2.Ocak.20

Birden fazla kitabı olan bir yazarın öykücülüğünü hakkıyla değerlendirebilmek için, hiç kuşku yok, onun tüm kitaplarını okumuş olmalı. Nedir, hiçbir şeye geç kalınmaz ama her şeye de yetişemiyor insan. O yüzden, Kadri Öztopçu’nun öykücülüğü hakkında birazdan söyleyeceklerim muhakkak ki eksiklidir. Çünkü ben ancak Kimsenin Bilmediği İnsanlar adlı, yayımlanmış son öykü toplamını okuyabildim Öztopçu’nun.

Kimsenin Bilmediği İnsanlar’da yer alan öyküler, kitabın adının hakkını veriyor. Kimsenin bilmediği değil belki ama artık çok da söz etmediği insanlardan açıyor öykülerinde Öztopçu. Bazı bazı, eski zaman kokusu geliyor burnunuza. (Negatif bir çağrışım yok söylediklerimde.)

Böyle söyleyince bazıları kızıyor ama ya ben öleyim mi söylemeyince: Çok fazla öykü kitabı yayımlanıyor olsa da gerçekten bir öykü dili oluşturabilmiş çok az yazar var ortalıkta. Bir şeyler anlatıyor olabilirsiniz, hatta (siyaseten, vicdanen) anlatılması gereken şeyleri, insanları, konuları yazmış olabilirsiniz ve fakat bu, o anlattıklarınızı öykü yapmaya yetmez. Biçim yoksa, dil yoksa, kendinize özgü kılmaya çalıştığınız bir öykü dünyanız yoksa yazdıklarınız öykü olmuyor.

Sözü yormayalım, Aydın havası yapalım: Kadri Öztopçu, yukarıdaki şerhimiz saklı kalarak, dili yalnızca düzgün kullanmakla yetinmeyerek yazdığı öykülerde belirli bir üslup oluşturmuş görünen bir yazar. Hayatın ve zamanın elverdiği en yakın zamanda diğer kitaplarını da okuyacağım.

Hamiş: Kitabın ikinci bölümündeki rüya-diliyle yazılmış gibi görünen ve kitabın bütünündeki öykülerden daha kısa olan öyküler olmasaymış, daha güçlü bir öykü toplamı olabilirmiş Kimsenin Bilmediği İnsanlar.

13.Ocak.20

Tatsız bir olay vesile oldu, Cemal Süreya’nın “Günler”ini okumaya başladım.

[Tatsız olay şu: Cemal Süreya’nın “3 Şehir” başlıklı bir metnini Parşömen’de yayımlamışım 3-4 sene önce. Kaynak yok, belirtmemişim. Büyük ihtimalle bir C. Süreya metni değil bu. Ve fakat tongaya düşmüşüz işte. Sahte Can Yücel şiiri paylaşanların durumuna düşmüşüz istemeden. “3 Şehir”i hemen kaldırdık yayından. Hatayı fark etmeme neden olan İlhan Durusel ve Asuman Susam oldu, sağ olsunlar.]

dbcaa-cemall

Günler, Süreya’nın günlüğü gibi. Bazıları yazı boyutunda olabilecek saptamaları, değinileri de mevcut. 993 günün notları var kitapta (arada bazı günler yok, kayıp), bendeniz henüz 88. gündeyim. Nedir, şu kısmı alıntılayacağım yine de, “56. Gün”den:

“Sizin Hiç Babanız Öldü mü?” adlı şiirimi babamın ölümü üzerine yazdığımı sananlar var. İlk şiirlerimdendir. Babamın ölümünden dört yıl önce yayımlamıştım onu.

“Kars”ı da. Kars’ı görmeden, Paris’te yazdım. İşin tuhafı yurda döndüğümde, teftiş göreviyle hemen gönderildiğim yer de Kars oldu.

Sadece şairler değil (ama herhalde en çok onlar), “düz” yazanlar da maruz kalmıştır bu tuhaf sanıya. Yazar, şahsi tarihinin kaydını tutan bir vakanüvis sanki. Öyküsünde, romanında şiirinde onun yaşamından izler yok mudur, hiç mi yoktur? Elbette vardır. Nedir, yaşantı bir kez yazıya döküldü mü yaşantı olmaktan çıkar artık, bir metindir o, kurgudur; öyküdür, şiirdir, romandır.

