Her ülkenin siyasi ve toplumsal ortamı o ülkenin sanatını etkiler. Bu etkiler geri kalmış ülkelerde tehdit ve korku olarak gelişmiş ülkelerdeyse teşvik olarak karşımıza çıkar. Bir de direkt olarak dış bir güçle dayatılmamış etkiler vardır. Yani bu etki direkt olarak bir anda ülkedeki sanat ortamını etkilemez. Zamanla ülkenin ortamı sanatçısını dışlar ve yeni fikirler üretmesini engeller. Daha sonra ortaya o sanat dallarından para kazanan ancak sanatla alakası olmayan “medya maymunları” çıkar. Bu Türkiye’de (konumuzla alakalı olarak sinemada) en çok görülen etki biçimidir. Türkiye’de direkt olarak sansüre uğramış filmler elbette var ancak sanatçıları sanattan uzaklaştırma ve itibarsızlaştırma daha çok kullanılan yöntem. Eleştiri yapan filmler salonlarda hatta festivallerde yer bulamazken sinema salonları, avmlerin de etkisiyle dönemin hükümetine yakın, popüler kültürün adamlarının eline bırakılır. Bu döngü medya maymunlarına para, hükümete ise destek ve oy olarak geri döner. Yani kârhanenin döngüsü bu şekilde devam eder.

Türkiye’de sinema özellikle “komedi sineması” eleştiriden, sanattan ve düşünmekten uzaklaşmış, uzaklaştırılmıştır. Sebeplerinden biri de Türkiye’de siyasi ve toplumsal ortamın günden güne dayattığı “sığ” ortamın, sanatçıları itibarsızlaştırmasıdır. Türkiye sinemasının geçmişten günümüze geçirdiği olumsuz dönüşüm de bunun kanıtıdır. Bugün sinemalarda seyircileri “gülmekten altına ettiren” filmler küfür, cinsellik, mafya gibi temaları işler ve kesinlikle hicivden uzaktır. Peki Türkiye’nin komedi sineması Zeki-Metin gibi iki hiciv ustasından, Şener Şen ve Kemal Sunal gibi feodalite eleştirisini filmlerinde sık sık dile getiren iki sanatçıdan, Ertem Eğilmez’den, Atıf Yılmaz’dan bugünlere nasıl gelmiştir? Bu başka bir yazının konusu olabilir. Ben bu yazıda “Yeşilçam filmlerinden” örnekler vererek unuttuğumuz “iyi komedi filmi” anlayışına ve onların bizlere anlatmak istedikleri siyasi ve toplumsal eleştirilere değineceğim. Belki de “bir komedi filminin aslında nasıl yapılması gerektiğini hatırlamak” hepimiz için iyi olacaktır.

KİBAR FEYZO
Yönetmen: Atıf Yılmaz

“Sayende sevdalanmışım ağam”

Kibar Feyzo Türkiye’de şimdilerde de başka sıfatlar altında devam eden feodal yapıyı ve ağalığı merkezine oturtarak “iktidarlık” eleştirisi yapan 1978 yapımı bir Atıf Yılmaz filmidir.

Filmin hikayesi kısaca Gülo’ya sevdalanan Feyzo’nun ağasından izin aldıktan sonra Gülo’nun başlık parasını toplamasını ve evlenme çabasını anlatarak başlar. Feyzo evlenmek için bir sürü yol dener ve tam da Gülo’suna kavuşmuşken düğünde ağasının (Şener Şen) şapkasından takma cüretini gösterir. Hikaye de burada başlar.

Düğün günü ağa düğünü ziyarete gelir. Bilo (İlyas Salman) da oradadır. Bilo da Gülo’ya sevdalıdır ve ağanın gücü ona göre bir fırsattır. Her zaman ona yalakalık yaparak istediğini almaya çalışır. Bilo karakteri gücün ve iktidarın uşağı olan ve istediğini elde etmeyi bu yolla deneyen yalakaları simgeler. Düğüne atla gelen ağasının önüne eğilir ve ona basamak olur. Sırtına basarak düğüne teşrif eden ağasına Feyzo’nun şapkasını göstererek “Sen daha iyi bilirsin ağam ama maraba kısmı ağalığa özenir mi? Düzenin bozulmuyor mu?” der.

