kollarını sallaya sallaya eve dönmüştür. Şu var ki Bayan Kübra ona: “Kızım nerelerdeydin, nerelere saklandın?” diye en küçük bir sitemde bulunmamıştır. Kaldı ki sözleriyle onu çalı kuşağı etse bile Efe’nin ona karşılık vereceği çok su götürür. Kına adlı kedisine de hiç sitemi olmamıştır. Çünkü o da sırra ayak basmış, yalnız ondan önce Ataman ailesine Tilki, Samur, Rübina ve Minik adında dört yavru yapmıştır.
Fransız yazarlarından Paul Léautaud’nun kedileri de sık sık evden uzaklaşır. Sonra gelirler, karınlarını doyurup yine ortalardan silinirler. Nedir, Çinli adlı kedisi de firar oyunu oynadığında Léautaud hüngür hüngür ağlamıştır. Sonra da kendini PlessisPiquet Sokağına atarak her yeri tartak martak getirmiştir.
Léautaud tam bir kedicidir. Paris banliyösündeki evine uğrarsanız bir sürü kedi köpeğe raslarsınız. Günlerini, dışarda besinsiz ve barksız kalmış hayvanları düşünmekle geçirir. Mercure yayınevinde çalışırken sokakta, çarşıda yürürken aklı hep onlardadır. Onda öyle bir acıma duygusu vardır ki, bir kediye iki, üç kez yiyecek verse artık onun mecburu sayar kendini. Hele evdeki kedilerinin yatak, kanape, koltuk üstünde yaylandıklarını gördükçe kalbi sıkışır ve: “O berduşlar da şimdi burada halının üstünde olsalardı” diye hayıf yağdırır.
Kısacası yazarımız çok demez, yok demez, nesi var nesi yoksa tümünü kedilerine yedirir. Seine nehri kıyısındaki sahaflarda içini titreten bir kitapla karşılaşsa da paralarını kedilere saklamak için ona yaklaşmaz. Unutmadan, yaşamı boyunca sıcak bir sabahlık düşlediği halde kendini ondan da açıkta tutmuştur.
Léautaud kendini bir kız kurusuna, bir kedi-köpek anasına benzetir. Onlarla saklambaç oynar ya da yarışır. Onları Goncourt Ödülüne de yeğ tutar. Sevgililerinden de çok sever. Hastalandıklarında kafasının içi karışır. Bronşit olduklarında boyunlarını iyotlu pomatla ovar. Onlar da hasta olduklarını çaktıkları gibi kendilerinden esirgenmiyen özene de teşekkür atarlar.
Léautaud kedilerini çokluk etle ya da karaciğerle besler. Ciğerin kilosu 200 frank olsa da alınır. Çinli arada bir, birinci sınıf Bourgignon etiyle şımartılır. Riquet de beyaz tavuk etiyle sevindirilir. İlk kedisi Yuvarlak da hep ciğere ortak koşulmuştur.
Çinli’nin çenesi düşüktür. Mır mır mır, ağzı kapanmak bilmez. Efendisi çağırınca, dışarda da olsa, alap şalap koşar gelir. Ve yine mır mır da mır mır. Léautaud yatınca o da küçük vayvillimler ve çeşitli aryalarla kendini onun yanına atar. Yatak, kedilerin çoğuna açıktır. 28 Mart 1925 Cumartesi günü Günlük’te ayrıntılı bilgi harmanlanmıştır:
Hemen hemen her akşam Riquet gelir yastığımın üstüne yatar. Bibi arkamdadır. Laurent da ön tarafımda. Madam Minne ile Lolotte da ayakucumda. Şimdiler, eski kedilerimden sadece Bibi ile Laurent kaldı. Dün gece yattığımda Riquet yatağa gelmek için acele etti. Mırıldanmalar, tos vurmalar, başını yanağıma sürmeler gırlaydı. Boyuna bana sokuluyor, ya da benden geride duruyordu. Yüzümün içine girebilseydi, onu da yapardı. Bütün bu gösterilerden sonun sonunun uzak olmadığına vardım. Öylece uyumuşum. Gecenin birinde, uykumun ortasında uyandım ki Riquet yanımda yok. Elektriği yaktım. Döşemeye upuzun yatmıştı. Ama daha yaşıyordu. Aldım yine yastığa uzattım. Az biraz sonra, sabahın dört buçuğunda ölmüştü. Yatağımın yanındaki konsolun üstüne bıraktım. Büyük bir dost yitirmiştim. Akşamları dönüş saatimde, bahçenin parmaklığı önünde, beni bekleyen tek kedim oydu. Geç kaldığım zamanlar evle parmaklık arasında mekik dokurdu. Başka bir yerde gecelediğim vakit de, hizmetçim onu eve girmeye kandırmak için çok zorluk çekerdi.
