I
İçi boşaltılmış suç kavramının siyasi roman geleneğimizdeki yerini göz önünde bulundurduğumuzda, orada taze bir sürprizle karşılaşma olasılığı bana kalırsa bir hayli düşük. Füruzan’dan Yaşar Kemal’e, Kemal Tahir’e dek, zahmetsizce takip edebileceğimiz o damarın kendine seçtiği topraklarda yoklamadığı pek az yatak kalmış olsa gerektir. Karaçam Ormanı’nda beni irkilttiyse, nedeni içerikten ziyade sunuş biçimi, dolayısıyla. Bu yetinme romanının görünür yüzündeki bir çelişki de işaret ettiğim ayrıma sokulmak için sanırım ülküsel kapı: Romanın kısalığı onu özetlemeyi zorlaştırıyor.
Fatih Balkış’ın göçmen yazarı, PEN International’ın daveti üzerine, yıllar sonra Türkiye’ye, Karaçam Ormanı’nda yaşayan kadın yazarın evine geliyor. Üç roman yayımladıktan sonra, kendini unutulmuş saydığı için, yazı üzerinden temas kurma fırsatı onu heyecanlandırmış gibidir. Yeni ülkesinde geçim çarklarını döndürmek amacıyla servis şoförlüğünden gece bekçiliğine dek pek çok ufak tefek işte çalışırken bir yandan da yeni romanını bitirmeye çalışmış, fakat sonunu henüz getirememiştir. Biraz da bu tıkanıklığı çözme ümidiyle kabul etmiştir çağrıyı, gelgelelim tanımadığı kadın yazarla buluşur buluşmaz tek yönlü bir iletişime toslar. Neredeyse ağzını hiç açmadan dinlerken, onunla birlikte ve onun sayesinde kadın yazarın yıllardır hiçbir şey yayımlamadığını, siyasi bir yazı nedeniyle iki yıl tutuklu kaldığını, Gombrowicz üzerine yazmayı tasarladığı romanın yerle bir olduğunu öğreniriz.
II
Konuk yazar anayurda döner dönmez kendini duyduklarının gördüklerini tutmadığı, dublajlı bir filme düşmüş gibi hissediyor ya, o tutukluğun olağan sonucuna uzanması, anlatı zamanını ele geçirmesi için ormana varmasını beklememiz gerekecektir:
“Korkarım buradan çıkamayacağım. Buranın dönüşmesine […] tanıklık edeceğim. […] Ve günün birinde, buraya yerleştikten tam iki yıl, avukatın beni ziyaretinin üzerinden on dokuz ay geçtikten sonra, siz bir konuk olarak çıkageleceksiniz ve bana başka bir yerde yaşama fikrini anımsatacaksınız.” (s. 15)
Kendi şimdiki zamanında, Karaçam Ormanı’nda isimli romanı kaleme alan anlatıcı dolaysız anlatım ile dolaylı anlatımı birbirinde eritmeye başlayınca metnin çerçevesi de, zamanı gibi, birbirini besleyen döngülere dönüşüyor:
“Sanırım, yani onun kendi deyişiyle, yakınlaşma çabası, hep boşuna bir çaba olmuş ve gerçekten gülüşünü paylaşabileceği kimse olmamış. Şu ödül meselesinden haberiniz vardır, demişti kadın yazar. Yayınevi onu arayınca telaşa kapılmış, daha ödül törenine iki ay olmasına rağmen hayatı altüst olmuş.” (s. 38)
Geçmiş ile şimdinin, geleceğin birbirine karışmasının önünde engel kalmadığı bu noktada, fikir ile sunuş biçimi arasındaki ilişkiye Philip Roth’un nasıl yaklaştığını hatırlatmalıyım. En kesin, fakat en kestirme ifadelerden biri onundur: Kapsamlı bir sunum stratejisiyle kuşatılmadığı sürece, fikri önemsiz bulur. Ona göre metro sabah işe giderken aklındakinden sıkı bir roman çıkacağı hayalinin peşine düşmüş, yavanlığa saplanması kaçınılmaz insanlarla doludur. Romanın temelindeki basit fikir yanıltmamalı, dolayısıyla. Karaçam Ormanı’nda, şıpınişi zamansızlaştırma diyebileceğim bir temel üzerine inşa edilmiş, kıvamlı bir metin.
