Kimi zaman, basit gibi görünen kısa bir soru, kafamda büyük bir fırtınaya neden olur zira tam olarak yanıt verememek, düşüncelerimi belirli bir mantık silsilesi ile ifade edememek bir noktada içimi kemirmeye başlar. Basit ve ehemmiyetsizmiş gibi görünen sorular, bazen, o güne kadar doğru kabul ettiğim değerleri sorgulamak için bir sınava dönüşürler. Montaigne bir denemesinde, kimi zaman zihnini oyuna getirmek için inandığı, doğru kabul ettiği bir düşüncenin tam tersini savunmaya çalıştığını ve şaşılası bir şekilde, kimi zaman düşündüğünün tam zıddı olan düşünceyi benimsediğini, en azından ona daha ılımlı bakmaya başladığını, ısındığını söyler. Montaigne’nin bu deneyini ben de pek çok kez uyguladım ve kafamda yerleşen, ben farkına bile varmadan tabu niteliğine erişen pek çok düşüncenin aslında nasıl, hızlıca yıkılıverdiğini hayretle fark ettim. Düşünceler çoğu kez, aslında hiç sorgulanmadıkları için taşlaşırlar oysa John Cage’in dediği gibi bütün teoriler, aslında küçük bir ittirmeyle düşüverirler.
Bu basitlikte ve derinlikte bir soru, bu kez Celine Sciamma imzalı “Portrait de la jeune fille en feu”nün (Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi) çıkışında bir arkadaşımdan geldi. Vivaldi’den “Concerto No.2 in G Minor, RV 315: III. Presto” ya da daha bilinen adıyla “Four Seasons: Summer, Part III”ün çaldığı, tüylerimi diken diken eden ve kesintisiz bir şekilde, aşağı yukarı 3 dakika süren final sahnesi ile ilgili son derece yalın bir soru yöneltti: “Ne demek istediği anlaşılıyor, uzatmanın ne anlamı var ki? Ayrıca, Four Seasons: Summer değil de, söz gelimi arabesk bir parça çalsaydı yine de sevecek miydin?” Önce şaşırdım, zira ben, o sahne çok daha uzun da sürse, gözümü kırpmadan izlemeye devam edebilirdim. Kendimce bir yanıt verdim ancak eve döndüğümde arkadaşımın sorusu hâlâ kafamı kurcalamaya devam ediyordu. Sahi, çalan parça, söz gelimi Neden Saçların Beyazlamış Arkadaş olsaydı, yine gözümü kırpmadan izlemeye devam edecek miydim? Ayrıca, daha ilk dakikada ne anlatmak istediği anlamamış mıydım, uzatmaya ne gerek vardı?
Öncelikle ikinci ve biraz daha kolay olan sorudan başlayayım. Bu soru muğlak bir kelime ihtiva ediyor: Uzatmak. Jeanetta Winterson’ın Sanat Başkaldırır‘da yaptığı bir tespit beni çok etkilemişti:
“Kimse gerekenden iki kat hızlı çalınan bir müzik parçasından keyif alınabilmesini beklemez. Oysa edebiyatta sürekli olur bu. Okur kitabın ritmini yakalama zahmetine girmeden önce hızını belirler. Halbuki bir yazarın ritmine alışmak, onun kendine özgü temposuyla hareket etmek biraz zaman alır. Kitabın ilk sayfalarına dikkatle bakmak anlamına gelir bu.”
Woolf’un Dalgalar’ıyla ilgili bu tespiti çok hoşuma gitmiş, kendime koyduğum okuma kotalarının ne kadar manasız olduğunu göstermişti. Her haftaya bir kitap, gibi hedefler aslında manasızdır zira bazı kitaplar yalnızca bir gününüzü alır, bazı kitaplar üzerine ise aylarca düşünmeniz, okuma ritminizi buna göre belirlemeniz gerekir. Bunu Bilge Karasu’dan Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı’nı okurken çok net hissettiğimi hatırlıyorum. Çok katmanlı ama aynı zamanda çok yoğun bir tatlı yemek gibiydi, bir lokma attığınız zaman ağzınızda bir cümbüş başlıyordu fakat ikinci lokma için biraz beklemek, o ilk lokmayı ve onun ağzınızda bıraktığı tadı sindirmek gerekiyordu.
