
Bazı eserlerde büyülü bir yan vardır. Bu büyüyü oluşturan şey, tek başlarına da çok değerli işler üreten insanların bir araya gelişleridir ki her zaman olmayacak şeydir bu. Şölendir artık o film, o müzik albümü, o kitap, o oyun! Arizona Dream (1993) de böyle bir şölendir. Emir Kusturica, Goran Bregovic, Iggy Pop, Johnny Depp, Faye Dunaway bir daha bir araya geldiler mi? Bildiğim kadarıyla, hayır.
Arizona Dream düştür, gerçektir, havada yüzen balıktır, arabayla aya çıkmaktır. Aşkta yaş farkının, çölde oradan oraya savrulan avare çalı gibi dolaşmasıdır. Ve daha bir sürü şeydir. Dünyanın en yakışıklı adamı vardır bu filmde. Kaplumbağalar vardır; çöl, kaktüs… Müzik de afilli papatyasıdır bu filmin, yakasına ilişmiştir, kokusu tüm filme sinmiştir.
Arizona Rüyası, tersine bir Amerikan rüyasıdır aslında. Kahramanımız Axel Blackmar, New York’ta bir doğabilimcinin yanında çalışmaktadır, işi balıklarladır. Onları elektroşokla uyutur, tartar, ölçer ve nehre geri salar. Filmin hemen başında, işini şöyle tanımlar Axel:
“İnsanlar benim balıkları saydığımı sanırlar, saymam. Ruhlarına, rüyalarına bakarım balıkların ve sonra benim rüyalarıma girmelerine izin veririm. İnsanlar balıkların aptal olduğunu sanır, değiller. Ne zaman sessiz kalacaklarını biliyorlar sadece, aptal olan insanlar. Balıklar her şeyi bilir, düşünmeye ihtiyaçları yoktur onların.”
Filmin neredeyse sloganı haline gelmiş olan, balıklarla ilgili bu repliğe Rus yazar Andrey Platonov’un “Çevengur” romanında rastlarız. Mutevolu balıkçı, Zahar Pavloviç’e şöyle der:
“Bak akıl deryası. Balık yaşamla ölüm arasında durur, o yüzden hem dilsizdir, hem de bakışı ifadesiz; bir danayı al misal, o bile düşünür, ama balık düşünmez, o her şeyi zaten bilir.”
Pisi balığının yanısıra film boyunca bir leitmotif olarak oradan oraya dolaşan bir başka şey de avare çalıdır. İşe bakın ki bu avare çalıya da Platanov’da rastlamak mümkündür, yazarın “Can” romanında şöyle tasvir edilir avare bir çalı: “Perekati-pole diye bilinen pürtüklü avare bir çalı, rüzgarın yardımına gereksinim duymadan yürüyor, tozlara bulana bulana geçip gidiyordu önünden yuvarlanarak. Toz içindeydi bu çalı, yorgundu, yaşamak için sarf ettiği emek ve hareket yüzünden ahı gitmiş vahı kalmıştı; kimsesi de yoktu üstelik, ne bir akrabası, ne bir yakını; her daim bir yerlerden bir yerlere gidip duruyordu.” Nitekim Can romanının (Can halkıyla birlikte) başkahramanı olan Nazar, bu avare çalıyı “dinlenmesi için” bir sopaya bağlar ve ona yoldaşlık eder.
Arizona Dream’deki Axel de, filmin sonunda, her şey olup bittikten sonra rastlar avare çalıya. Ölen amcasının araba galerisinin bahçesinde ve sokaklarda dolanıp duruyordur avare bir çalı. Bizim Axel’in de, tam o sırada, bu avare çalıdan bir farkı yoktur.
Yine de tamamen yalnız değildir Axel, düşleri vardır. Babasının ona küçükken söylediğini unutmaz: “Birinin ruhunu görmek istiyorsan, düşlerine bakmalısın.” Hayallerine, rüyalarına…
Filmdeki herkesin bir rüyası, bir düşü vardır. Axel’in Cadillac satan amcası Leo sattığı arabaları üst üste yığıp aya ulaşacaktır söz gelimi. Elaine (Faye Dunaway) uçmak istiyordur. Elaine’in üvey kızı Grece şöyle der: “Sonsuza dek yaşayacağım. Bir gün bir kaplumbağa olarak uyanacağım, bir kaplumbağa olacağım.” Leo amcanın ve Axel’in sadık dostu Paul Leger ise “artiz” olmayı kafasına koymuştur. Tıpkı De Niro gibi, Al Pacino gibi, Johnny Depp gibi büyük bir oyuncu olacaktır o. Axel, Paul’ün yapmacık pozlarıyla dalga geçtiğinde “ben bir sanatçıyım” der, kendinden emin bir şekilde. Hayaline toz kondurulmasına müsaade edecek değildir. Axel, muhabbetin devamında “tırışkadan” bir sanatçı olduğunu söylediğinde ise cevabı hazırdır: “Öyle ya da böyle. Sanat sanattır.” Kendinden, daha doğrusu düşlerinden emindir Paul.
Axel, işte tüm bunların arasında, kendi düşünü bulmaya çabalar. Aslında tüm yaptığı budur. Nedir, bu arayış sırasında yıkılır perde, viran kalır geriye. Axel de bir başına, avare bir çalı olarak kalır. Yapacağı tek şey, düşlerine sarılıp uyumaktır artık.
Onur Çalı