III
Balkış’ın keşfedilmemiş toprakları adımladığını iddia edecek değilim; metin kuntluğuyla Bernhard’ı, müzikalitesiyle McElroy’un orta boy romanlarını, ana karakter ile odaktakinin birbirini tutmamasıyla Poe’dan ta Eski Ahit’in Samuel kitaplarına dek izi sürülebilecek hacimli bir geleneği hatırlatıyor. Elbette bu notların yelpazesine sığacak çıkmalar değil bunlar. Kezâ Genette’in Kayıp Zamanın İzinde’yi yüzlerce sayfa sürükleyen öncelemeler, kat kat geri dönüşler üzerinde yaptığı o dudak uçuklatan otopsi de. Diyeceğim, yukarıda değindiğim zamansal kırılma örneklerinin anlatıları bir kader ânında ele geçirmesine alışkın olduğumuz. Dileyen, Fuentes’in Artemio Cruz’una uzanabilir, o kokuşmuş askerin bilincinin kırıntılarını bir arada tutmaya çalışırken geçmişinden bugünü görmeye nasıl başladığına da bakabilir. Oradaki ölüm döşeğinde, “küllerin geleceğin kalıntısı” olduğu Karaçam Ormanı’nı seçecektir.
“Başlangıcın ve sonun aynı anda var olduğu” ormanda, metnin aynı temanın zenginleştikçe zenginleşen tekrarlarından oluşacağı ilk kırılmaya çarpar çarpmaz başa dönmesinden belliydi. O andan sonra roman boyunca aklımda tek bir kelime vardı: Boléro.
IV
Maurice Ravel, mustarip olduğu progresif afazinin erken belirtisi sayılagelmiş Boléro’yu tamamladığında yıl 1928’di ve unutkanlıklarını yakınlarından saklayamıyordu artık. Hem hafızasının hem de benliğinin yitip gittiğini duya duya ışığının sönmesine daha dokuz yıl vardı ama, hastalığını el yordamı sezdiyse bile, bilemezdi: “Orkestraya biçilmiş bir kumaş” saydığı, trampetin peşine düşmüş o döngüsel ezginin gücünü ne denli toplamaya çalışırsa çalışsın her defasında aynı alçalan dört notaya teslim olması, yeteneğin yaşama aldırmadığını göstermek için takınabileceği kötücül tavırlardan sadece bir tanesi.
Müzik bilgisi benimkinden daha iyi olan bir meraklı metni müziğe aktarsa ortaya ne çıkar kim bilir; zira Balkış’ın yinelemelerle vardığı pürüzsüz bütünlüğün yakıcı ette çözülmeyecek, insanın hevesini kursağında bırakacak bir ölüm dansına dönüşeceği fikrini aklımdan çıkaramıyorum –her ne kadar onun cümle kurma hazzına direnememesinin, küçük sinek kâbilinden, kitabı yer yer yavanlaştırdığını düşünsem de. Kadın yazarın Gombrowicz yenilgisi bütünlenirken yolunun Zbigniew Herbert’e çıkması biraz da bu nedenle şaşırtmadı beni. O savruluş, romandaki gizli erotizme kanımca ışık tutuyor –yeri gelmişken, Herbert’in kitaplarının Türkçeye hâlâ kazandırılmamış olmasını büyük eksiklik saydığımı belirtmeliyim.

V
Çin Atı, Lascaux’daki mağara resimlerinin en bilinenlerinden. Herbert o neredeyse kusursuz Bahçedeki Barbar’ında, resmin göz kamaştırıcı ahenginin yanında bütün betimlemelerin iki paralık sayılabileceğini öne sürer. Öte yandan rafine sanatın böylesini tarih öncesi avcıların acımasızlığıyla bağdaştırmakta zorlandığını da saklamaz. Bir sanatçının işlediği hayali cinayete nasıl olup da rıza gösterebildiğimiz sorusuna yanıt ararken kendini aynalı bir koridorda bulur ama. Sibiryalı kabilelerin avlanma yöntemlerinden yola çıkarak, tarih öncesi avcının, hayatta kalmak için bizzat avlanması gereken hayvanları kendi eşiti gibi gördüğüne dikkat çeker. Avlarıyla psikanalizin alanına giren bir ilişki kurmuştur o resimleri yapanlar: Hayvan, öldürülmeye rıza göstermediği sürece düşmeyecektir; bir rengeyiği, avcısını sevmezse, muhatabınınkinden daha yüksek derecedeki ruhunu ona teslim etmez. Bu yargıya varırken kimsenin o dört ayaklılara danıştığını sanmıyorum. Herbert de benimle aynı fikirde: Ona göre insanın ilk günahı ikiyüzlülüktür. Lascaux resimlerini belki de liebestod’un ilk örneği saymak gerekir.