Sinema, hız ve süreyle kısıtlanma konusundan en muzdarip olan sanat olsa gerek. Bir film, alışılagelen süre olan 1,5 saati aşmışsa “Gereksiz uzamış” yaftasını yemeye de namzet demektir. Nuri Bilge Ceylan, Bir Zamanlar Anadolu’da’nın kurgu güncesinde, filmin uzunluğu ile ilgili yaşadığı çekinceyi dile getirir:
“Filmin ilk bölümünü seyircinin film izleme alışkanlıkları ile kıyaslandığında epey uzun tuttuğum söylenebilir. Ama seyircinin izleme alışkanlıklarını bir adım öteye geçirmek için benim gibi filmler yapan sinemacılar risk almayacaksa kim alacak? Daha senaryo aşamasından beri biliyorum ki bu filmimin ticari potansiyeli daha düşük olacak. Uzun, yavaş, gece, karanlık, erkekler dünyası, kadın yok, otopsi, şu bu. Satışlar çok daha zor olacak. Bir yandan da bütün bunlardan gizli bir zevk aldığım da söylenebilir. Piyasanın hesapçı ve sağlamcı zihniyetine bir meydan okuma isteği.”
Tamamı 2,5 saati aşan Bir Zamanlar Anadolu’da, bu yanıyla günümüz sinema izleyicisinin zaman algısına da bir meydan okuma gibidir zira sinema, endüstriyel yanı en ağır basan sanat dalı olarak, bizi kendi standartları içerisine çekmeye ve izleme ritmimizi 1,5 saate sıkıştırmaya çalışır. Bunun üzerine çıkan her dakikada izleyici, çoğu kez, bir şeyler beklemeye ve bir şeylerin gereksiz uzadığını hissetmeye başlar zira artık ilk defa uzun mesafe koşan biri gibi, vücudunun ne tepki vereceğini, zihninin nereye kadar dayanabileceğini bilmeden izlemeye devam eder, huzursuz olur. Oysa bir film, ritmini ilk sayfalarda ele veren kitaptan çok daha sarihtir. Bir filme dikkatli bakarsak, daha ilk dakikalarında ritmini hisseder, farkında olmadan kendi izleme ritmimizi de buna göre ayarlarız. Yavaş yavaş, kameranın arkasındaki yönetmen bizmişiz gibi, sahnelerin nerede kesilmesi gerektiğini tuhaf bir şekilde hissederiz. Filmin içine ne denli girersek, bu his o kadar kuvvetlenir ve biz, uzayan görüntülerin içerisinde kendimizi kaybederiz. “Ama siz, bugünlerde kimin saatlerce kitap okumak için vakti var ki, diye sorabilirsiniz. Yanıt, kim okumak isterse onun, olmalı. Okur önce bir kitap almalı, sonra da kitabın temposunu yakalamalı. O noktada saat durur.” der Winterson. Önemli olan filmin ritmini anlamak isteyip istemediğimizdir. Biz bir filmi ne anlattığı için değil, nasıl anlattığı için izleriz; aslında konunun zannettiğimizin aksine hemen hemen hiçbir önemi yoktur. Anlatılan her şey daha kısa ya da daha uzun olabilir; burada konu, ritmin bozulup bozulmamasıdır. Ritmi bozmayan bir şey gereksiz uzamaz, biz ritmi içselleştirememişiz demektir. Bu anlamda Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi’nin son derece başarılı bir sınav verdiği kanaatindeyim.
Sorunun ilk bölümü ise biraz daha katmanlı bir yanıt gerektiriyor sanırım: “Arabesk bir parça çalsaydı yine de sevecek miydin?” Bu soru aslında, sanatla ilgili önyargıları da ortaya koyan bir soru. Kabul edelim, bazı kitapları, müzikleri, filmleri yalnızca yaratıcısı nedeniyle severiz. kitap-lık dergisinin editörü Murat Yalçın, İstanbul Üniversitesi’ndeki bir söyleşisinde, Varlık Dergisi’nde çalıştığı yıllarda Aziz Nesin’in bir dönem şiir yazma hevesinin tuttuğunu söyler:
“Şiir yazdı boyuna ve Varlık’a gönderiyor ve Varlık da ilk sayfalarda yayımlıyordu. (…) Şimdi biz diyorduk ki ‘Kötü yahu bu şiirler! Zaten şair değil, e niye yayımlıyoruz?’ O Aziz Nesin… Ya da Yaşar Kemal, şiir yazmış, her şeyi yapabilir. Bizim görevimiz, edebiyat dergisi olarak, yaşayan, okuru belirli bir (sayıya) gelmiş yazarın masasında en son ne var, (…) onu (yayımlamaktır).”
