FB_IMG_1471115091674-660x330
Murat Darılmaz

Eğilmiş yüzümü yıkayacaktım ki kapı zili çaldı. Kulak mememde ve boğazımda kalan köpükleri havlu ile sildim. Sabah sabah neydi şimdi bu. Açtım kapıyı.

Üst kat komşum.

“Kusura bakmayın.”

Omzumdaki havluya veya muhtemelen yüzümün bir tarafında kalmış köpüğe bakıyordu.

“Acelem olmasa sizi rahatsız etmezdim. Bizim çocuklar yukarıda yalnız. Biraz onların yanında durabilir misiniz? İşte anahtar.”

Avucunun içindeki anahtarı uzatırken sağ eliyle tuttuğu asansör kapısını açtı daha ne olduğunu anlamadan, tek kelime bile edemeden, bindi gitti. Bir anahtara, bir asansör ışığının zemine inene kadar her katta yanıp sönmesine baktım. Ben kendi sorumluluğumu zor alırken bu cesarete pes demek gerekiyordu, vallahi bravo!

Bir ara çocuklarına ders vermiştim. Hepsi o. Apartman giriş-çıkışlarında karşılaştığımızda selamlaşırdık bir de. İçeri geçtim. Havluyu, elimdeki anahtarı, yatağımın üstüne attım. Sabah sabah bulduk belayı dedim kendi kendime.

Her karşılaştığımızda o konuşmaya çalışır, ben geçiştirirdim. Topu topu iki aylık dersti. Yazmaya çalışan biri olduğumu, ara ara yazdığımı söylemek zorunda bırakmıştı. Yazar olduğumu kabul etmediğim halde madem yazarmışım o halde ilkokula giden çocuklarına ders verebilirdim, öyle demişti, seçme hakkımı sormadan. Türkçe, matematik. İki aylık dersten sonra yeter diyebilmiştim.

Üzerimi değişip yukarı çıktım. Sessizce kıvırdım anahtarı. Uyuyor olabilirlerdi. Zaman zaman seslerinden uyuyamadığım eve ilk girişimdi. Dersleri burada vermedim hiç. Çocuklar aşağı yanıma gelirdi. Belli ki anne zoruyla oluyordu. Keyifsiz, isteksiz. Ablak suratlı iki çocuğu haftada iki kere karşımda görmekten ben de haz almıyordum. Ne var ki kabul etmiştik bir kere. Dikkatlerini zor sağladığım, konuşmakta zorlanan bu ikizlere yukarıda nasıl bir enerji geliyor da kuduruyorlardı anlamıyordum. Tavana fırçayla vurmak falan hak getire. Susmuyorlardı. Kendi hallerine bırakmıştım artık.

Ortalık sakin görünüyordu. Karşıma biri çıksa ne diyecektim bilmiyorum. Gerçi evde yetişkin olsa hiç bana gelir miydi? Mutfağın önünden geçtim, koridorda ağır ağır ses çıkarmadan ilerliyordum. Salonun kapısını araladım. İki çocuk ikisi de ayrı kanepede televizyon seyrediyorlardı. Beni görünce doğrulmadılar bile. Şaşırmadıklarına göre anneleri onlara geleceğimi söyleyip çıkmıştı. N’apacaktım bu veletlerle şimdi! Önlerinden geçtim berjer koltuğa oturdum. Daha önce hiç görmediğim bir çizgi filmdi izledikleri. Sabah mahmurluğu vardı üzerlerinde. İkisinin de gözleri çapaklı, saçları dağınık. Tedirgin olduklarını düşündüm. Belki de sadece ben tedirgindim de onların öyle olduğunu sanıyordum. Anneleri ne olduğuna dair bir şey söylememişti muhtemelen.

Bunların babası yok mu? Şimdiye kadar hiç merak etmediğimi anlıyorum. Ne çocuklardan ne anneden baba, eş vs. sözcükler çıkmıştı. Ben de hiç sorma gereği hissetmemiştim. Hem bana ne canım! Çocuklara balkonda olduğumu söyleyerek yanlarından ayrıldım. Onların da çok umurlarındaydı. Mutfak darmadağın bırakılmıştı. Tezgâhın üstü dolu, masada ekmek kırıntıları…

Beklemekten başka çarem yoktu. Güneş yeni yeni kendini gösteriyordu. Dışarıda henüz bitmemiş sabah telaşı vardı. Sigara yaksam çocuklar bu tarafa gelirler miydi acaba? Cam balkondan iki kanat daha açardım. Komşuya iyice yerleşiyordum galiba.

Sigarayı yaktığım anda şunu düşündüm; bu oldubitti bir daha tekrarlanır mı? Düşünmesi bile kâbustu. Okunacak bir kitap getirseydim keşke. Neyle karşılaşacağımı bilmediğim için hiçbir şey almadan çıkmıştım. Şimdi birisi gelse beni balkonda böyle sigara içerken görse ne derim, ne diyebilirim ben de bilmiyorum. Hiç olmazsa birkaç cümle açıklama yap da git kadın!

