15-11-09 Putana & Hafız Orhan

I learned the word putana in the same age as Umberto Eco learned in Italian, his own language. Putana. Putana. Eşrefpaşa: Hayat okulu.

Kitap okuyucusu: Hafız Burhan’ın torunu Hafız Orhan. Bir kitabı baştan sona kelime kelime okuyup bitirmek, yüksek sesle, bu ne demektir? Sesli okumak ne demektir? Bir kitaba ses vermek, onu canlı hale getirmek ne demektir? Orhan, körler için bir alfabe olduğunu öğrendiğinde çocukluğunda, bunun Louis Braille adlı bir yabancı tarafından icat edildiğini ama kolaylıkla Türkçeye de uygulandığını, görmeyen vatandaşlarımızın o kullanışlı icattan yararlandığını öğrendiğinde körler için kitaplar okuyarak plaklar doldurdu. Okuduğu her kitabı bir kutsal kitap değerinde seslendirip bir kutsal metin gibi her kelimeyi, her heceyi, her harfi cümle içinde bir canlı gibi bir kitabın içindeki bütün harflerin mesela  bir karınca yuvasına giren karıncalar gibi olduğunu düşünerek okudu. Okuduğu her kitaba bir tat, flavor, bir aroma verdi. Bir can verdi yani sonuçta. Bu verdiği canla biz Orhanı bir edebiyat hafızı diye düşünüyoruz. Orhanlı beyi. Orhan Hafız değil, Hafız Orhan. Aynı zamanda lisede çok çalışkan olduğu durmadan kitap, mecmua okuduğu için de hafız diye takma adlarla anılmış, hafızlamak gibi fiillere layık görülmüş. Böyle bir hikaye. Bunu nerde duyduk biz? Bunu Umberto Eco’nun kitabını “sesli kitap” olarak dinlerken duyduk. Yanlış anlaşılmalar edebiyatı bizimki.

Marko Polo: Marko Polo’nun geçtiği köylerde geçtiği şehirlerde özellikle Anadolu’da kendisinden sonra gelecek olan Haçlılara bıraktığı izler, işaretler, gizlice gönderdiği parolalar, şifreler, haberler olduğunu biliyoruz. Bu onu tarihte bilinen, bilinen değil belki ama adı sanı şeceresi belli olan ilk casus yapıyor. Casusluk övünülecek bir şey değil. Özenilecek bir şey de değil casusluk. MİT, CIA, MOSSAD, KGB… bütün bunlar işkenceci. İnsanlığa ilişkin olumlu bir şey düşünebilmeleri mümkün değil. Sivil polislerin, yüksek rütbeli subayların çoğu da aynı. Tafralar, kendini üstün görmeler. Selam verip konuşmaya değer değiller.

Radyo: Eski, çalışmayan bir radyonun, Sonolor marka bir radyonun arkasına bağladığımız, içine sakladığımız bir mini-kasetçalardan haberleri okuyorduk. Dedem II. Dünya Savaşı sürüyor sanıyordu. Berec marka piller vardı. Kivi bir de. Radyoda duyulan her şey doğru ve gerçek. Eğer öyleyse, Dedemiz bizimle dalga geçmiş demek ki.

Bir Rüya: Baba 50: Baba bak. Dur şimdi beni dinle. Ben senin bilmediğin bir yere gittim geldim. Beni dikkatli dinle, gözlerime bak. Ben 10 yaşında bir çocuk değilim. Ben geleceği gördüm, ordan geliyorum. 50 yaşımı gördüm. Kendi 50 yaşımı gördüm. Ordan geliyorum. Cebimde para var. Bu parayı sana vereceğim. Bir günlüğüne geldim ben. Bu bir günlük gelişim içimde kalan bir şeyi yapmak için. Bizi bir yere yemeğe götür. Bizi bir restorana götür, bizi bir çatı katına çıkar, bir çatı katından denize doğru bakalım. Unutamayacağımız bir gece olsun. Babamız bizi yemeğe götürmüş diyelim. Bize bir hikaye anlat orda masada. Hikaye senin çocukluğunla ilgili olsun. Tütün kırmakla. Çağlakla. Bir çardak yangınıyla. O çardak yangınında Mustafa Ali’nin babasının ölümüyle. Mustafa Ali’nin babası cayır cayır yanan çardağa geri koşuyor. Osman içerde kaldı diyor, geri gitmek istiyor. Osman yanıyor. Osman ölecek. Osman burda diyorlar. Burda bak yanında. Bak, torunun, Osman. Hayır diyor ve Osman’a gidiyor. Osman dışarda, dede çardakta yanıp ölüyor Osman’ı ararken. İtiraf edeyim: Osman’ın içerde olduğuna ve dedenin onu ölümden kurtardığına ben hâlâ inanıyorum.

