Ayın Öyküsü’nü Faruk Duman seçti.

Gülay Gökçen

Sami’nin koluna girdim, upuzun koridorda ağır ağır yürürken, “yazın hasta olunmazmış” diye geçirdim içimden. Daralmıştım. Gömleğimin yakasından bir düğme daha açtım, elimdeki kağıt mendille alnımdaki, boynumdaki teri sildim. Sami’nin üzerindeki yeleği çıkartmak istediysem de elimi itiverdi hoyratça. Zorlamadım. Hastaneye girince yüzü asılıyor, daha da huysuzlaşıyordu. Onkoloji Servisi’nin sonundaki tuvaletten gelen keskin amonyak kokusu genzimi yaktı. Nefesimi tutup da geçtiğim koridordan on iki numaralı odaya yönelmişken Dilek hemşire karşıladı bizi.

“Oooo Sami Beyciğim gelmiş. Nasılsın bakalım Sami Bey?” dedi.

“Boyunlarım” dedi Sami, parmaklarıyla boynunu yokladı, yüzü buruştu hemen.

“Kaç tane boynun varmış ki senin hele,” dedi Dilek Hemşire, sevecenlikle gülümsüyordu. “Gel bakalım yatağına alalım seni.”

Bıraktığım kola girip her zamanki yatağına aldı Sami’yi. Ben arkalarından gittim.

“Sen uzan Sami Beyciğim, sarı serumdan getireceğim sana, cimbomlusun ya, diğer koldan da kan vericez şimdi, oh sarı kırmızı, bir güzel fanatik yapacağız seni” dedi ve yine o güleç yüzüyle çıktı odadan.

Yanımdan geçerken ben başımı eğerek gülümsedim ona, Sami ise bezgindi. Hemşirelerin hastaları biraz olsun rahatlatmak için yaptıkları şakalar Sami’ye banamısın demiyordu. En az üç gün yatacaktık yine. Karımın yıkayıp ütülediği mavi pijamalarını giydirdim, yatağına yavaşça yatırdım. Dilek Hemşire tıbbi malzemeyle dolu tekerlekli arabacıkla birlikte tekrar içeri girdi. Cama doğru yöneldim. Solgun tenine iğne batırıldığında, yüzünün aldığı hal beni perişan ediyordu. Serumlar, o karışık hortumlar takılırken her zamanki gibi camdan dışarıyı izlemeye koyuldum. Bahçe sanki hastane bahçesi değildi. Pencereyi açtım. Derin derin havayı kokladım. İçerisi ne kadar ilaç ve beklemiş idrar kokuyorsa dışarısı da o kadar çiçek kokuyordu. Yemyeşil çimlerin etrafında özenle dikilmiş güller kırmızı, pembe, sarı açmışlardı; gonca güller de bir iki güne açılır saçılırlardı. Mor menekşeler, akşamsefaları güllerin altında toprağa meç ediyorlardı. Asırlık meşenin altındaki çimlerde uzanıp serinlemeyi hayal ettim. Belki ileriki saatlerde hava almak için biraz dışarı çıkar, çimlere uzanırdım.

Dilek Hemşire gitmişti. Hava sıcaktı ama anamın “yatan insan üşür her zaman, örtmek lazım” dediğini hatırladım. Ucuz deterjanla defalarca yıkanmaktan kaskatı kesilmiş beyaz pikeyi Sami’nin üzerine örttüm. Hastaneye gelirken büfeden aldıklarımı; suyu ve gazeteyi poşetinden çıkardım. Sami’ye baktım. Gözleri kapalıydı. Uyumadığını biliyordum. Gözlerini benden kaçırmak yerine tamamen kapatmayı yeğlemişti. Gözbebekleri yuvalarında istemsizce dönüyordu. Kollarını iki yanına upuzun, dümdüz açmıştı. Hemşirenin uyarılarının dışına çıkmamak için özel çaba harcadığı belliydi. İlaçların yan etkilerinin olabileceğinden endişeliydim. İnip kalkan göğsünü görünce her şeyin yolunda olduğundan emin oldum. Serum ve kan, torbalarından şıp şıp damlayarak rahatça damara giriyordu.

