Gerçeğin Parçaları (Winter’s Bone, 2010)
Uyarlandığı eser: Gerçeğin Parçaları, Daniel Woodrell (2006)
Debra Granik’in (filmin yapımcısı Rosellini ile birlikte senaryosunu da yazdığı) filmi “Gerçeğin Parçaları” çok güzel, acımasızca gerçekçi ve dehşet verici bir başyapıt. Daniel Woodrell’in romanından uyarlanan ve 2010 yılında gösterime giren film, annesi ve küçük kardeşleriyle Ozark Dağları’nda yaşayan Ree adında bir genç kızın (henüz meşhur olmadan önce ve kariyerinin en iyi performansını sergileyen Jennifer Lawrence) hikayesini anlatıyor. Uyuşturucu satıcısı babası ortadan kaybolduğundan ve annesi de akıl rahatsızlığından muzdarip olduğundan aileyle Ree ilgilenmektedir. Ailesi evden tahliye edilme tehlikesiyle karşı karşıya kalınca Ree babasının izini sürmeye karar verir. Fakat komşular Ree’nin babasının hayatını didik didik etme gayretlerine direniş gösterirler; Teardrop (John Hawkes) adındaki sürekli dalgalanmalar yaşayan metamfetamin bağımlısı amcası da Ree’yi bu işten caydırmaya çalışır. “Gerçeğin Parçaları” gaddar ve acımasız bir film; ilerleyişi son derece merak uyandırıyor ve (genellikle ifadesiz) oyunculuklar tam ayarında. Bastırılmış sesleri ve renkleriyle bir sessizlik ve kar filmi. Ama bir yerden sonra böyle bir film olmaktan çıkıyor ve şoke edici, yaralayıcı ve capcanlı bir dehşet gösterisine dönüşüyor. Bütün filmleri Debra Granik yönetmeli.
CrimeReads editörü Olivia Rutigliano
Sosyal Ağ (The Social Network, 2010)
Uyarlandığı eser: Kazara Milyarder, Ben Mezrich (2009)
David Fincher’ın bu türden bir listede baskın bir yerinin olması kimseyi şaşırtacak değil. Gillian Flynn’in Kayıp Kız’ından uyarladığı 2014 tarihli filmi ilk 10 sıralamasında kendine yer buldu. 2011 tarihli filmi “Ejderha Dövmeli Kız” da rahatlıkla listede yer alabilirdi; filmin, son 20-30 senenin en merakla beklenen uyarlamalarından biri olduğu ve gösterime girdiği dönemde eleştirmenlerden limoni bir karşılık almasına rağmen aradan geçen yıllarda büyük övgüye mazhar olmaya yakın bir noktaya doğru ilerlediği söylenebilir. “Mindhunter” ise televizyon sektöründe takdir topluyor. Fakat Fincher’ın asıl parlak başarısı; içinde katiller ve vahşet olmadan, yeni yeni yükselen gamsız teknoloji milyarderleri sınıfı aracılığıyla Amerikan toplum yapısına uygulanan şiddeti gösterme başarısı. Karanlık kampüs manzaraları, Trent Reznor imzası taşıyan müziği ve hırsı saklamadan ortaya koymasıyla “Sosyal Ağ”, bir şekilde Fincher’ın en sinsi, en rahatsızlık verici filmlerinden olmayı başarıyor. Ben Mezrich’in 2009 yılında yayımlanan kitabı Kazara Milyarder’den uyarlanan filmin yapımcısı Aaron Sorkin’den başkası değil ve Mezrich’in kitabı gibi filmin senaryosu da Facebook’un ilk kurucuları ve çeşitli yazılımcılarının açtığı davalara odaklanıyor. Patlama noktasındaki antikahraman Zuckerberg rolündeki Jesse Eisenberg’in rakiplerle, düşmanlarla ve kendisiyle karşı karşıya geldiği film, davaları daha önce görülmemiş bir mükemmellikle ekrana yansıtıyor. Aradan geçen neredeyse on yılın ardından geriye dönüp bakıldığında “Sosyal Ağ”ın sosyal medyanın arka planındaki ilkeler ve aktörlerle ilgili ne kadar isabetli tahminlerde bulunduğunu görmek inanılmaz. Fincher ve Sorkin bu tuhaf gücün arkasındaki güvenilmez unsurları ve tehditleri açıkça görmüş gibiler.