VI
Kadın yazarın geçmişiyle, yenilgisini hazırlayanlarla kurduğu ilişkinin görünmeyen yüzünün, Herbert’in anılan ikinci yapıtından da yansıması rastlantı olmasa gerek. “Karıncalar”dan kastın Karıncaların Kralı olduğunu tahmin ediyorum. Düzyazı şiire komşu o toplam Orfeus mitinin alaycı bir gözle yeniden yorumlanmasıyla açılıyor. Eurydike, Hermes’in peşi sıra dünyaya dönerken isteksizdir. Beriki onun gönlünü almak için Orfeus’un yakında öleceğini, Eurydike’nin kendine genç bir erkek bulup mızmız, ihtiyar sevgilisinden kurtulacağını çıtlatır. Beklemediği bir yanıt alır ama:
“İkinci defa evlenmeme izin vermektense taşlayarak öldürürler herhalde beni. Millî dul olurum ben bundan sonra, sadakate, şiire reklam yüzü olurum. Ya beni sarp kayalık bir yere bırakıp albenili kehânetler fısıldamamı bekleyecekler ya da bir tapınağa hapsedecekler; ki ikisi de aynı kapıya çıkar. İşte o zaman ikinci kez öleceğim. İnsan nasıl ikinci defa ölür? İlki kadar eziyetli, zahmetli olmasa bari.”
Çeviriyi Lehçeden değil, İngilizceden yaptığım için okur beni mazur görür umarım.
Romanda bu iki kitabın hem adının yanlış hatırlanması hem de tek bir metinmiş gibi tınlaması kadın yazarın hafızasına güvenilmeyeceğini ima etmek için seçilmiş bir aksaklık olabileceği gibi, Balkış hesabına, romanın değerini düşürmeyecek bir dil sürçmesi de olabilir –cümleyi yanlış okumuş olabileceğimi de yabana atamam kuşkusuz. Her halükarda, Eurydike’nin dünyaya dönmekteki isteksizliğinde, kadın yazarın okur tarafından bir kez daha aşağılanmaktan kaçınmak için saklanmaya karar vermesinin izlerini görüyorum.
VII
Korunaklı ama çıkışsız Karaçam Ormanı’nda, erotik dansın ancak sonuçsuzuna mecali var belki de karakterlerin. Birbirini tanımayan bir kadın ile bir erkek, görünmez yırtıcıların ortasında ancak birbirlerine dokunmadıkları, birbirlerini dinlemekle yetindikleri sürece o teması taze tutabilecek. Başkalarının ahlâkını onlar hesabına korumaya yeltenenlerden olduğunu ima etmiyorum Balkış’ın; kadın yazar için çattığı iskeletin üzerine titrediğine işaret ediyorum. Gerçekte sadece iki haftalığına geldiği ormana yerleştikten sonra, zamanla, ormanın onu cinsiyetten arındırdığını sezdiğini biliyoruz kadının. Kendini rahme yeni düşmüş, ormana fazla geldiğinden kaygılanan bir embriyo gibi hissettiğini de. Saklanma kararlılığı ile bulunma hevesi arasındaki çatışmanın benliğini oynamasına kanaat ediyor ama. Sanırım elindeki ham malzemeden seçtiklerini de erkek yazara bu nedenle teslim ediyor. Olası geleceklerin birden fazlasını kaldıracak hâlde değil artık.
Romanın ilerleyen sayfalarında, hücrede bekletilirken dünyanın katmanlarına yaptığı hayali yolculuğun ürpertici bir çeşitlemesine yeni yuvasında da çıktığını öğreniyoruz. Düpedüz ormanın iç organlarına yapılan bir yolculuktur bu seferki; o yolculuğun sonunda, doğarmış gibi, adına kavuşur. Gelgelelim kendini kıstırdığı çözümsüzlüğün peşine takılmaktan başka seçeneği yoktur. Adına kavuşur kavuşmaz metinle birlikte yok olur.
