46648902_332880984158976_6566900533389426688_n

Onur Çalı: Ayvalık’ta büyümüş olmak, deniz ve papalinalarla, “gavur” kalıntıları ve izleri içerisinde, nasıl etkiledi seni? Öykülerinde bazı izler görür okuyanlar ama bir de senden duymak isterim.

Aysun Kara: Üçüncü kuşak mübadilim, göç hikayeleriyle büyüdüm. Karşı kıyının kokusu, zeytinlikleri, bağları, portakal bahçeleri, ninelerimizin, dedelerimizin can dostu Rum arkadaşları, komşuları, aşkları, kayıpları, acıları zihnimde öyle çok dönüp durdu ki zaman zaman tüm bunları yaşadığımı düşündüğüm bile olmuştur. İlk öykülerimde göçü, mübadeleyi, insanın yaşadığı yerden koparılmasını, hayatını geri döneceği umuduyla tüketmesini anlattım (Üstelik bunca büyütülen karşı kıyının bir saatlik bir deniz yolculuğuyla ulaşılabilecek olması ne acı değil mi?) Yazmaya başlarken yazma isteğimi güdüleyen en önemli konu buydu. Şimdi daha farklı tabii. Yine de her zaman yüreğimi titreten bir konu olarak kalacak göç. Elbette bu yalnızca bizim coğrafyamızla sınırlı da değil. Dünyada yaşayan tüm halkların yerinden yurdundan sürgün edilmesinden, bir lokma ekmeğin peşinde büyük acılar çekmesinden daha yazılabilir bir konu olabilir mi? Onun dışında Ayvalık’ta büyümüş olmayı bir şans olarak görüyorum. Çocukluğumu birlikte geçirdiğim insanlar, sokaklar, deniz, farklı iki kültürün yaşantımıza getirdiği zenginlik. Çocukluğum büyük şehirde bir apartman dairesinde geçmediği için ne mutlu bana diyorum kendi kendime. “Çocukluğu yazarın hazine sandığıdır” sözü sanırım Murathan Mungan’a aittir. Yazmayı kışkırtan imgelerin birçoğunun çocukluğumuza ait olduğunu düşünüyorum.

Ege coğrafyası, bizim memleketimiz, mitolojinin, söylencelerin beşiği bir yer. Öyküde bu unsurları kullanmak konusunda ne düşünüyorsun?

Yine bu konuda da çok şanslıyız diyeceğim. İda dağının, yeri göğü birbirine katan Zeus’un, Homeros’un hikayeleri ile iç içe yaşamak heyecan verici. Bana kalırsa sanatın, edebiyatın bir diğer hazine sandığı da mitolojik hikayeler ve karakterler. Örneğin bir öykümde Zeus’un karısı Hera’yı Türk filmlerinin unutulmaz karakteri Neriman Köksal’a benzeterek yarattığım öykü karakterini görsel düzleme taşımaya çalıştım. Üstelik yazarken de pek eğlendim. Bu söylenceleri olabildiğince kullanmaya çalışıyorum. Özellikle Sessizce Şarkı Söylüyorduk’daki son üç öyküm mitolojik bir hikayeden yola çıkarak gündelik sorunlarımıza el atıyor.

Son kitabın “Sessizce Şarkı Söylüyorduk”un adı, esinini Hulki Aktunç’un dizelerinden alıyor sanıyorum. Kitaba adını veren öyküyü de Ahmet Yorulmaz’a ithaf etmişsin. Bu iki isim, senin için önemli, biliyorum.

Sevgili Ahmet Yorulmaz hem tanıyarak hem de yazdıklarından sevdiğim, örnek aldığım bir yazar. Hulki Aktunç ne yazık ki yüz yüze tanışamadığım ama neredeyse yazdığı her şeyi birkaç defa okuduğum büyük usta. İkisi de benim yolumu aydınlatan yazarlar. “Birazdan uyuyacaksan bir şarkı düşün. / Şarkı, insanın sesiyle düş görmesidir.” demiş Hulki usta. Gün içinde, herhangi bir yerde içinden şarkılar söyleyen insanlar bilirim, ben de bunlardan biriyim. Hulki Aktunç’un bunu ifade etme biçimine hayranlık duydum. Bu dizeleri okur okumaz genellikle yeni bir öykü düşüncesinin de işin gücün arasında hep böyle içimden şarkı söylerken gelip beni bulduğunu fark ettim. Böylelikle kitabın adı kendiliğinden oluştu. Kitaba adını veren öyküde mültecilerin dramını anlattım. Mübadeleyle günümüzde tanık olduğumuz kaçak göçmenlerin yaşadıklarını çoğu yönden birbiriyle ilişkili buluyorum. Kabaca bir bakışla yaşadıkları toprakları terk etmek zorunda olmak ve gittikleri yerde tutunacak bir dal aramak bu benzerliğin en görüneni. Dolayısıyla kaçak göçmenlerin öyküsünü, en dokunaklı mübadele romanlarını yazan sevgili Ahmet Yorulmaz’a ithaf ettim.

Bizim edebiyatımızda çokça işlenmemiş olan göçle ilgili güzel öykün “Kilise Tepesi Çıkmazı”nın da içinde olduğu Panovaroş (2010) kitabınla 2010 Orhan Kemal Öykü Ödülü’nü kazandın. Daha sonra Ayizi Yayınları’ndan çıkan Kıymık (2014) ve Sessizce Şarkı Söylüyorduk (2017) geldi. Klasik soruyla bitireyim: Tezgahta ne var, yine öykü mü?

Öykü başımızın tacı. Yine de bazı konular, öyküye sığmayacak kimi hikâyeler beni dürtüyor deyim yerindeyse. Bu aralar Ayvalık’ın 1770’li yıllarında geçen bir hikâye yazıyorum. Bir roman ya da novella boyutunda olabilir diye düşünüyorum. Bu konuda epeyce okudum, araştırma yaptım. Umarım altından kalkabilirim.

Söyleşi ilk olarak Yeniden Kidonya dergisinin ilk sayısında (Ağustos-Eylül 2019) yayımlanmıştır.