Bu kişilerin şiirleri beğenilmezse çok çok “Son yayımlanan şiiri çok kötüydü” denir ve geçilir ancak geçmiş yıllarda ürettikleriyle bu kişiler, bir anlamda okur nezdinde bir krediye sahiptirler ve onlara olumlu bir önyargı ile yaklaşılır. Artık konu iyi ya da kötü olmak değil, ona ait olmaktır. Nurullah Ataç, yanlış hatırlamıyorsam Günce‘sinde klasik kabul edilen eserleri okurken kendini kısıtlanmış hissettiğini söyler. Yüz yıllar boyunca o kitabı beğenmiş ve klasik mertebesine yükselmesine katkıda bulunmuş kişiler arkasında durmuş, onun da beğenmesini ve behemehal onay vermesini ister gibidirler oysa yeni bir eser söz konusu olduğunda sonsuz bir tercih hakkı vardır okuyucunun. Klasikleri, biraz da bir ön kabul ile okuruz; beğenmesek de öyle açıkça söylemekten, çoğu kez, imtina ederiz.
Şimdi, arkadaşımın sorusunu bu bakış açısıyla biraz açalım: Sen bu sahneyi Vivaldi’nin yüz yıllara dayanan, aşınmayan, ayakta kalan bir eseri çaldığı için mi seviyorsun, yoksa film içinde bir değeri olduğu için mi? Bu soruya objektif bir yanıt verebilmek adına uzun uzun düşündüm, sahi sevmediğim bir müzik çalsa da hoşuma gidecek miydi?
Burada soru, aslında sinemada müziğin kullanımı ile ilgili bir noktaya parmak basıyor. Haneke La Pianiste (Piyanist) ile ilgili verdiği bir röportajda filmlerinde müzik kullanmaması konusuna değinir:
“Genel olarak müziğin büyük bir hayranıyım. Filmlerimde bu yüzden neredeyse hiç müzik olmaz. Müziğin filmdeki hataları örtmeye yarayan bir sanat formu olarak kullanılmasını korkunç buluyorum.”
Benzer bir konuya Nuri Bilge Ceylan da değinir: “Sinemada müzik kullanma isteğim giderek azalıyor. Sanki birtakım duygulara koltuk değneği oluyormuş gibi hissediyorum müziği, bazen.” Yine Ceylan, bir röportajında siyah beyaz fotoğrafın biraz tehlikeli olabileceğini zira bir şeyi güzel göstermenin ucuz yolu olarak da kullanılabileceğini söyler. Benzer bir yorumu, sanırım, sinemada müzik kullanımı için de yapabiliriz: Müzik, duygularımızı kolayca manipüle edebilecek bir araçtır ve basit bir görüntünün ardına konduğunda bile, sahnede olmayan duyguları kolayca canlandırabilir. Peki, şimdi bu iki görüş doğrultusunda filmin son sahnesindeki müzik kullanımı üzerine biraz düşünelim.
Kamera, iki ana karakterden birine odaklanır, bir konser salonunda yalnızca onu gösterir. Derken orkestra Vivaldi’nin eseri çalmaya başlar. Kadın hüzünlenir, parça devam ettikçe hüzün daha da büyür, kadının nefesi hızlanır, derken gözlerinden yaşlar süzülür, ardından hıçkıra hıçkıra ağlar… Şimdi soruyu biraz daha genelleştirerek buraya yerleştirelim: Sevmediğin bir parça çalsa, yine de bu sahneden etkilenir miydim? Bu noktada, sahnedeki müzik kullanımını iyi analiz etmek gerekiyor.