CrimeReads Baş Editörü Dwyer Murphy
İz Peşinde (True Grit, 2010)
Uyarlandığı eser: True Grit, Charles Portis (1968)
Joel ve Ethan Coen’in yönettiği 2010 tarihli İz Peşinde, Charles Portis’in 1968 yılında yayımlanan romanı True Grit’ten uyarlanan ikinci film. 1969 yılında çekilen ve başrolünde (kariyerinin sonbaharındaki) John Wayne’in olduğu ilk uyarlama esas hikayenin hafifletilmiş bir versiyonu; Wayne’in aksi, saçmalığa tahammülü olmayan kovboy rolleriyle şekillenen kariyerini yinelemesinin bir aracıydı. Wayne ayyaş, huysuz, tek gözünde bant olan Mareşal Rooster Cogburn rolüyle (biraz da hürmeten) Oscar kazandı ve hem kendisi hem de John Wayne efsanesi ilelebet filmle ilişkilendirilir oldu. Coen Biraderler’in hikayenin tamamının baştan anlatıldığı versiyonu ilk “İz Peşinde”yi tamamen (ve iyi ki) görmezden geliyor ve senaryosu Portis’in kasvetli romanına dayandığından ilk filmde göz ardı edilen kahramana -öldürülen babasının cenazesini almak için küçük bir kasabaya gelen on dört yaşındaki zorlu genç kız Mattie Ross’a- odaklanıyor. Hailee Steinfeld’in (ve daha sonra Elizabeth Marvel’ın) mükemmel bir “poker surat”la hayat verdikleri Mattie, babasının katili Chaney’i (Josh Brolin) bulup tutuklaması için Rooster’ı (son yirmi senede berduş ve kaygısız yaşlıca adamları oynayarak hayattaki amacını bulan Jeff Bridges) tutar. Onlara bir de kendini beğenmiş Teksaslı polis LeBoeuf (soyadını “luh beef” olarak telaffuz eden Matt Damon) katılır. Film, katilin bulunması için gösterilen gayret etrafında şekillenmiş olsa da aslında bu yolculuğa beraber çıkan üç karakter arasındaki ilişkiyle -veya daha doğrusu olmayan ilişkiyle- ilgili. İz Peşinde, odağında yolculuk olan çoğu filmdeki “Önemli olan vardığın yer değil, yaptığın yolculuktur” klişesinden kaçınıyor; karakterlerin arasında bir bağ kurulması isteniyor ama karakterler bu isteği bir sonuca vardırmayı başaramıyorlar.
Fakat bu bir Western filmi; bunun anlamı da gelişen ilişkilerin insanlarla sınırlı kalmadığı. Mattie, en sevgi dolu bağını yolculukta binmek üzere seçtiği parlak tüylü at Little Blackie ile kuracaktır. Sonunda (spoiler) at bir kazanın ardından yardım alması için Mattie’yi sırtında taşıyacak, kızı kurtarmak için kendi canını verecektir. İz Peşinde’deki atlar, filmin ahlaki hiyerarşisinde bilhassa önemli rol üstlenir görünüyorlar ve aksi halde soğuk ve kaotik olacak bir dünyaya erdem temin eden unsurlar olarak temsil ediliyor. İz Peşinde’deki Vahşi Batı her şeyi ve herkesi hayvana çeviriyor ki bunun en bariz örneği kurum satan, patavatsız Rooster. (Artık aileye ekmek getiren kişi olan) Mattie babasının intikamını almaya çalışırken aslında insanlık ve destek -ailesine bu zor zamanlarda yardım eli uzatacak birilerini- arıyor. Fakat yalnızca lafta kalan ahlaki ve düşünce üstünlükleriyle insanlar onu neredeyse her seferinde hayal kırıklığına uğratıyor. Ve film insanlığın Mattie’yi nasıl eli boş bıraktığını güzel, üzücü ve karanlık şekilde gösteriyor. Sevgisine karşılık veren atlar gibi Mattie de yükü olan bir hayvan gibi yaşamak zorunda kalıyor.