“Sigara böreği söyleyeyim size” de sen. Annem desin ki “E ben de bu haftasonu pazar sabahı allah nasip ederse sigara böreği yapayım kiminki daha güzelmiş görelim”. Ayağa kalk. Kucakla, öp onu yanağından. Ya tabii ki senin yaptığın daha güzel ama şimdi ilk defa bir restorana gelmişiz, boşver şimdi. Dinlen. Keyfine bak. Bir kadeh rakı iç. Ben gençken bir kere bir motosiklete bindim. Akhisar’ın Süleymanlı köyüne gittim. Süleymanlı köyünde bir yılanlı kuyu var derlerdi. Gideyim dedim ben o kuyuyu bir göreyim rüyalarıma girer böyle. Gittim, gördüm. Kuyu var ama ne yılan ne çıyan kuyuda. Sordum, Esma, bacım, göster bakalım, nerde bu yılanlı kuyu. Valla abi öyle bir yer yok burda, insanlar uydurmuş işte. Öyle gidiyor bu hikaye. Sonra bana dön yüzünü “anlat bakayım fiziksel bilimlere giriş: kütle ile ağırlık arasında ne fark var?” Yani İlhan 35 kilo ya da İlhan eşittir bir pamuk hararı. Ne demek bu anlat bakalım bana. Ben o zaman sana bakacağım, diyeceğim ki, yahu baba  bana sorma bunu. Sen bize anlatsana sinüs, kosinüs, tanjant, kotanjant… sen tornacısın, kilovatla kilovatsaatin farkını bilmeyen bir başbakan tarafından yönetiliyoruz. Sen anlat bunu bize. Bilelim ne oluyor, ne bitiyor. Demirköprü Barajını gittik, gördük. Baraj nasıl çalışır? Orda su akıyor. Arkamızda bir şöför var. Şöför götürmüş bizi oraya. Onun da adı Süleyman. Öldüyse Allah rahmet eylesin. Su akar, yörük bakar, su akar, yörük bakar. Su akıyor, biz öyle bakıyoruz. Hani nasıl bu su elektrik yapıyor? Elektrik nerden geliyor? Anlat bakalım. Onu anlatayım ben; “ne, nerde, nasıl” sayfa 123, okuyun, öğrenin. Benim asıl söylemek istediğim şu: Yusuf Ziya Ortaç, Aziz Nesin’i işe alıyor. Sokakta kalmış diyor. Kimseye muhtaç olma. Gel, burdan ekmek ye. Ben sizi beslerim. Anneme dönüyor, Emine sokakta birini muhtaç görürsen asla yan bakma, hor görme. Onun da bir derdi, bir hikayesi vardır. Sokakta ekmeksiz kalmaya hepimiz çok yakınız. Sonra bize dön ve de ki, oğlum, okuyun, adam olun. Elaleme köle olmayın. Bütün mesele bu. Hayat dediğimiz şey bizim gibiler için bu. Hayat, elaleme köle olmama mücadelesi. Bu mücadelede köle sahibi olmaya çalışırsanız allah bin türlü belanızı versin. Ama köle de olmayın. Köle derken birinin yanına girip çalışabilirsiniz. Bir tornacı mesela. Tornacı Yavuz. Tenekeci Ahmet’in yanında çalışabilirsiniz. Ancak ruhunuzu satmayın yani. Ruh, köle olmasın. Evinize gelince bey gibi, efendi gibi. Keman çalmak mı, kitap okumak mı istersiniz, ne isterseniz artık. Akbaba dergisi, Hürriyet, Cumhuriyet, Günaydın, Nobel ödüllü yazarları ihmal etmeyin. Özellikle her sene Nobel ödülü alan yazarın kitabını alın, okuyun. Dünya ne okuyor, ne anlıyor okuduğundan. Yani dünya ödüle layık görülmüş birinin gözünden nasıl görünüyor? Edebiyat edepli söz demek ama bizim dünyamızı bize başkalarının gözünden anlatabilme sanatı. Benim tek hayalim edebiyatçı olmaktı. Olmadı. Liseye gidemedik, üniversiteye gidemedik. Ama bugün edebiyatı kendi kendime kitaplardan okuyarak, gazete, mecmua takip ederek öğrendim. Öğrendim derken edebiyat fakültesi mezunu değilim, Reşat Nuri ve Refik Halid lisanımızı en iyi kullanan yazarlardır, Yahya Kemal en büyük şairdir, Hececiler şöyle böyle, Behçet Kemal beş para etmez, Parma Manastırı sıkıntıdan bunaltır, Mim Uykusuz bir tanedir. Dünyanın gelmiş geçmiş en iyi kitabı Pearl S. Buck’ın Toprak Ana’sıdır. Yani hayat böyledir biraz işte. Sofradakileri bitirelim. Birer tatlı yiyelim. Evimize gidelim. Sanıyorum bir daha bir lokantaya falan gitmeyeceğiz. Tatile falan da çıkmayacağız. O zaman bu geceyi unutmayalım. Unutulmasın bu gece. Bizi unutma baba.