VIII
Yapıtın dış çerçevesinin kendini geçersiz kılması nedeniyle romanı kırk yıl gecikmiş sayabiliriz ya, güncelliğini korumasını göz önünde bulundurarak bunca zamandır yerimizde saydığımıza dair, kuş bakışı bir taşlama da görebiliriz onda. Balkış’ın okuru mutlak kararsızlığa saplamak gibi, artık gelenekselleşmiş yöntemlere bilerek yöneldiği ortada çünkü. Bir söyleşisinde, “Anlatmak istediğim geniş konudan bir kesit aldım ve romanı şimdiki haline indirgedim. Bu bitmemiş, devam eden bir hikâye,” derken yalan söylediğini iddia edecek değilim; gelgelelim doğruyu söylerken gerçekleri saf dışı bırakmış olabileceğini düşünmek hoşuma gidiyor. Kendini erkek yazara, herkesin görebileceği bir yere saklayarak biçim değiştirdiğini seçmek zor değil: Anlatıcı bunca yıldır doğru dürüst Türkçe konuşmadığına göre yalnız yaşıyor olmalı. Evliyse de, hayatını anadili Türkçe olmayan bir insanla birleştirmiş olsa gerek –hoş, Kızılderililerin yaşadığı ıssız bölgelere uzanma hayalini göz önünde bulundurursak, aile hayatı olasılığı pek akla yatkın gelmiyor.
Dahasını da bilemiyoruz: Dinleye dinleye anlatmaya başlayacağını mı ümit etmişti? Dinledikçe geçici ev sahibesiyle birlikte, Teiresias’ınkinin akrabası, hünsa bir kehânet gücüne erişmek mi vardı aklında? Orhan Burian üzerine yazdığı romanı bitiremeyeceğini, çünkü gelmesini beklediği zamanın geçip gittiğini ancak o zaman mı kabullenecekti? Maruz kaldığı hikâyenin ona tuttuğu ayna nedeniyle, roman dosyasını bütünlediği kendi şimdiki zamanında, yapıtını eksiltmeye karar verdiğini öne sürebiliriz. Yine de gözü kapalı yanıtlayabileceğimiz sorular değil bunlar.
Bitmemiş bir bütünlükten çekip çıkarılmış bir roman olasılığı, elimizdeki. Karaçam Ormanı’nda bir edebiyat olayı değilse, bunu tastamam Balkış’ın romanını eksiltmesine borçluyuz. Hepimize derin bir nefes aldırdığı için, kuru da olsa bir teşekkürü ondan esirgemeyelim; zira neyi “görmezden gelmesi gerektiği konusunda biricik” olan (s. 34) edebiyat ortamımızda, yerli bir olaya ne yayınevlerimiz hazır ne de eleştirmenlerimiz.
IX
Büyük Fransız yönetmen Jean-Pierre Melville’in başyapıtı saydığım Le Cercle Rouge’unda, emniyet genel müdürü “Suçsuz insan olmaz. Herkes suçludur. İnsanlar bu dünyaya masum gelir, ama o masumiyet uzun sürmez,” derken, inancının temelindeki sabit fikri genişletebildiği kadar genişletmekten daha akla yatkın bir şey göremediği için varıyordu o yargıya. “Herkes suçlu,” ile “Her şey delil,” arasının tek adım olduğunu akıl edebilseydi, onca yıl kendini yok yere yorduğu için hayıflanacaktı belki de. Gözaltına alınırken kadın yazarın evinde bulunan kitapların kurgusal sayabileceğimiz dünyaların hepsinde pekâlâ delil sayılabileceğini bildiğim için, orada bu satırların yazarının Ali Abher’ine rastlamanın beni ürperttiğini belirtmeliyim, son olarak. Balkış, ben ve başkaları, kalem oynatırken, günün birinde, bir romanda, kendimizinki de dâhil hangi hayatların yerle bir olmasına zemin hazırladığımızı bilemiyoruz çünkü. Orada suçsuz olduğumuzu dinleyecek kimseyi bulamayacağımızdan ise en ufak bir şüphemiz yok.
Emre Ağanoğlu