
Sanki bir sis çökmüş köyün üzerine. Bastırmış börtü böceği. Çıt çıkmıyor taştan, ağaçtan… Bir ağırlık var, bir ağırlık ki boğmuş, susturmuş her şeyi. Rüzgâr esiyor yalnız, böyle hafif hafif. Teninin üstünde kayar gibi yumuşak, serin bir rüzgâr. Babamın çayının dumanına çatıyor, çıkarıyor yolundan. Babamsa bağdaş kurmuş yeşil minderin üzerine, bir eli dizinde diğeri çay bardağında karanlığı seyrediyor. Ne çöken sessizliğe ne de gecenin kâbus gibi çöktüğü dağlardan esen tatlı rüzgâra aldırıyor. Sanki kendi benliğine de aldırdığı yok. Sanki kendi benliği de yok. Yalnızca karanlığı seyreden sessiz bir varlık.
“Zülfü,” annem seslenen içeriden. Babamın karşısında oturduğum hasır minderden doğrulup annemi dinlemeye başlıyorum. “Oğlum az bir yardım et şunları taşımaya da çıkalım artık.”
İçeri gittiğimde gördüm ki annem son işlerini de halletmiş tümden. Hasır torba iki tane, iki de küçük çanta, bir koca bavul. Hepsi dolu dolu. Gören de bir daha dönmeyesiye gidiyoruz sanacak. Hakikaten biz ne zaman döneceğiz.
“Anne,”
Bakıyor yalnızca annem. Duymadı, fark ettim.
“Oğlum, hadi yavrum hangisini taşıyabiliyorsan al. Dayın aşağıda bekliyor bizi.”
Annemin aşağı diye bahsettiği köyün içinden evimize doğru uzanan toprak yol. Bizim evin önünden merdivenler iner yola. Köyün son evidir bizimki. Yol bizim evde biter, gerisi yalnızca karanlık. Annemi ikiletmeden çantalardan birini alıp çıkıyorum o karanlığa doğru. Kapının önüne gelince babama bakıyorum tekrar. Hâlâ aynı yerde. Çöken sisten habersiz sanki. Şöyle bir silkelesem ah. Silkeleyip baba bana bak, iyi misin, desem. Gidiyoruz biz, gidiyoruz! Dönmeyesiye hem de. Kalk da uğurla bizi. Kızar mı ki? Yok, yapamam ben. Yavaşça merdivenleri iniyorum. Aşağıda karşılaştığım yeniden sessizlik oluyor. Dayım yok ortalarda. Çantayı bırakıp üzerine oturduğum sırada annemi duyuyorum, merdivenlerden bağırıyor.
“Şunu al sen, ben bavulu getireyim.”
Koşarak gidip yere koyduğu çantayı alıp nefes nefese getiriyorum, boyumun yarısı kadar. Karanlığı bir araba farı bölüyor o sırada. Tozu dumana katarak gelip duruyor ayaklarımın dibinde. Dayım gelen. Anahtarı çevirdi, indi arabadan hızla yanıma gelip eğildi. Kafamı okşayarak bir şeyler söyledi. Hatırlamıyorum ne dedi o an. Hoş cevap da vermedim. Alışkınlar sessizliğime benim. Kafam önümde durdum yalnızca öyle. Dayım aldırmadı konuşmamama, her zamanki gibi. Kalktı ayağa. Acele adımlarla merdivenleri tırmanmaya başladı, içeri gitti. Bir süre sonra annem önde dayım arkada ellerinde bavulla, çantayla geldiler.
“…hem orada rahat edersiniz bir süre. Sabri de öyle olsun isterdi, ne yaparsınız bi’ başınıza burada. Bir sen bir oğlun. Hem abimler de iş bakıyor sana, bulunca iş paran da olur. Yaşlı bir kadının gündelikçiye ihtiyacı varmış…”
Konuşan dayımdı. Anlam veremiyordum.
“İnekleri diyorsun. Gözün arkada kalmasın sakın, hayvanların alıcısını buldum mu vereceğim, parasını da eksiksiz yollarım…”
İnekler ya. Babam nasıl bakar tek başına? Süt sağmayı da bilmez babam.
“Son bir çuval mıydı kalan? Tamam. Siz oturun arabaya, geldim mi çuvalı da yerleştiririm gideriz.”
Dayım geldiğinde, son çuvalı da arabaya yüklüyor, yola koyuluyoruz. Etrafıma bakıp duruyorum yalnızca. Sis daha da yoğunlaşıyor. Bu kez dayımla annemi de duyamıyorum, sis boğdu, sardı her yanı. Araba hırıltılarla çalıştığında kalbime bir burukluk yerleşiyor, gözlerime yaşlar hücum ediyor. Ağlamamalıyım, diyorum kendi kendime. Anneme bakamıyorum. Araba hareket edince toprak yoldan tozlar kalkıyor havaya. Tekerleklerin kısa süreli patinaj sesi. Evimizden uzaklaşırken son anımsadığım da bu ses ve arabanın arka camından gördüğüm evimiz oluyor, evimiz ve babam. Koyu yeşil minderin üzerinde, bir kolu dizinde bağdaş kurmuş oturuyor hâlâ. Oturmuş donuk bir ifadeyle karanlığı seyrediyor. Elimi kaldırıyorum istemsizce, hoşça kal diye sallamaya. Sonra aniden indirip kendi aptallığıma kızıyor, hızla önüme dönüyorum. O an anlıyorum her şeyi, bir süre sonra sis babamın üzerine de çökecek. İşte bunu anlıyorum. Bir daha kalkmayasıya bir karanlık inecek. Kalbime bir sızı düşüyor o an. Anlıyorum. Bir daha babamı görmeyeceğim. Meğer ölümmüş titreten perdeleri bu evde bir güz sabahı, diye düşüyor kelimeler kalbimin saklı köşelerinden, ölümmüş getiren bu kasvetli, acı sisi, sisi ve ayrılığı. Sahi, gidiyoruz işte. Toprak yolda takur tukur sürükleniyoruz gecenin köründe.
Ümit Koluaçık