Minnette de Léautaud’nun yatağında sabah yedide ölmüştür. Öbür kedilerde olduğu gibi de son soluğunda kalkıp dolaşmamıştır. Léautaud onu II. Dünya Savaşı sonrasında Luxembourg Parkından devşirmiştir. O da ona Çinli’yi doğurmuştur. Ne ki Çinli annesinin ölüsü eşyasız ve sobasız bir odaya taşındığında, vaaaşşş aman Allah, arkasını dönüp gitmiş, bir damla gözyaşı bile dökmemiştir.
Yazarımız, kimi kediler gece yarısından sonra gelir diye sokak kapısını 24 saat açık tutar. Sabahları da onların karınlarını iyice doyurmadan işe gitmez. Öğleyin de onlara bakmaya gelir. Bu yüzden her vakit işine yarım saat geç kalır. Yalnız 7 Ocak 1908 sabahı, bir kez Mercure’e tam vaktinde, saat 9’da yetişmiştir.
Denememizin önünü açmak için burada yeniden Bayan Kübra’nın kedilerine çağrı çıkaracağız. Kediler akşamları, Kübra’nın babası Bay Yusuf Ziya’yı tam bir suskunlukla beklerler. Kapının arkasında boylarına, güçlerine ve de aralarındaki aşama sırasına göre sıraya dizilmişlerdir. Kapının zili çaldığı vakit hiç oralı olmazlar. Çünkü Bay Yusuf Ziya’nın çalışını tanıyorlardır. Onun zile dokunduğunu işitir işitmez mav mav mav korosunu başlatırlar.
Doğrusu bir ara, Beylerbeyi’nde otururken, kedi patlaması olmuştur, içerde ve dışarda 15-20 kedi alay gösteriyordur. Evin kraliçesi de Gümüş’tür. Virna Lisi gibi süzgün bakışlıdır. Beylerbeyi’nden Paşalimanı’na taşınıldığında yalnız o alınmış, ötekiler bırakılmıştır. Gümüş akıllı ve insanseverdir. Gururludur. Hırsızlığı hiç saptanmamıştır. Bütün ev onundur. İstediği yerde, istediği gibi yatar. 1983’te yaşını doldurarak ölmüştür. Bir mevsimde Genç Osman, Efe, Duman, Mercan, Kül adında beş yavru armağan etmiştir ki Kül portakal rengi gözlü, mavi-gri tüylüdür. İran kedilerini andırır. Ne ki, Gümüş doğum yaptıktan sonra tüm yavrularına düşman kesilmiş, onlara merhabayı bile kesmiştir. Yemek tabağını da ayırmıştır.
Gümüş’ten sonra kraliçelik Cin Jackson’a geçer. Cin’in adını, cinliğinden ötürü Kübra’nın annesi Bayan Hazel Ataman koymuştur. Kübra ise ona, Amerika’ya yaptığı bir yolculuğun anılarına dayanarak Jackson adını bağışlamıştır. Böylece kedi Cin Jackson olmuştur. Siyah-beyaz kısa tüylüdür. Bir gözü mavi, bir gözü sarıdır. Mavi gözlü beyaz kedilerde görüldüğü gibi bir kulağı sağırdır. İki kez yavruladıktan sonra rahmi alınmıştır. Ne ki, yumurtalıklarına dokunulmadığı için hiç semirmemiştir. Sadece yaşı uzamıştır.
Kübra kedilerini çokluk istavritle besler. Ama Cin Jackson çiğ balık yemez. İşkembe hiç yemez. Karaciğerin de pişmişine yaklaşır. Bunun için Kübra tavuk ciğeri pişirir, ekmekle karıştırıp ezer. Öyle verir. Cin Jackson pastadan, krik-kraktan da hoşlanır. Oturunca bir paket Panço jipsini kıtır kıtır yer. Şamfıstığı, çikolata da yer. Baklava bulduğunda da kaçırmaz. Çok oyuncudur. Hiç tek durmaz. Koca koca patiler. Tasması da vardır. Kübra onu, köpek gibi tasmasından tutup Kuzguncuk’ta geziye çıkarır. O da Gümüş gibi burun asmaya bayılır. Evde yemek gecikse hiç müdahane etmez. Basıp gider. Yani hiç yılışık değildir. Ama hastalanınca bütün ev ayağa kalkar. Gece yarısı veteriner çağrılır. Gündüz de Selimiye’ye taşınılır. İğneleri yapmak da –eczacı olduğu için– Kübra’nın teyzesine düşer.