CrimeReads editoryal ekibinden Olivia Rutigliano
Köstebek (Tinker Tailor Soldier Spy, 2011)
Uyarlandığı eser: Köstebek, John le Carré (1974)
Bize karamsar, karanlık atmosferler sunan İsveçli Tomas Alfredson (“Gir Kanıma”nın yönetmeni), John Le Carré’nin 1974 tarihli klasik romanından uyarlanan filmde İngiliz istihbaratının bej tonlu, kül yüzlü dünyasını o kadar kusursuzca işliyor ki ne zamandır orada olan sigara dumanı ile gerginlikten akan terin kokusunu almak, takım elbiselerin kaşındıran kumaşı ile lekeli tüylü halıyı hissetmek neredeyse mümkün oluyor. Gary Oldman, Le Carré’nin köşeye sıkıştırılan fakat aldatıcı şekilde sinsi, hayatı boyunca istihbarat memuru olarak çalışan George Smiley karakterinin en güncel yorumunda, emekli olduktan sonra geri çağrılmış ve gizli servisin üst kademelerindeki bir Sovyet köstebeğini ifşa etmekle görevlendirilmiştir. Oldman’a buz gibi ifadeleriyle en seçkin İngiliz oyunculardan oluşan bir belalılar kadrosu eşlik ediyor: Birkaç isim sayacak olursak Colin Firth, Mark Strong, Benedict Cumberbatch, John Hurt ve Tom Hardy. Bunlar, özel hayatları gizli servisin karanlık ritüelleri ve ahlaki tavizleri nedeniyle yavaşça tükenen adamlar. Filmin tamamı çok fazla kasvetli ama bu insanı büyüleyen türden bir kasvet. Bir filmi Son On Yılın En İyileri statüsüne yükseltmek için böyle bir argüman sunmanın tuhaf olduğunun farkındayım ama Alfredson’un yeniden uyarlaması o kadar tamamen “olmuş” ki ne zaman (genellikle gecenin köründe) Köstebek’i izlemeye otursam anında bambaşka yerlere gidiyor, kendimden geçiyorum. Çelişkili ama Oldman’ın kan kusup kızılcık şerbeti içtim diyen, melankolik Smiley’sini bu yıkık krallığın yıkıntıları arasında –durgun düşmanlıklar ve yok olup gitmiş idealizmden mürekkep bir post-Kim Philby atmosferi içinde– takip etmenin insanı hem yatıştıran hem de son derece huzursuz eden bir yanı var.