15.Ocak.20

Sait Faik Hikaye Armağanı’nın bu yılki duyurusu yapıldı, başvurular başladı. Jüri dahil olmak üzere her şey aynı. Ve fakat bir yenilik var, geçmiş yıllardan farklı olarak, “katılım koşulları”na bir yeni madde eklenmiş: “Başvurular iki aşamalı bir değerlendirme sürecinden geçecektir. Ön değerlendirmeyi geçen 10 kitaplık bir kısa liste 15 Nisan tarihinde duyurulacak, nihai sonuç mayıs ayı içinde açıklanacaktır.”

Bu yenilik, bu “kısa liste” neler getirebilir? Tıpkı Booker Ödüllerindeki gibi bir short list’imiz olacak, bir kısa listemiz. Diyelim on yıl sonra bir kitap hakkında konuşulurken, hakkında bir yazı yazılırken, “2020 Sait Faik Hikaye Armağanı’nın kısa listesinde yer almıştı” denilebilir o kitap için. Ya da birkaç kez kısa listeye kalmış ama bir türlü ödül alamamış (alamadığı ortaya çıkan) yazarlarımız olabilir. Bizim yerli Leonardo DiCaprio’larımız neden olmasın! (Biliyorsunuz Leo, 2016 yılında “The Revenant”taki rolüyle Oscar Amca heykeline uzanmadan önce beş kez aday gösterilmişti. Bu sene de aday. Hoş, bu sene Joker’i canlandıran Joaquin Phoenix’e verirler muhtemelen ama bizim gönlümüz Paterson’lu ve de gözü yaşlı Adam Driver’dan yana.)

fullsizerender46

İlk etapta ise, bu yıl için konuşalım, kısa liste açıklandığında 2020 yılında Sait Faik Hikaye Armağanı’na başvurmuş on yazarı öğrenmiş olacağız. Belki bu “kısa listeye seçilmiş” olmak durumu, ticari bir etikete dönüşebilir. Ödüle katılmış ve kısa listeye kalmış kitapların yeni baskılarında, tıpkı ödül alan kitaplarda olduğu gibi, “2020 Sait Faik Kısa Listesine Seçilmiştir” gibi bir ibare olabilir.

Bunlar hep ihtimal. Ödülün saygınlığına bağlı olarak değişebilecek ihtimaller.

Belki de hiçbir önemi olmayacak bu kısa liste’nin. Büyük ikramiyeyi kaçırmış olan 9 yazarı ve 9 kitabı bilmiş olacağız, o kadar.

16.Ocak.20

Gülhan Tuba Çelik’in “Evsizler Şarkı Söyler” kitabındaki öykülerin ritmi var. Okurken o ritmi hissediyorsunuz okur olarak. Dil, her öyküde farklı bir ritimde ama ekseriyetle taşkın bir ırmak gibi akıyor. Şengül Can’ın henüz bitirmediğim “Devamsız”daki öyküleri de öyle. Cemal Süreya, Günler’inin 77. Gün’ünde Bekir Yıldız için şöyle diyor: “Anlatacağı o kadar çok şey vardı ki anlatmayı öğrenme fırsatı bulamadı.” Andığım iki öykü kitabındaki öykülerde hem anlatılan hem de biçim iyi kotarılmış ve dengelenmiş. Çoğu çağdaş öykü kitabında, hele ki ilk kitaplarda, bulamadığımız ve aslında gerek şart olan bir özellik bu. Şengül Can, zaten ilk kitabını da beğeniyle okuduğum bir yazardı. Gülhan Tuba Çelik de bundan sonra “hep okuyacağım” öykücüler arasına katıldı.

***

2015 yılının Aralık ayında başlamışım İlk Göz Ağrısı söyleşilerine, Tuğba Gürbüz ve ilk göz ağrısı “Lodos Çarpması” ile. Amacım, yazarların çektikleri sıkıntıların (yayımlatma zorlukları, telif, vs.) dile getirilmesine vesile olmaktı. Hem arkadaşların ilk kitap sevinçlerine ortak olurduk hem de neden öykü yazdıklarını, nasıl yazmaya başladıklarını öğrenirdik.

Ve dört yıl içinde, (an itibariyle) ilk kitaplarını çıkarmış 56 öykücüyle söyleşmişiz.

Bilimsel yöntemler gözetilmediği için istatistik bilimi açısından doğru çıktılar vermeyebilir ama geçenlerde bu söyleşileri tek tek elden geçirirken bazı notlar aldım, kabaca fikir verebilir bağzı konularda:

56 söyleşinin 27’sini kadın, 29’unu erkek yazarlarla yapmışız. (Bu durum, biraz da bu “denge”yi kurmak istediğimden olacak.)

