IMG_20150303_185158.jpg
Fotoğraf: Nesrin Ermiş

Duyamasam da görüyorum dediklerini. Enseme dikilen gözlerinin “Defol!” deyişini izliyorum cama yansıyan aksinden. Nefret ediyor benden. Peki ama topu topu yarım saat içinde nasıl uyandırabildim bu duyguyu? Geldiğimden beri yaptıklarımı bir sıraya koyup tekrar yaşıyorum içimde. Oysa başka şeyler düşünmeliyim şu an. Birazdan diyeceklerimi planlamalı, özlemimin ispatı olacak vurucu sözleri çıkarıp not etmeliyim. Yapamıyorum, yeni edindiğim düşmanımı, cama yansıyan öfkeli silueti yok sayamıyorum bir türlü. Kollarımı sıvayıp hiç yüksünmeden bir neden arıyorum nefretine. Yanıma çağırırken “Şşt koçum” mu demişim? Ilık bile denmeyecek sıcaklıktaki biramdan bir yudum aldıktan sonra “Ne bu böyle, imamın abdest suyu gibi” deyip olay mı çıkarmışım? Yalnızca, benden başka müşterisi olmayan bu boktan mekânda sesimi duyurmaya çabalamış, bilmem kaçıncı “Bakar mısınız”ıma yanıt alınca da buzlu bir bardak rica etmişim. Onda da “Yok”tan başka yanıt alamayınca kaderime razı olmuş, çaresiz tebessüm etmişim. “Yapmışsındır bir şey” diyor içimdeki ses, Aysel’in sesi. Hiç dinlemeden suçlu ilan ediveriyor beni. Bu yargı gücüme gidiyor kuşkusuz, yine de hak vermeden edemiyorum ona. Öyle ya, hiçbir garson bir tane buzlu bardak istedi diye düşman olmaz müşterisine. Bunca delici bakışları atabilmek için başka bambaşka sebeplere ihtiyaç vardır.

Onun yanından geliyor kız. Hâlâ yarıdan fazlası dolu bardağıma bakıyor anlamlı anlamlı. Çirkin ama sevimli suratını zorlayıp içtenleştirmeye çalışıyor gülümsemesini. “Başka bir isteğiniz var mı?” Evet evet, o gönderdi kızı. “Otuz dakikada bir otuz üçlüğü içemedin” diyen o. Bir dikişte bitiriyorum. Midem bulanıyor, bastırmak için bir avuç tuzlu fıstığı kabuğuyla atıveriyorum ağzıma. “Bir tane daha lütfen” deyip arkamı dikizliyorum umutla. Faydasız. Hâlâ asık suratı, serçe parmağım kalınlığındaki kaşları gözlerini örtmüş çatılmaktan. Kız masama eskisinden bin beter, sidik gibi bir şey bırakıp pencerenin önündeki tek dal çiçeği işaret ediyor: “Bu da iyice solmuş. Atayım mı?” “Elleme!” diyen sesi tokatlıyor ensemi. Bir ipucu elde etmiş olabileceğimi düşünüp umutlanıyor, hemen o sevimsiz çiçeğe çeviriyorum bakışlarımı. Arkamdaki gözler de o yöne bakıyor şimdi. Bir çocuk oyununda gibi hissediyorum kendimi, “Sıcak” diye fısıldıyorlar kulağıma. Demek ki doğru yoldayım. Adı ne bu çiçeğin? İçimdeki Aysel sessiz, belli ki o da bilmiyor bu salak çiçeğin kimlerden olduğunu. Tanıdığım ne kadar beyaz çiçekli bitki varsa hepsini saymaya karar veriyorum. “Bak yine yapıyorsun” diyor Aysel, “Bir şeye takmaya gör, hastalıklı bir adam olup çıkıyorsun.” Takıntılı biri değilmişim gibi yapıp vazgeçiyorum çiçek türlerinden. Asıl takıntıma, çatık kaşlı oğlana dönüveriyorum. Onun gözlerinin neler gördüğünü anlayabilmek için doğruluyorum yerimde. Bu sayede başından beri karşımda duran koca reklam panosunu fark ediyorum…

Bir bilemedin iki hafta önce gelmiştir buraya. Gece vakti, mekânın kapanmasına henüz varken. İşçi, dört parçaya bölünmüş yüzü tutkalla birleştirmiş, pot yapmasın diye özenle fırçalamıştır. Müşterilerini bunaltan çiçekçiyi defetmeye çabalarken dönmüştür camdan tarafa ve işte o an kullandığı mucizevi krem ile gözeneklerinden kurtulup kusursuz bir cilde kavuşan kızla göz göze gelmiş, kalbinin küt küt attığını işitmiştir. Evet, eminim böyle olduğuna. Solayazmış çiçeği de o koymuş olacak kızın önüne. Yazık, hafta bitmeden bir başka ürün için kiralanacak pano, şanslıysa bir parfüm reklamı konacak yerine, değilse bir kış lastiği yahut makarna. Her hâlükârda gidişine pek çok üzülecek oğlan. Belki cüzdanında da vardır bu resim. Bir dergiden özenle kesilmiş, vesikalığa benzetilene değin epey efor sarf edilmiştir. Biliyorum, aşık bu kıza. Tüm masalar boşken gidip önüne oturduğumdan, ona karşı tek bir kötülüğü olmayan beni bile düşman belledi aşkından. Birkaç gün içinde ayrılacağını bilmek yeterince can sıkıcıyken bir de benle uğraşmak zorunda kaldı… Garson kız dolanmaya başlamadan dikiyorum birayı, arkama dönüp tüm kibarlığımla sesleniyorum: “Bakar mısın?” Uyuşuk adımlarını tamamlamadan diyeceklerimi iyice hesaplıyorum kafamda. İçini rahatlatmalı, sevdiğine bakmadığımı anlatmalıyım ona.