Book Marks editörü Dan Sheehan
Açlık Oyunları (The Hunger Games, 2012)
Uyarlandığı eser: Açlık Oyunları, Suzanne Collins (2008)
Süper kahraman filmlerinin sanat olmadığını söylediği için Martin Scorsese’ye kızanlara saygısızlık olmasın ama ben de Açlık Oyunları’nın muazzam bir sanat eseri olduğunu düşünmüyorum fakat muhteşem bir uyarlama olduğu kanısındayım. Kendine has ergen çeşnili ama yine de gerçekten ürkütücü görkemiyle kitabın ruhunu yakalamasının yanı sıra son derece eğlenceli bir film. Tıpkı Açlık Oyunları’ndaki karakterlerin Açlık Oyunları’ndan gözlerini alamamaları gibi bu da benim ekranda ne zaman görsem izleyeceğim türden bir film. Bir kere kadro kusursuz: Stanley Tucci, Caesar Flickerman olarak abartılı oyunculuğunun zirvesinde! Woody Harrelson sevimli huysuz Haymitch Abernathy rolünde! Wes Bentley var! Amerikan Güzeli’nde oynuyordu hani? Adam gerçekten yönetmen olmuş! Açlık Oyunları’nın yönetmeni! Filmin montajı da çok sağlam. Bence şöyle olmuş: Yönetmenler senaryoya bakmışlar ve “Bundan kurgu çıkar mı?” demişler. Cevap genellikle evet olmuş! Tıpkı “Açlık Oyunları’nı seyredeyim mi?” sorusunun cevabı gibi. Filmde Jennifer Lawrence da var.
Social Media editörü Jessie Gaynor
Kayıp Kız (Gone Girl, 2014)
Uyarlandığı eser: Kayıp Kız, Gillian Flynn (2012)
Kayıp Kız’ı tanıtmaya gerek olmasa da ben yapacağım. Kayıp Kız, Gillian Flynn’in ilk olarak 2012 yılında yayımlanan ve anında çok satanlar listesine giren kitabından uyarlandı. Flynn’in Kayıp Kız’ı yayımlandığı ilk sene içinde iki milyon sattı. Yönetmenliğini “Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi”, “Yedi”, “Dövüş Kulübü”, “Zodiac” ve “Ejderha Dövmeli Kız” dahil duyduğunuz ne kadar film varsa hepsini yöneten David Fincher’ın üstlendiği psikolojik gerilimin başrollerinde Rosamund Pike, Ben Affleck, Neil Patrick Harris ve Tyler Perry vardı (filmin yapımcıları arasında Reese Witherspoon da bulunuyor) ve senaryoyu yazan Gillian Flynn de direksiyondaydı. 2014 yılında gösterime giren film eleştirmenlerden tam not aldı ve 369 milyon dolar hasılat yaptı. Bu esnada Rosamund Pike’ın Amy Dunne performansı kendisine Oscar adaylığı ile BAFTA, Altın Küre ve Ekran Oyuncuları Derneği (SAG) Ödüllerini getirdi. Resmî övgüleri aradan çıkardığımıza göre şimdi fenomene dönüşen hikayeye geçebilirim.
“Kayıp Kız”, Amy Dunne’ın ortadan kaybolduğu günle açılır; bu, aynı zamanda Amy’nin kendisini öldürmekle suçlanan eşi Nick Dunne’ın dağılmaya başladığı gündür. Hikaye ilerledikçe anlatı Nick Dunne’ın suçlu olup olmadığının araştırılması ve Amy Dunne’ın bulunan günlüklerinde yazdıklarından uzaklaşıp aslında hayatta olan ve “cinayeti”, kötü bir koca olduğu için cezalandırmak istediği eşinin üstüne yıkan Amy’e odaklanır. Nick artık Amy’nin evlendiği adam değildir. Film nasıl açılıyorsa öyle kapanır: Amy yatakta yatmakta ve kameraya, şefkatli ve flörtöz gözükmesi gereken ama aslında gaddarlığı nedeniyle huzursuzluk veren bir bakış atmaktadır. İnsanı rahatsız edecek kadar uzun tutulan bu sahnede Nick’in söyledikleri “Ne düşünüyorsun? Ne hissediyorsun? Biz birbirimize ne yaptık?” olur. Bu sözcükler film boyunca yankılanır ve finalde tekrar duyulur.