Ağa bunun üzerine sinirlenir ve Feyzo’yu köyden kovar. Feyzo’nun şapkasını çiğneme işi de yine Bilo’nundur. Ağası böyle bir basit işle yorulmamalıdır. Yalakalar basit işleri her daim hallederler.

Feyzo daha sonra defalarca köye dönecek ve yine benzer şekillerde kovulacaktır. Çünkü her zaman yaptıklarıyla düzene karşı gelmesinden çekinilir.

Feyzo yine bir sahnede ağa tarafından falakaya yatırılır. Ağanın “Benim sayemde ekmek yiyorsunuz. Ben olmasam ölürsünüz. Bana isyan edenin sonu da budur.” cümleleriyle birlikte yine son kez köyden kovulur. Köyden ayrılınca İstanbul’da duvar boyacılığı yaparak para kazanır, görevi duvardaki siyasi yazıları silmektir. İstanbul’daki tüm bu isyan ortamının içerisinde Feyzo’nun da gözü açılır, köyüne dönerek köylüyü ayaklandırır. Köylü pankartlarla ağayı protesto eder. Ancak dertleri genel itibariyle feodal düzen değil “artık karı istiyem”dir. Sonları yine falakadır. Köylü falakada “O sopa bizim elimize geçmez mi?” der.

Fakat köylü akıllanmaya başlamıştır. Feyzo’nun çabalarıyla birlikte toplanarak ağaya isyan ederler. Ağaya ücretlerinden memnun olmadıklarını, çok çalıştıklarını ve aç olduklarını söylerler. Ağa onları nankörlükle suçlar. Ona göre ağaya baş kaldırmak şeytan işidir. Bu konuda köyün din hocası da onun yanındadır. Bunların hepsi onlara göre şeytan işidir. Dinle sopa gösterme etme dünyanın hemen her yerinde iktidarın sığındığı bir politikadır.

Ağa köylülere “Size 2 tane camii bile yaptırdım. Daha ne istiyorsunuz?” der. Köylü toprak istediklerini, yeterince ibadethaneleri olduğunu söyler. Ağa elinde kalan son şeyle köylüyü tehdit eder; “Köyü satarım.”

Film, Feyzo’nun İstanbul’da çalıştığı sahnelerde şehirdeki patronların da köyün ağalarından farkı olmadığını göstermiştir. Yani filmde sadece köylüler değil şehirlilerin de iktidar ve ağa altında ezildiği gösterilmiştir. Emek her yerde sömürülmektedir.

Köylüler için artık “Bakarsın o da bizim gibi insan. Tükürüğümüzle boğarız ama… kapıda gözüktü mü boğazımızdaki tükürük kurur.” anlayışı son bulmuştur. Başka bir köye göç etmeye karar veren köylünün haberini alan Bilo, ağasına bunu iletir. Ağası yanında kalan adamlarıyla beraber köylünün karşısına dikilir.

“Nankörler. Çakal dölleri. Şerefsizler.” diye nitelendirdiği köylüyü tehdit ederken Bilo’nun tüfeğini kapan Feyzo intihar edeceğini söyler. Ağa için Feyzo’nun ya da bir köylünün ölmesi sorun değildir ama tüfek daha sonra Ağa’ya doğrultulur. Tüm bu hengamenin üzerine Feyzo ağayı vurur.

Filmde yaşananları Feyzo, işlediği cinayet sonrası hakime anlatır. Yani biz tüm olanları Feyzo’dan dinleriz. Feyzo mahkemede hakime daha doğrusu kameraya bakarak hikayeyi anlatmaktadır. Böylece Atıf Yılmaz seyirciyi hakim yapmıştır. Yani hakim ne ağa ne patron ne de gerçekten hakimdir. Bir yerde hakim varsa o toplumun kendisidir.