Akıp giden hayatlarımızın bir hastane odasında bu denli sevimsiz bir şekilde birleşmesi hiç düşünmediğim bir şeydi. Biriktireceğimiz daha güzel anılarımız olmalıydı. Gelip geçen onca zamanı düşündüğümde Sami’yle geçirdiğim anların azlığının beni huzursuz ettiğini fark etmiştim. Yatağın ucundaki gri metal refakatçi sandalyeme oturdum. Gazetemi açıp okumaya başladım. Okumak denemez, daha çok düşünüyordum. Sanki bu küçük, nemli odanın kovsan da gitmeyen yapışkan düşünceleri üzerime salan bir hali vardı. Keşke konuşsa, keşke şu gazetede neler yazdığını sorsa, dış dünyada neler olup bitiyor diye merak etse… O zaman hayat onun için daha kolay olmaz mıydı, diye soruyordum kendime. Memleketten geldiğinden beri böyleydi. Son bir haftadır neredeyse hiç konuşmuyordu. Oysaki evde ne karım ne de oğlum, yadırgıyordu onu. Karım öyle vurdumduymaz kadınlardan değildi. “Tek elle alkış olur mu?” diyordu hep ortak kararlar alacağımız zaman. “Ne yapalım, kimi kimsesi yok, biz bakacağız” demişti Sami için. Oğlum okuldan geldiğinde hemen Sami’nin odasına girer okulda arkadaşlarıyla yaptığı bütün yaramazlıkları bir bir ona anlatırdı. Bunlar yetmiyordu demek. Altı aylık sessizliğinde neler düşündüğünü merak ediyordum. Hastalığına mı üzülüyordu, ki muhakkak öyleydi, ama daha da fazlası vardı sanki. Kırk beş yıllık ömürde yarım kalan, tamamlanamamış yaşanmışlığı mıydı, evlenip çoluk çocuğa karışamamanın üzüntüsü müydü yoksa kendini bize bir yük olarak mı görüyordu, ölüm korkusu mu, neydi onu bu hale getiren? Ah bir konuşsaydı. Kime danışsam bir psikoloğa gidin diyordu. Tedavi bitince götürmek gerekti.

Odanın sessizliği öğle yemeğini getiren görevlinin külhanbeyi narasıyla bozuldu. Gazetemi bıraktım gri metal sandalyeme. Görevli el çabukluğuyla, “bu hastanın, bu da senin” dedi, iki tabldotu ellerime tutuşturdu. Refakatçi yemekleri kırmızı renkli, bol yağlı ve salçalı, hasta yemeği bembeyaz, yağsız tuzsuz bir çorba ve yoğurt.

Yatağın başındaki etajere bıraktım yemeğini. “Yemek geldi, kan bitince mutlaka yemelisin” dedim. Sami gözünü açtı ama konuşmadı yine. Yedikleri bir kuşun yediği kadar bile değil bir haftadır. Ne konuşuyor, ne yiyor, ne de içiyordu. Az da olsa yiyebilsin diye sevdiği yemekleri soruyorduk. Birlikte yaşasaydık bilirdik. Yılda iki hafta gidildiğinde, köyde geçirilen zamanlardan ibaretti artık görüşmelerimiz… Biteviye her yıl bizi ağırlar, kahvaltımızda davarından elde ettiği peyniri, kaymağı, komşusundan aldığı balı eksik etmez, “Şehirli milleti nasıl bulsun bunları, haydi yiyin de mideniz bayram etsin” derdi. Gösterdiği ilgiden hoşnut günlerimizi geçirir, misafirliğin tadını doyasıya çıkarır, onun neyi sevip sevmediğiyle pek de ilgilenmezdik.