İçeri geçtim, salonda yoklardı. Gel de tedirgin olma. Odaları kontrol ettim mecburen. Odanın birinde bilgisayarda oyun oynuyorlardı. Beni görünce kafalarını oyundan kaldırıp bana baktılar. Sonra oyunlarına devam ettiler. Aç olduklarını sormam gerekiyor muydu, onu bile bilmiyordum. Belki evet. Karnınız aç mı çocuklar? Açız deseler n’apacaktım ki? Kahretsin ne berbat bir gün böyle. İkisi birden hayır, dedi. Derin bir oh çekerek balkona yöneldim. Sabah hiç içmediğim kadar sigara içmiştim, oysa bu kadar içmem. Güneş de yavaş yavaş tepeye çıkıyordu. Çocukları bir kez kontrol etmiştim. Bir kez de kapıdan dinledim, sesleri geliyordu demek ki başlarına bir şey gelmemişti. Bu tedirginlik beni öldürecek. Kendi sorumluluğumu karşıladım da başkalarınınki kaldı.

Bir süre sonra kapının anahtar sesiyle antreye nasıl fırladığımı bilmiyorum. Gelmişti işte. Öfkeli halimden eser kalmamıştı, misafir ağırlar gibi birden, hoş geldiniz, dedim. Evime biri gelse bu kadar sevinmezdim herhalde. Ben çıkayım artık, diyerek terliklerimi alacaktım ki önüme geçti. Kesinlikle olmaz, dedi. Size bir kahve yapıp özür dilemeden kesinlikle bırakmam. Lütfen balkona geçin. Orada içeriz. Ben de geliyorum hemen. O kadar ısrarcıydı ki odasına doğru giderken ben de çaresizce dediğini yaptım. Çocuklar gelen sanki anneleri değil de başka biriymiş gibi odadan bile çıkmamışlardı.

Dar bir eşofman ve tişört giymiş, elinde tepsi ile geldi. Kokusu balkonu sardı hemen. Kahveyi de hazırlamıştı; kahvenin ayrı kokusu geliyordu, onunki ayrı. Kilolu fakat güzel kadın olduğunun belki de yeni farkına varıyordum. Yaşına göre kırışıklıkları yüzünde eğreti durmuyordu.

“Dağınıklığın kusuruna bakmayın. Öncelikle pat diye geldim, kapınızı çaldım, rahatsız ettim. Ama gidecek başka biri olsaydı oraya giderdim. Aklıma gelen ilk acil çözüm sizdiniz. Çocukların bakıcısı sabah aradı, gelmeyeceğini söyledi, hem de pat diye. Hiçbir şey söylemeden, açıklama yapmadan, telefonu kapattı. Öfkemden kudurdum. İşe gidecektim. Çocuklar da öğlen okula… Onların hazırlanması, yemekleri, hepsi bakıcının elinden geçiyordu. En azından bir ay önce söylemeden nasıl böyle bir şey yapabilirdi. Aklım almıyordu. Evine gidip hesabını sormalı, edebilirsem ikna etmeliydim. Yoksa perişan olacaktım. Düşünebildiğim tek mantıklı davranış size gelmekti. Anahtarı resmen üstünüze attım, çıktım.” Arkasından sahici mi, yapay mı olduğuna karar veremediğim bir kahkaha attı. Dalga mı geçiyordu? Beni tanımıyordu bile.

“Çocuklar sorun çıkarmadılar dimi. Yabancıların yanında ses çıkarmazlar. Bir tek benim yanımda çıldırıyorlar.” Evet, dedim, istemsizce. “Yani hayır. Sorun yok.” Araya aşağı çok gürültü geldiğinden çalışamadığımı sıkıştırayım dedim ama şimdi sırası değildi. “Ne tesadüf dimi, iki yıldır buradayım, ilk defa kahve içebildik.” “Öyle,” diyebildim. Göz göze gelmemeye çalışıyordum. Fazla meraklı görünmeden kalksam iyi olacaktı. Hareketlenir gibi oldum, anladı.

“Gerçekten merak etmiyor musunuz,” dedi. “Hayır,” dedim kısaca. “Bu kadar katı olamazsınız, öyle biri olmadığınızı düşünüyorum.” Nereden çıkarıyorsa bu yargıları, katı değilsem de sizin bakıcı sorunlarınızı dinleyecek kadar da gün arkadaşınız değilim. Ben gideyim, dedim.

“Sabah sabah evinize gelip hiç bir şey anlatmadan saçma sapan bir şekilde kaçtım gittim. Olayı anlamam için kadının evine gitmem gerekiyordu, onu ikna etmem ve yarına işte olmam…”

İlla anlatacaktı. Mecbur dinleyecektim. Veya dinler gözükecektim. Bu da oval yüzünden çok gri kısa kollu tişörtünün V yakasından görünen göğüs çatallarını seyretmeme sebep olacaktı. Gözlerimi oradan alıp başka yerlere bakmam için herkesi işine, okuluna uğurlayan sokağın sessizliğine dalmam gerekiyordu. Bir yandan da üzerime kalma ihtimali olan çocukların bakım sorunu karşısında ne söyleyeceğimi düşünüyordum. Bir gün daha bu tedirginlikle yaşayamazdım.