Sciamma, Vivaldi’nin müziğini bir koltuk değneği gibi kullanmaz; aynı beste, öncesinde, filmin iki karakteri arasındaki bağlardan biri olarak karşımıza çıkar. Konser salonunda müziği duyan kadın, parça ilerledikçe geçmişine döner, daha doğrusu müzik, kadının içindeki geçmişi açığa çıkarır. Burada müzik, bir koltuk değneği gibi kullanılmaz artık, ayrı bir karakter olarak o sahnenin parçasıdır. Her ne kadar kamera yalnızca kadını gösterse de biz artık üç kişilik bir sahne izleriz: Kadın, sevgilisi ve müzik. Beni ilk yakalayan kısım bu oldu ve, doğrusu, bu bakış açısıyla başka bir müzik kullanılsaydı da etkileneceğimi düşünüyorum. Yine de şöyle bir şerh düşmem gerekiyor: Burada müzik, tıpkı kameranın odağındaki kadın gibi, bir oyuncu olarak sahnede yer alır. Dolayısıyla yönetmen, başat görevlerinden birini yerine getirmeli ve uygun role, uygun oyuncuyu bulmalıdır. Tekrar Haneke’ye dönelim: Montaj masasına oturduğunda içinden “Felâkete doğru koşuyoruz” diye geçirdiği Le Temps de Loup (Kurdun Günü) filmi ile ilgili şöyle der: “Dediğim gibi, bir kere bazı rollerde casting hatası yaptım, bu nedenle pek çok sahne olması gerektiği gibi gitmedi. (…) Yanlış casting yönetmenin hatasıdır, oyuncunun değil.” Ben Sciamma’nın burada müthiş bir oyuncu seçtiği kanaatindeyim. Burada yalnızca, oyuncunun dönemle uyumlu olmasını kastetmiyorum; aynı zamanda, tansiyonu giderek yükselen müziğin kadının içindeki duyguları da yükselttiğini, adeta bir umami etkisi yaratarak tüm o duyguları, tabiri caizse, patlattığını da söylüyorum.
Tam da bu noktada, bu sahnenin ikinci katmanına geçmek gerekir: Alev Almış Bir Genç Kızın Portesi‘nin son sahnesi, bence, müziğin anlatılmazlığı üzerine bir kısa öykü. Abbas Kiyarüstemi Sinema Dersleri kitabında şöyle der:
“Bir filmi beğenip beğenmediğimi söyleyebiliyorum ancak daha derinlere inip sebeplerimi açıklamak kolay olmuyor benim için.”
Aslında benzer bir hissi tüm sanat dallarında yaşarız. Müzik söz konusu olduğunda, notaların (veya suskunlukların) ruhumuzda ve beynimizde uyandırdıkları üzerine konuşmamız gerekir ve ne denli çabalarsak çabalayalım, bir şeyler biraz dışarıda kalır. Yalnızca okyanusun derinliklerinde yaşayabilen balıklar gibi, müziğin içimizde yarattığı duygular da sözcükler aracılığıyla gün yüzüne çıkartıldıklarında hızla küçülür, solar ve ölürler: “Şiiri ‘anlamak’ nedir ki zaten?” der Kiyarüstemi, “Müziği anlıyor muyuz? Soyut bir resmi anlıyor muyuz? Hepimiz farklı şekillerle kavrıyoruz olanları, anlamanın bulanıklaştığı eşiklerimiz var ve tam da bu noktada tereddütler baş gösteriyor.”
Bir sanat eserinin iyiliğini anlatmak veya onun üzerimizdeki tezahürünü açıklamak bu nedenle zordur ve eserdeki dil ne denli soyutsa bizim açıklamamız da o denli zorlaşır, kelimeler bulanıklaşır. Müzik, sihirli bir değnek gibi, ruhumuzun derinliklerinden, kimi zaman bizim dahi bihaber olduğumuz, zamanla unuttuğumuz veya unuttuğumuzu sandığımız inciler devşirir. Vivaldi’nin taarruza kalkan bir süvari birliği misali güçlü keman partisyonlarıyla işlediği yüksek tansiyonlu müzik, kadının içindekileri teyakkuza geçirerek inciler devşirir ve onlar, gözyaşları şeklinde yanaklarından süzülür. Biz onu neyin ağlattığını biliriz, zira farklı şekillerde hepimizin böyle yaraları vardır ama bunlar üzerine konuşmaya başladığımız zaman her şey monotonlaşır, küçülür ve ölmeye başlar…
Şimdi, keskin bir viraj alalım ve arkadaşımın sorusuna tekrar dönelim ama bu sefer, net yanıtlarla, lâfı dolaştırmak yok: “Four Seasons: Summer değil de, söz gelimi arabesk bir parça çalsaydı yine de sevecek miydin?” Evet, aynı rolü aynı güzellikte oynayacak başka bir oyuncu varsa, sahneyi yine seveceğimden eminim. Peki, “Ne demek istediği anlaşılıyor, uzatmanın ne anlamı var ki?” sorusu… Ritmi bozmayan bir sahne için uzatma tabiri kullanılabilir mi, belki de biz ritmi içselleştirememişizdir… Ayrıca, bir sahneyi anlamak nedir ki?
Hem, ne anlattığının ne önemi var ki? Her şey nasıl’da gizli değil mi?
Deniz Kıral