Onu daha iyi görebilmek için yatağının başını biraz kaldırdım. Duvara yapışık küçük masaya oturup kendi yemeğime gömüldüm. “Çıkmadık candan ümit kesilir mi hiç, kesilmez, kolay mı” dedim içimden. Altı ay önce hastalığı öğrendiğimde onu almaya, memlekete gitmiştim. Gökle birleşen dağların arasındaki köyümüzde Sami’nin baktığı davarı, ineği apar topar elden çıkardık, satmaya kıyamadığı için Sarıkız’la, köpeği Oscar’ı komşuya bıraktık. Anamla babamdan da hatıraydı, daha da önemlisi emanetti onlar Sami’ye. Vakti zamanında ben okumayı tercih edince o da köyümüzde kalmıştı. Baba ocağını çekip çevirmek onun göreviydi artık. Ne yalan söyleyeyim, yıllar var ki bu konuyu hiç konuşmadık. Memnun muydu, değil miydi, bilmiyorum. Sanki yaşamın bize biçtiği rolleri bir çırpıda ezberlemiştik ve oynuyorduk. Şimdi ise unuttuğumuz repliklerimizi bize hatırlatacak bir suflöre ihtiyacımız vardı sanki. Tedavinin büyük bir hastanede yapılması gerektiğini anlatıp yanıma aldım onu hemen. Daha o gün gönülsüzdü Sami. Tedaviyi istemedi ama ağrılar da rahat vermiyordu.

İki haftadır ilk kez böyle yalnız kalmıştık. Eve gelen giden eksik olmuyordu. Benim ahbaplarım, oğlumun arkadaşları, hatta hastalığı duyan uzak yakın hısım akraba kim varsa eve doluşuyordu. “İyice içine kapandı, böyle gelen giden de çok olunca” dedim karıma, “gelene de gelme denilmez ki” deyip savuşturdu beni.

Yemeğimi bitirince tekrar gri metal sandalyeme oturdum, gazetemi elime aldım. Okuyormuş gibi kocaman açtım. Sami görmüyordu beni, “Saçaklı Ali duruyor mu hâlâ köyde?” diye soruverdim. Hepimizin lakabı vardı köyde. Babamızın lakabı Irgat olduğu için bana Irgat’ın Ali, Sami’ye de Irgat’ın Sami derlerdi. Saçaklı’nın lakabı ise fazla kilolarından geliyordu. Hantal bedeninde, en ufak bir hareketiyle pantolonunun içinde duramayan gömleği sağdan soldan sarkardı.

“Köyde o” dedi.

Boynumu gazetenin sağından yana uzattım. Baktım onun gözleri hâlâ kapalı, bana bakmıyor. Ama cevap vermesi hoşuma gitti. “Konuşmaya devam etmeli” dedim içimden. Küçükken tam tersiydi. O konuşur da konuşurdu. Hep hikâyeleri vardı anlatacak. Köyümüzün yanındaki ormanı anlatırdı en çok. Ormanda duyduğu hayvan seslerini taklit ederdi. Yılan gibi tıslıyor, kunduz gibi gaklıyor, yaban domuzu gibi homurdanıyordu. Ben bazen sıkılır, dinliyormuş gibi yapıyordum, o yüzümdeki kayıtsızlığı görünce konuyu hemen değiştiriyordu. Şimdi ise ben anlatıyordum, o susuyordu.

“Ya, dedim. Peki Zevzek Kamil? O da köyde mi?” Çok konuşurdu Kamil, onun lakabını bizzat babası takmıştı. “Doluya boşa konuşuyorsun be zevzek oğlum” derdi oğluna.

“O da köyde” dedi.

Gazetenin üzerinden kaçamak bir bakış daha attım. Gözlerini açmıştı ama bana değil de kapıya doğru bakıyordu şimdi. Sanki kapının hemen ardı köyüydü, davarıydı, sarıkızıydı, burnunda tüttükleriydi. Hayat o kapının ötesinde daha güzel akıp gidiyordu onun için. Ben bir taraftan durmaksızın konuşuyordum. Gazete hâlâ elimdeydi, yüzümü hatta bedenimi bir paravan gibi örtüyordu.