“Aslında anlamam gerekiyordu.” diyerek devam etti. “Şifonyerimin çekmecelerinde yer alan iç çamaşırlarım eksiliyordu. Bazen istediklerimi bulamıyordum. İlk başlarda tabii ki dikkatimi çekmemişti. Sayacak halim yoktu. Bir sürü olan şeyin nesini sayayım! ” Ruhumu okşamaya, içimin derinliklerini mi hareket ettirmeye çalışıyordu? Beni heyecanlandıracak; konuşup konuşup ardından da bir süre çocuklara bakar mısın, diyecekti.

“Eksildiğini fark etsem bile bazen arka tarafa serdiğimde de düşebiliyordu. O vakitler başka bir duruma yormuyordum.” Neyi anlatıyordu şimdi bu. Çamaşırları, arkaya düşen çamaşırları, askıları, eksileri, çekmeceleri…

“Evi çok uzak değil, yakın da sayılmaz. Annesi mi rahatsızdı -annesi ile birlikte yaşıyordu- yoksa itiraz mı ediyordu, kafamda mazeretler uydura uydura gittim evine. Taksi tuttum, bir an önce gideyim getireyim, diye. Geveze ama aynı zamanda acemi taksici yüzünden evi bulmakta zorlandığımı anlatmayayım şimdi. Bil bakalım eve gidince ne oldu.”

Ne oldu, nereden bileyim?

“Açmadı kapıyı. Zile bastım, kapıyı yumrukladım, yok. Kapının önünden gitmediğimi anlamış olacak ki arkadan seslendi. Size açamam kapıyı, dedi. Gelemeyeceğim n’olur beni affedin. Ederim tabii ki de bir sebep söyle, açıklama yap da öyle gideyim,” dedim, “Ücretse sorun arttırırız, annen mi rahatsız muayene ettiririz.”

Ne anlatacaksa bir an önce anlatsın artık. Belki orta yaşının getirdiği güzellikten belki de ses tonunun, diksiyonunun güzelliğinden olsa gerek bir şekilde kendini dinletmeyi başarmıştı. Makyajsız haline yakışır duru bir yüzü vardı. Sinirli ama aynı zamanda eğlenir bir şekilde anlatıyordu. Her zaman mı böyleydi yoksa olayın akışından mı kaynaklanıyordu emin değilim.

“Kapıyı araladı, bir kol uzandı aralıktan, elindeki poşeti ileriye atıp kapıyı tekrar kapattı. Önüme düşmüştü, aldım. İçindekiler benim iç çamaşırlarımdı. Hiçbirini giymedim. Şimdi gidin lütfen, diye bağırıp duruyordu, içerideki. Hem yakınınızda olup hem de uzağınızda olmak, odalardaki kokunuzu koklayıp da koklamamış gibi yapmak kahrediyordu beni. Yüreğimden ve kasığımdan gelen sızıya dayanamıyordum.”

V yakasını boynundan geriye büyük bir özgüvenle attı, boğazına doğru gitti yaka. Bakıcının arzusundan hoşlanmış mıydı bilmiyorum ama kadının gündelik ev hali görüntüsüne karışan böyle güçlü davranışı sanki onu daha çekici kılıyordu. “Şaşırabilirsiniz, ben de şaşırdım, kaç aydır gelip giden kadın… Ne yapacağımı bilemiyorum şimdi. Yeni bir bakıcı kadın bulana kadar izin aldım,” dedi.

Kalkmak için kıpırdandığım sırada, bakıcılık zorunluluğumun ortadan kalktığını anlayınca rahatladığımı hissettim birden. Çocuklar damladılar biraz sonra balkona, anne biz acıktık, deyip duruyorlardı. Afacanları doğurup büyütmesine rağmen hâlâ enerjik görünmesi olağan dışıydı. Bezginlik hali yoktu. Onları odalarına yollarken, “Şimdi makarna yaparım hep beraber yeriz,” dedi. Dolaptan makarna çıkarıp bir yandan da su ısıtıcısının düğmesine dokunduğunda, benle sohbete devam etme gereği duyuyordu. “Çekmeceleri kilitli şifonyer bakabilir miyiz? Bundan sonra biraz dikkat edeyim. Annesinin sürekli onu evlendirmek istediğinden, kendisinin de yıllardır kaçtığından bahseder dururdu. Erkeksiz hayatın güzelliğinden… Ben de iki çocukla erkeksiz uğraştığımdan hak verirdim ona. Meğerse hiçbir şey anlamamışım. Ne malmışım,” diyerek güldü.

Her insan beğenilmek ister herhalde diye düşündüğümden olsa gerek sıkıntısını birden keyfe dönüştürmesini anlayabiliyordum

Çocuklara bakmaktansa şifonyere bakma işine çoktan razıydım, olur, dedim. Gözlerim sokağa dalmayı bırakıp kaynamaya başlayan suyun fokurdamasını izlerken, bu sabaha kadar sakin olan yaşamımın şimdi tekrar sakin hal almasına neden bu kadar sevindiğimi anlamaya çalışıyordum.

Murat Darılmaz