Film, gerilimi pekiştiren ve gizemi kuvvetlendiren tüyler ürpertici zıtlıklarla dolu. Fincher’ın, Kayıp Kız’ın “noir” estetiğini mükemmel şekilde tasvir edişi takdire şayan. Bu durumun bariz bir örneği Nick ve Go’nun son derece loş, boş (gerçi sabah), viski içip insanı rahatsız eden çiğ esprileri alaya alırken masa oyunları oynadıkları barları. Nick ve Go ayrıca Amy’den şikayet ediyorlar. Dedektif Rhonda Boney mükemmel: İfadesiz bir yüz, güney aksanı ve New Yorklu snop Nick’i tanışmalarından yalnızca birkaç dakika sonra savunmasız bırakan alaycı bir espri anlayışı. Filmde şöyle harika bir sahne var: Nick, oturma odasındaki mobilyaların devrildiğini ve kapının aralık olduğunu gördükten sonra polisi aramıştır ve Dedektif Boney prosedür gereği evi teftiş etmektedir; Nick’in yatak odasına girer ve ona işiyle ilgili öylesine sorular sorar. Nick, yazar olduğunu söyler. Aynı zamanda adı “Bar” olan bir barı vardır. “Aaa, demek adı Bar” der Boney, “Adına bayıldım. Ne kadar ismiyle müsemma.” Dedektif Boney, bize suçları araştıran bir dedektifin nasıl olması gerektiğiyle ilgili söylenen her şeye uymaktadır; yalnız ne ahmaktır, ne cahil. Boney’nin daha kana susamış, daha genç astıyla ilgili ise bunları söylemek mümkün değildir; o, deliller neyi gösterirse göstersin Dunne’ın tutuklanmasını istemektedir. Bu filmin ayrıntılarıyla ilgili daha epey yazabilirim ama söyleyeceğim son ve en önemli şey, Amy’nin gerçek kişiliğini izleyiciye tanıtan ürpertici monoloğu.
Gözünde güneş gözlüğü, tek kolunu -ikna edici bir olay yeri oluşturabilmek için kan aldığı kol- camdan sarkıtarak araba kullanan Amy, güneşli bir kasaba yolunda ilerlemektedir ve biz artık onun neler yaptığını bilmekteyizdir. Amy bu noktada ikonik “havalı kız konuşması”nı yapar; “Haksızlığa uğramış bir kadının öfkesi Cehennem’de bile yoktur” sözünü kanıtlar nitelikteki konuşma. Konuşmanın güzelliği dramatikliği, hiddet dolu olması ve Amy’nin psikopat olduğunu ve bizim asla bu kadar ileri gitmeyeceğimizi bilmemize rağmen yine de izleyici olarak kafamızı sallayıp “Evet” dediğimiz kısacık bir an yaşatmasıdır. Evet. Bu kadar övdükten sonra sizi merakta bırakmak olmaz; o yüzden o monologdan bir parça sunuyorum: “Erkekler bunu hep mühim bir iltifat olarak söylerler, değil mi? Kafa kız… Seksi ve anlayışlı. Kafa kızlar asla sinirlenmez; yalnızca kırgın, sevgi dolu şekilde gülümser ve erkeklerinin istediklerini yapmalarına müsaade ederler. Hadi durma, sıç üstüme. Hiç önemli değil. Ben Kafa Kız’ım. Erkekler bu kızın gerçekten var olduğunu düşünüyor. Belki de bu kızmış gibi davranmaya hevesli çok fazla kadın olduğundan buna kanıyorlardır.” Monolog filmde, kitapta, kafanızın içinde işte böyle devam edip gidiyor. Kayıp Kız’ın etkisi, ortaya çıkardığı fenomen işte bu.