“Ne günlerdi. Zevzek ne biçim ayartıyordu bizi. Bir gün, hiç unutmuyorum. Zevzeklerin duvara saklanmıştık dördümüz. Hatırlarsın sen de. Anasının bahçeden topladığı olgun domatesleri ikindi namazına yetişmeye çalışan adamlara nasıl da fırlatmıştık. Bakkal Hasan’ın keline nasıl da yapışmıştı o domates, şılap diye. Bir iki bakınmıştı sağa sola nerden geldi diye, kimseyi göremeyince yoluna devam etti tabii. Kıs kıs gülüyorduk biz duvarın arkasından. Bir taraftan koşuyor bir taraftan da kelini temizlemeye çalışıyordu Bakkal Hasan.” O günkü gibi bir iki kıkırdadım ben. Anlattıkça keyifleniyordum, gazete hâlâ kamufle ediyordu beni. Arada üstten bakmaya devam ediyordum. Sami de gülümsüyordu artık. Bildik tanıdık bir ifadeyi ancak yakalayabilmiştim yüzünde. Çocuksu bir gülüştü onunki de.

“Hele okulu astığımız gün. Ama sen ayartmıştın o gün bizi kabul et,” dedim. Böyle sıcak bir gündü. “Lan, dedin, böyle sıcakta başlarım okuluna da dersine de. Zevzeğin bisikletine sen, Saçaklınınkine ben. Rampayı çıkarken terlemiş, sonra da bir güzel derede serinlemiştik. Ben Saçaklı’yı daha bir severdim sanki ya sen?” diye sordum. Gazetenin bir tarafını katladım, açıkça ona bakıyordum artık.

“Ben de” dedi. Derin bir nefes çekti. “Saçaklı az kahrımızı çekmedi. Bisikletini biz paraladık da gezmekten, bir kere bile hesap sormadı.” Gözleri tavana bakıyordu şimdi. Tamı tamına iki cümle kurmuştu. Koskoca iki cümle… Haftalar sonra. Yeni konuşmaya başlayan çocuğuna sevinen baba kadar keyifliydim.

“Öyle ya. Okuldan şikâyet gelince de ben ayarttım onları Irgat amca deyip bizi babama karşı korumuştu. Hey gidi Saçaklı hey” dedim. Çocukluğumuzu hatırlamak bana da iyi gelmişti. Ben köyden ayrıldığımdan beri başka hayatlara savrulmuştum. O hep köyde, Saçaklı ve Zevzek’le aynı hayatı yaşamıştı. Alışık olduğu yaşamı birden altüst olan oydu. Onların isimlerini duyduğunda nasıl da canlanmıştı? Hakkı vardı. Üstelik ben de onu, Saçaklı’yla Zevzek’ten ayıran, onu kök salmış toprağından koparan kişiydim. Kardeşlik görevimi yapıyordum ama çocukluğumuzda hapsolup sıkışan neşemizi, o sıcaklığımızı geri getiremiyordum.

Kan serumdan önce bitmişti. Boşalan kan torbasını çıkarması için hemşireye haber vermeliydim. Hiç okumadığım gazetemi gri metal sandalyeme bırakıp kapıya davrandım. “Hemşireyi çağıracağım” dedim.

Sami arkamdan seslendi. Kafamı çevirip yüzüne baktım. Yüzünün rengini görünce aylardır hastalıklı hücrelerin kanını nasıl da bir vampir gibi emdiğini anladım. Kan damarlarından dolaşıp nihayet yüzüne gelip yuvalanmıştı. Sarıdan beyaza kesmiş yanakları şimdi al aldı.

“Bu ayki tedavi bitince beni köye götür” dedi. Gözleri benimkilerle sevecenlikle buluştu.

“Götürürüm,” dedim. “Gidelim, hem Zevzek’le Saçaklı’yı da görürüz.”

Gülümsedim. O da gülümsedi.

Gülay Gökçen