Feyzo filmin sonunda hakime “Maho ağa öldü ama yerine gelen ağa yüzünden köylü Maho’yu arar olmuş. Bu düzenin sonu neye varır bilmem” der.

Sonuç olarak Kibar Feyzo tüm ülkenin sorununu bir köyün hikayesini anlatarak gözümüze sokar. Feodalizmi ve ülkedeki kadına bakış sorununa değinir. Gücün kim ya da kimlerin elinde olursa olsun halkı sömürdüğünü anlatır ve Türkiye Sineması’nda herkesin cesaret edemeyeceği şeyleri bize bir mizahi çerçevede sunar.

“Sorun kişiler değil, düzenin kendisidir. Düzen değişmedikçe değişecek olan sadece iktidarın ismidir.”

HASİP İLE NASİP
Yönetmen: Atıf Yılmaz

Film, iki düşman aile arasında yaşanan çekişmeyi anlatır. Hasip ve Nasip, kasabada söz sahibi olan varlıklı kimselerdir. İkilinin babaları, Halis ve Muhlis hac ziyaretleri sırasında ölür. Bunun üzerine ikili belediye başkanlığı için mücadele etmeye başlar.

Hasip (Metin Akpınar) ile Nasip’in (Zeki Alasya) ve onların babaları ve dedelerinin iktidar mücadelelerini komik ve bir o kadar ciddi bir dille anlatan filmde çokça politik gönderme bulunur.

Film bir dış sesle açılır.

“Savaş zamanı düşman orduları memleket içlerine doğru ilerliyordu. Vakkas ile Abbas (dedeleri) bir hafta arayla kasabaya geldiler. İpsiz sapsız iki yabancı. Vakkas berbere çırak oldu, Abbas kahveye. Madrabazlıkları çabuk anlaşıldı ama, kimsenin onlarla uğraşacak hali yoktu. Düşman yaklaşıyordu. Halk düşmana karşı direniyordu. Savaş sırasında Abbas’la Vakkas ortadan kayboldu. Savaş kazanılır kazanılmaz da ortaya çıktılar. Kasabanın ilk kurtarıcıları onlar oldu. Acele Ankara’nın yolunu tuttular. İstiklal madalyası almak için. Çok geçmedi kaçanların mallarına konup esnaf-tüccar takımına karıştılar. İnkilaplara ilk karşı çıkanlar onlar oldu kasabada. Din elden gidiyor diye bağırıp ilk şapkayı onlar giydiler. Yeni alfabeye de karşı çıktılar ama okula ilk yazılanlar da yine onlar oldu.”

Yine filmin bir sahnesinde bu kez Hasip belediye başkanlığı için konuşma yaparken:

“Memlekette ahlak bırakmadılar arkadaşlar. Kadın kız sokağa döküldü. Bir de partilerinde kadın kolu kurmuşlar. Onlar siyasete ne karışır? Kadın dediğin kafeste bir kuş bülbülü olacak kuş bülbülü!”

Halk bu söylemlerden çok mutludur ve başkan adaylarını alkışlar.

Yine Hasip ile Nasip’in babaları belediye başkanlığı için yarışırken sol partiden rakipleri Avukat Vecdi’yi alt edebilmek için planlar kurar. İki düşman aile kafa kafaya verirler ver aralarında şu konuşmalar geçer:

– Reisliği buna kaptırırsak yandık. Herif düpedüz servet düşmanı. Senin için belediyenin arsalarını ucuza kapattı diyormuş.

– Senin malzeme koyduğun depoyu elinden alıp çocuk bahçesi yapacakmış.

– Düpedüz komünist canım.

– Bir çare geliyor aklıma.

– Söyle Uyanık Ali.

– Muhlis efendi hacıya gitsin. Bir de camii yaptırırız. E bu kasaba hepten gavur olmadı ya.

Hasip ile Nasip filmi bir kasabada dönen siyasi dolapları iki rakip aday üzerinden anlatırken, ülkenin siyasi ortamıyla ilgili sıkı bir eleştiri yapar. Çıkarları söz konusu olduğunda birlik olan ve belediye başkanı olduklarında halkı dolandırmaktan geri kalmayan bu iki adamın hikayesi bize siyasi ortamımızla ilgili çok şey anlatır.