Editör Eleni Theodoropoulos
Carol (2015)
Uyarlandığı eser: Tuzun Bedeli, Patricia Highsmith (1952)
Therese ve Carol, otoyol kenarındaki alelade bir otelin yemek salonunda kahvaltı etmekteyken bir adam davetsiz misafir olur. Masalarına oturan adam kadınları soru yağmuruna tutar; onlar da kısa, muğlak yanıtlar verirler. Bu esnada kadınların yüzleri arasında koşut ama çok daha enteresan bir sohbet gerçekleşmektedir; hafif kalkık bir kaş, alaycı bir baş sallama, gözler önünde ama karşılarındaki adam için tamamen saklı bir iletişim dünyası söz konusudur. Patricia Highsmith’in 1952 yılında yayımlandığında sonu umutsuzluk ya da ölüm olmayan bir lezbiyen ilişkiyi anlattığı için çığır açan kitabı Tuzun Bedeli’nden uyarlanan Carol, görünmez kalmalarının tercih edildiği bir dönemde kuir kadınların birbirlerini bulup sevmelerini mümkün kılan bu türden sözsüz bağ ve anlayış sayesinde pek çok şey anlatıyor.
1952 Noel’inde başlayan iki kadın arasındaki aşk hikayesi hem neşeli hem de toplumun kuirlik ve kuir cinselliğine direncinin ortaya çıkardığı birçok tehlikenin farkında. A. O. Scott, The New York Times’taki yazısında izleyicinin bu iki sevgiliyi “halka açık yerlerde, gözler önünde saklı, hem acı veren, hem koruyan ve dile getirilmeyen varsayımlarla örtülü şekilde” izlediklerini yazmıştı. Fakat diğer birçok kuir anlatısındakinin aksine söz konusu tehlikeye ilişkin farkındalık çiftin yakınlığına gölge düşürmüyor; bunun yerine, kuir kadınların hayatta kalmak için uygulamak zorunda kaldıkları ve inanılmaz sonuçları olan taktiklere ışık tutuyor.
Kıdemli editör Corinne Segal
Hizmetçi (The Handmaiden, 2016)
Uyarlandığı eser: Ustaparmak, Sarah Waters (2002)
Park Chan-wook’un Sarah Waters’ın romanından ilham alan radikal uyarlaması (radikal derken yönetmenin olayları Viktorya dönemi İngilteresi’nden bir o kadar katı ve keskin sınıf ayrımlı 1930’ların sömürge yönetimindeki Koresi’ne taşımasından bahsediyorum) yalnızca 2016’nın en beğendiğim filmi değildi, ayrıca en sevdiğim roman uyarlaması oldu. Film yavaş ve sakin başlıyor; bu da anlatı ilerledikçe olanları -içinde detaylı, çok yönlü bir dümen, bir işkence odası, bir lezbiyen uyanışı, bir porno kütüphanesi ve bir ahtapot var- bir o kadar çarpıcı kılıyor. Hem bir aşk hikayesi hem de bir gerilim olan bu filmin her anı olağanüstü güzellikte, büyüleyici, seksi ve fena halde tuhaf. İyiden de öte bir film.
Uyarlama sürecini dikkate almamamız gerektiğini bilsem de şu unsur benim için çarpıcıydı: Film, zaten sevdiğim bir kitaptan uyarlanmıştı. 2016 yılında da yazdığım gibi film, “kitapta hoşuma gitmeyen ne varsa (mesela aşırı derecede karmaşık ve kısmen yavaş bir üçüncü perde) kesip atmış ve yerine asıl istediğim şeyleri -bu iki tuhaf, güçlü kadının işbirliği- koymuş. Filmi seyretme deneyimim bana peri masallarının çağdaş yorumlarının okunmasını anımsattı; hâlihazırda iyi ve mühim olan bir şeyi alıp tahammül ötesinde leziz bir hal alana, tam olarak istediğiniz şeye dönüşene kadar kıvırıp büken, son derece tatmin edici bir isteklerin kabul olması durumu. Film bana zaten feminist olan bir romanın feminist bir yeniden tahayyülü gibi geldi.”