Çarpıcı olan şu: 56 yazar arasında ikinci kitapları yayımlananların sayısı 9. (Bu dokuz yazarın 7’si kadın, 2’si erkek.)

Bahse konu “ilk göz ağrısı” kitapların 2015-2019 tarihlerinde yayımlandığını belirtelim. Demem o ki kitapların büyükçe kısmı son üç yılda yayımlanmış. Henüz ikinci kitaplar için erken sayılabilir. “Devam eden” yazarların sayısı illa ki artacaktır ama mevcut durum böyle.

20.Ocak.20

Dünlük’ün başında “Çünkü ben ancak Kimsenin Bilmediği İnsanlar adlı, yayımlanmış son öykü toplamını okuyabildim Öztopçu’nun” dedim ama daha sonra, bir nedenle, aslında bir zorunlulukla eski Dünlüklere bakarken rastladım, meğer Öztopçu’nun “Kuş Oltası” kitabına da el atmışım, kitaptaki “Kanamalı Bir Öykü İçin Hikâye Aranıyor” adlı öykü hakkında bir şeyler karalamışım. Belki kitabın tamamını okumadım, hiç hatırlamıyorum.

Unutuyorsak neden okuyoruz?

21.Ocak.20

Giderek daha uzun aralıklarla dünlük yayımlamaya başladım. Çünkü neredeyse yayımladığım kadarını siliyorum. Ya da şöyle demeli, daha doğru olur: Daha çok silmeye başladım yazdıklarımı. Sanırım bu iyi bir şey. Ama tam olarak da emin değilim. Kış aylarında müthiş bir heves kaybı yaşıyorum, hem sadece okumaya yazmaya karşı değil bütün sevdiğim şeylerde. Kış mevsimi kadar itici bir şey bilmiyorum. Kışa dair hiçbir şeyi sevmiyorum. Sevemiyorum. Kış geçsin, yine gelmesin.

Kar-kış sadece şiirlerde güzel:

Sırf unutmak için, unutmak ey kış!
Büyük yalnızlığını dünyanın.

***

Birkaç gün önce bahsi geçmişti, sahte Can Yücel şiiri “paylaşanların” durumuna düştüğümüzden açmıştım.

Taze dergi Ecinniler’in ilk sayısında Semih Çelenk hoca bu konuya çengel atmış. “Hakikî ve Kitabî Can Yücel, Sahte ve Sanal Can Yücel’e Karşı” başlıklı yazısında hepimizin bildiği, illa ki karşılaşmış olduğu sahte Can Baba şiirlerinden açmış. Ben de bir zamanlar, yarı alay-yarı gerçek, bir işe yaradıkları yok, meclistekiler bari Can Babayı Koruma Kanunu çıkarsınlar demiştim. Semih hocanın da dediği gibi, eğer bu sahte Can Yücel’ler çoğalırsa, bilhassa gençlerin gerçeğine, gerçek Can Baba şiirlerine ulaşması zorlaşabilir. Önünün alınması gereken bir tehlikedir bu ki Semih hocanın bu konuda epey emek vermiş olduğunu da böylece öğrenmiş oldum.

img_20200110_103115

Ecinniler’e de değinelim. Sunuş yazısında neden çıktıklarını anlatmışlar. Kendilerinin de belirttiği üzere, “Elbette her edebiyat dergisi bir itirazı ya da söyleyecek sözü olduğu için çıkar.”

Sunuş yazısının son cümlesinde, anlayabildiğimce, bir “sataşma” var. Galiba. Şiir dünyasını bilmediğimden (ve aslında bilmek de istemediğimden) yorum yapamam. Nedir, Ecinniler’in “marketlerde” satılmayacağını belirtmişler.

Bana kalırsa bir derginin nerede satıldığından daha önemli kriterler var: Öncelikle içeriği. Sonra bu içeriği çekici kılacak bir tasarımı, kendi okurunu yaratabilmesi, vs.

Belki ben gereğinden fazla önem atfediyorum ama bana kalırsa bir derginin en önemli özelliklerinden biri de “zamanında” çıkması. Ayın 1’inde çıkacaksa o gün, tam da o gün, okur onu bulabilmeli, edinebilmeli. Ve kimse kusura bakmasın ama (benim bildiğim, gördüğüm, duyduğum) bu kriteri yerine getiren, yani bu zamanında çıkma becerisini gösterebilen tek edebiyat dergisi Notos.

Dilerim yolu uzun olur Ecinniler’in, iyi dergilere ihtiyacımız var.

Onur Çalı