DELİ DELİ KÜPELİ
Yönetmen: Kartal Tibet

Film, uyanık esnaf, zengin ağalar ve zorbaların baskısı altında olan bir kasabaya tımarhaneden kaçarak gelen sahte kaymakam ve yardımcısının kasabadaki düzeni yeniden sağlamasını anlatır.

12 Eylül Darbesi sonrası yapılan ilk hiciv niteliğindeki filmlerden biridir. Film baştan sona askeri mahkeme, eşkıya ve ekonomi eleştirileri ile doludur.

Bu film hakkında yazar Gülşah Özdamar bir makalesinde;

“Filmin bir sahnesinde, kurulan mahkemede yargılanan Karaoğlu, sırf Samsunlu olduğu için 10 yıl daha cezaya çarptırılır. Çünkü deli kaymakam Fenerbahçelidir ve Samsunspor Fenerbahçe’ye 4 çekmiştir. Bugün bile uydurma gerekçelerle on yıllarca tutsak edilenleri düşününce, askeri darbe ve sıkıyönetim koşullarında böylesi bir eleştirinin değerinin daha da çarpıcı olduğu açıktır.” der.

Deli Deli Küpeli filmi kısaca halkın isterse, dürüst bir yöneticiyle birlikte “insani şartlarda” yaşayabileceğini söyler.

Filmin sonunda aklı başında olduğunu iddia eden kasabanın ileri gelenleri, tımarhaneden kaçan bir adama yenik düşerler. Sonunda yine halk kazanır.

MADEN
Yönetmen: Yavuz Özkan

Maden bir komedi filmi olmasa da madencilerin direnişini anlatan ender filmlerimizden biridir ve bir saygı duruşunu hak eder. Film bir maden ocağında işçilerin haklarını aramasını ve patronlarıyla olan mücadelesini anlatır. Birkaç yıl önce Soma’da yaşanılan büyük felaketin sorumluları hala cezasını çekmemişken ve ülkemizin sinemasında buna dair tek bir cümle bile duyamamışken sanki bu film yıllar öncesinden bu felaketi tahmin etmiş ve birbirinden anlamlı sahnelerle madencilerin, işçilerin haklarını anlatmıştır.

Filmin en önemli sahnelerinden birinde Nurettin (Tarık Akan) ve İlyas (Cüneyt Arkın) işçilere haklarını anlatmakta ve patronlardan hak ettiklerini istemektedir. Sermaye, işçilerin ayaklanmasının bozgunculuk olduğunu savunurken işçilerden İlyas ile patronun adamlarının arasında şöyle bir diyalog geçer:

– Kim bilir ne çıkarlar kolluyorsunuz? Bozgunculuk yapıyorsunuz!

– Çıkar kollamak sizin işinizdir, bizim değil.

– Nerden öğrendin bu edebiyatı orospu çocuğu!

– Asıl orospu çocuğu işçiyi sizin gibi satanlardır!

Elbette Yeşilçam Sineması 12 Eylül’den önce ve sonra anlattıklarıyla şimdiki sinema anlayışının çok daha ötesindedir. Çöpçüler Kralı, Koltuk Sevdası, Dolap Beygiri, Zübük gibi daha birçok film ülkenin yakın tarihini bir güldürüyle halka anlatır. Her ne kadar şimdilerde “eleştiri yapmak” vatan hainliği gibi gösterilse de o tarihlerden beri ülkemizde değişen pek de bir şey olmadığı için hâlâ bu filmlerden öğreneceğimiz çok şey vardır. Hiçbir şey öğrenmiyorsak bile gerçek komedi ustalarının banka ve türevi reklamlarıyla, siyasi yalakalık yaparak paralarını katlayanların değil, halkına ışık tutanların olduğunu öğrenebiliriz. Belki böylece “yeni dönem komedi filmlerini” seyretmeye gerek duymadan ağlanacak halimize gülebiliriz.

Mert Erez