Kıdemli editör Emily Temple
Geliş (Arrival, 2016)
Uyarlandığı eser: Hayatının Hikayesi, Ted Chiang (1998)
Ya dil yalnızca etrafınızdakiler hakkında değil, yabancılar ve kendinizle de ilgili bir şeyler bilmenin anahtarıysa? Dennis Villeneuve’ün, Ted Chiang’ın 1998 tarihli öyküsü Hayatının Hikayesi’nden uyarlanan filmi Geliş bittiğinde izleyici bunun filmin ana sorusu olduğunu anlar. Amerikan ordusu, dünyanın çeşitli bölgelerinde konuşlanan on iki dünya dışı uzay aracından birini incelemeleri için (her zaman güvenebileceğiniz Amy Adams’ın hayat verdiği) dilbilimci Louise Banks ve fizikçi Ian Donnelly’e (Jeremy Renner) başvurur. Banks ve Donnelly uzay aracında “heptapod” adını verdikleri ve karmaşık bir logogram sistemi, yani bir kelime veya ifadeyi temsil eden yazılı karakterlerle iletişim kuran iki amorf uzaylı keşfeder. Bu dolaysız ortam dil, empati ve iletişimsizliğe ilişkin duygulandıran ve genellikle anksiyete uyandıran bir incelemeye temel oluşturur. Geliş’in şaşırtıcı sonu filmin son on yılın en içten filmleri arasındaki yerini sağlamlaştırıyor. İzlandalı büyük besteci Jóhann Jóhannsson imzasını taşıyan ilkel, düşünceye sevk eden müzikler filmin tasavvurla yoğrulmuş estetiğini kuvvetlendiriyor.
Yardımcı editör Aaron Robertson
Beni Adınla Çağır (Call Me By Your Name, 2017)
Uyarlandığı eser: Adınla Çağır Beni, André Aciman (2007)
Adınla Çağır Beni’nin yazarı André Aciman, başta yönetmen Luca Guadagnino’nun uyarlamasının hoşuna gitmeyeceğini düşünmüş; Vanity Fair için kaleme aldığı bir makalede yazdığına göre seti ziyaret ettiği ilk andan itibaren Guadagnino’nun filme ilişkin vizyonunun, kitabı kaleme alırken kendisini yönlendiren vizyondan kayda değer ölçüde farklı olduğu açıkmış. Fakat Aciman’ın Berlin Film Festivali’nde izlediği nihai ürün ve özellikle de filmin meşhur son sahnesi yazarı afallatmış. Aciman, “Filmin sonu, yazdığım romanın ruhunu benim asla hayal edemeyeceğim veya umamayacağım şekillerde yakalamış” diye yazıyor.
Aciman’ın on yedi yaşında bir dahi olan içe dönük, takıntılı Elio’ya ilişkin anlatısı, Guadagnino’nun ellerinde Elio ile yaz boyunca ailesinin yazlığında kalmak üzere oraya gelen yaşça daha büyük yüksek lisans öğrencisi Oliver arasında bir aşk hikayesinin filizlendiği bir dizi aylak İtalyan yaz gününe dönüşüyor. İtalya’nın Lombardiya bölgesinde çekilen film, gerçekdışı gözükecek kadar leziz. Ayrıca, Timothée Chalamet (Elio) ve Armie Hammer’ın (Oliver) rollerine elle tutulur bir kimya ve daimi, çözümsüz bir arzu katmaları sayesinde filmin mercek altına aldığı bağın -ve ardından gelen benlik arayışının- kuvvetini izlemek neredeyse acı verici. Anthony Lane, The New Yorker’da mekanın -“Kuzey İtalya’da bir yer”- özellikle muğlak bırakıldığını söylüyor; “Cennetin hususiyeti herhangi bir yerde var olabilmesidir ama bir kez oraya vardınız mı yoğunluğu o kadar kesin detaylarla doludur ki bunları asla unutmazsınız” diye yazıyor. Bu film, vakit ayırdığınıza değecek bir cennet ve kesinlikle son on yılın en iyi uyarlamalarından biri.
Kıdemli editör Corinne Segal
Kaynak: Literary Hub, 12 Aralık 2019
Çeviren: Çağla Taşkın