Kübra’nın kedileri de değişik adlar taşır: Portakal, Uzunçorap, Elsa, Boy Friend, Moris, Susam, Panda, Kütkuyruk. Bu sonuncusu adını, sokak kapısına kuyruğunun ucunu kaptırdıktan sonra alır. Bu işte Bay Yusuf Ziya’nın büyük yardımları olmuştur ki yardımdan sonra bütün ev halkı onun üstüne yürümüştür. Bereket, kuyruktan hiç kan akmamıştır. Duyduğu acı da –bu bilimsel olarak bilinir– anlık acıdır.
Kübra, Korsan adlı kedisine ebelik de etmiştir. Nedir, ebelerin şahinbaşı Fransız yazar Colette’tir ki Fanchette adlı kedisinin karnını nasıl boşalttığını şöyle anlatacaktır:
Fanchette sepetinin içinde titriyor, davul gibi şişmiş karnına kulak kabartıyor. Az biraz sonra yavrulayacağını çaktım. Gecenin çok geç saatinde de bir “mooooo” işittim. Koştum. Hızlı hızlı soluklanıyordu. Patilerini güç bela avuçlarımın içine bıraktı. Çok güzelleşmiş ve büyümüş gözlerle baktı. Sağa sola mırmırlar dağıttı. Birden avucumdaki patiler kasıldı. Yeniden bir sıkıntı “mooo”su. Melie’yi çağırmak için ayağa kalkmak istedim. Davranır davranmaz Fanchette de bitkin bir halde doğrulmak ve koşmak istedi. Bu, onun bir alışkanlığıdır. Korkuya kapılmıştı. Gitmekten caydım. Biraz iğreniyordum ama ona bakmamaya karar verdim. 10 dakikalık bir dinginlikten sonra durum yeniden ağırlaştı. Kâh kısa “frrr, frrr”lar, kâh korkunç “mooo, mooo”lar işitiliyordu. Gözleri çukurlarından fırlamıştı. Çırpınıyor, kasılıyordu. Başımı döndürdüm. Yeniden mırıltılar, hırıltılar. Sepet içinde boyuna yer değiştiriyordu ki bundan bir şeyler olacağını çıkardım. Zavallı kedi tek bir konumda kalamıyordu. Yeni bağırtılar. Patileri avucumu tırmalıyordu. Üç benzer evreden sonra tam bir dirlik, düzenlik. Fanchette iyisinden boşalmıştı. Küçük işlerini hale yola koymasına meydan bırakmak için kalktım, geceliğimle mutfağa, süt getirmeye seyirttim. Elimde fincanla döndüğümde harap ve türap durumundaki Fanchette’in yüzünde anne olmanın mutluluğu okunuyordu. Beyaz ve gülpembe karnının üstünde üç küçük yavru yeralmıştı. Kurşuni-siyah desenli üç sümsük analarının memesine yapışmıştı.
Burada kediler birbirine karışacaktır ama biz burada onları birbirine karıştırmamak için değil, fırk fırk eden olayları sıraya dizmek için bulunuyoruz. Diyeceğim, Kübra’nın bir de Tekir’i vardır. Beyaz üstüne kurşuni yamalıdır. Eli maşalı ve kurnazdır. Balıkları arkadaşlarının ağzından kapar. Yüklenip oda kapısını da açar.
İmdi sıraya ikinci konuğumuz Bayan Fatma Oran geçmiştir. Çünkü onun da Bekir’i –ki o da bir tekirdir– işgörür vezirdir. Musluğu ağzıyla açıp su içer.
Fatma, ünlü senaryocu Bülent Oran’ın kızıdır. Bülent, kızında kedi sevgisinin gelişmesi için her şeyi yapmıştır. Kurtuluş’ta otururlarken –apartmanın en üst katındadırlar– 17 kedi biriktirmiştir ki hayvancağızlar sık sık sokağa fırladıklarından günde birkaç kez sayılıyorlardır. Kimi zaman kedi saymaktan sinema saati bile kaçırılıyordur. Bülent’in Gayrettepe’deki kedisi Zubin Mehta’ya gelince, o gerçek bir sinir küpüdür. Boyuna ilaç yutturulur. Günde iki hap. Yola çıkılacaksa bir hap daha. Zubin’in ilk zamanlar arka ayakları tutmuyordur. Sevgiyle iyileşmiştir. Fatma onda, şizofreniye tutulanları düzlüğe çıkaracak bir güç de görür. Çünkü kedide öyle bir odak noktası oluşuyordur ki kendisiyle köprü kuran hastaların tümü salon dünya rekorunu kırarak altın madalya alıyordur.
Ama biz pertavsızımızı asıl Bekir üstünde tutalım.
O, Fatma’nın kibar nazlısıdır. Annesi Dostoyevski’nin Budala’sındaki Nastasia Filipovna’dır. Yani çok soyludur. Buna karşılık Bekir anasına hiç çekmemiştir. O, kaba sabadır. Arabesk’tir.