O “Buyurun” demeden buyurup konuşmaya başlıyorum. Bir mönü isteyeceğim yerde oğlanın saymasını bekliyorum sattıkları tüm içkileri. “Viski mi? Yok, sıcak biraların üstüne fena çarpar adamı.” Gücendirdiğimi düşünüp ekliyorum: “Yanlış anlamayın lütfen. Biriyle bulaşacağım az sonra, eski karımla.” Kaşlarının gözleri üstünde bıraktığı açı hep aynı, öfkelenme derecesini hesaplamak güç. Aysel’le burada buluşmayacağımı söylüyorum ardından, yeni bir müşteri kazandığını sanmasından ve gerçeği öğrendiğinde nefretinin artmasından korkup. Hiçbir açıklamam değiştirmiyor yüzündeki ifadeyi, yalnız bir ara gevezeliğimden bezip derin bir nefes alıp soruyor: “Hangisinden getireyim?” “Aslında pek vaktim yok, dokuz diye sözleştik ama kadınları bilirsin. Hep geç kalırlar.” Bilmiyor. Bilmesin varsın, dert değil. “Şu ilerideki kız da pek güzelmiş,” diyorum damdan düşer gibi. “Hangi kız?” “Şu reklam panosundaki canım.” Omuz silkiyor. Ne göz kapakları seğiriyor ne dişleri kenetleniyor sinirden. Cesaretleniyorum. “Ne o, beğenmedin mi?” diyorum. Gözlerini sabitliyor gözlerime, küçümser bakışlar fırlatıyor suratıma. Düşmanlıktan çıkıp yaşını başını almış bir sapığa dönüşüveriyorum. Utanarak düzeltmek istiyorum yanlış anlaşılmayı. “Pek cici bir kız bence,” diyorum sevimli görünmeye çabalayarak. “Baktım da sana yakıştırdım.” İlk kez dişlerini görüyorum oğlanın; hepsini değil, sadece sağdaki iki azı dişini, müstehzi gülüşlerin olmazsa olmazlarını. “Reklam kızına kendimi yakıştıracak kadar delirmedim henüz,” diyor, “yine de sağ olun.” Lafını bitirir bitirmez kapıyor dudaklarını, sigaradan lekenmiş dişlerini örtüyor çabucak. Az sonra bir başka ılık birayla geliyor masaya. “Karıştırmayın en iyisi” diye alay ederek bırakıyor bardağı ve yine o huysuz surat ifadesiyle ayırılıyor yanımdan.

Az önce sevilmediğini öğrenen kıza bakarken tekrar rastlıyorum kızgın aksine. İşte orada, gözlerini dikmiş, nefretle bakıyor. Hâlâ tek müşterisiyim. Öfkesi bana değil ise kime? Garson kızla mı takıştı yoksa? Kızın yüzünde güller açıyor. Bu kadar umursamaz olamaz ki insan. Vazoda solmaya yüz tutmuş, o adını bir türlü bulamadığım lanet çiçeği, çiçeksiz kalmış reklam kızını, parıldayan sokak lambalarını izliyorum sırayla. Çiçek gibi, vazo gibi beyaz bir araba ilişiyor gözüme. “Bu mu sebep?” diye soruyorum kendime. Kovulmayı göze alıp bir kez daha yanıma çağırmadan evvel gözlerimi yumup yeni senaryomu canlandırıyorum zihnimde. “Yandakinin bu araba,” diyor, kaşları yukarı taranmış gibi uzak göz kapaklarından. “Kaç defa söyledim. Dükkânın önünü kapatma, dedim.” Tatsız birama yarenlik etsin diye bir sigara yakıyorum. Art arda birkaç nefes çektikten sonra bardağı dikiyorum ağzıma. Arkama dönüp bir tane daha istiyorum ama şansıma kız getiriyor siparişimi. Saatime bakıyorum, akrep dokuzda. Umarsız, bardağı yine dayıyorum dudaklarıma. Aylardır beklediğim buluşmaya geç kalmayı göze alarak son bir defa daha denemek istiyorum şansımı. Elimi havaya kaldırmış, “Bir tane daha” derken Aysel’i duyuyorum yine. “Kafanı bir şeye takmaya gör,” diyor, “hastalıklı bir adam oluveriyorsun.”

Hande Nur Tüfekci Özay