“Yapmamayı tercih ederim” cümlesini edebiyat tarihine ve okurların hafızasına kazıyan Herman Melville’in “Kâtip Bartleby” adlı eseri, Utku Özmakas çevirisiyle okura sunuldu.
Tanıtım bülteninden:
Modern insanın içsel çelişkilerini konu ettiği eserleriyle Amerikan edebiyatının başkaldıran sayılı kalemlerinden Herman Melville, “Yapmamayı tercih ederim” cümlesini edebiyat tarihine ve okurların hafızasına kazıyan Kâtip Bartleby novellasında ölümsüz bir karakter yaratır.
Avukatlık bürosunda kâtiplik yapan Bartleby’nin naif bir reddedişle başlattığı direniş sarmalı, dünyaya dair esaslı bir bakış açısına dönüşür. Son derece basit görünen bu “tercih”in alışılmış davranışlar bütününü uğrattığı çaresizlik karşısında duyulan haz, büyük değişimlere yol açan yangınların küçük kıvılcımlarla alevlendiği gerçeğini de bir kez daha hatırlatır. Modern dünyaya karşı pasif direnişin simgesi olan Bartleby karakteriyle Melville, özgür iradenin ölümsüz anıtını sözcüklerle dikiyor.
Kitaptan tadımlık bir bölüm:
Ununu eleyip eleğini asmış bir adamım ben. Son otuz yılda işim gereğince epey ilginç ve nevi şahsına münhasır insanla sıradanın ötesinde denebilecek türden bir münasebetim oldu; gelgelelim, şimdiye değin bu insanlar hakkında bildiğim kadarıyla hiçbir şey yazılıp çizilmedi. Bu insanlar derken yazıcıları, başka bir deyişle kâtipleri kast ediyorum. Pek çoğunu kişisel sebeplerle ya da iş vesilesiyle tanırım ve istesem haklarında iyi mizaçlıları güldürecek, duygusalları ise ağlatabilecek türlü çeşit hikâye anlatabilirim. Ne var ki, görüp işittiğim en tuhaf kâtip olan Bartleby’nin hayatından birkaç parçayı aktarmak uğruna diğer bütün kâtiplerin biyografilerini yazma hakkımdan feragat edebilirim. Diğer bütün yazıcıların hayatını noktası virgülüne kadar noksansız kaleme alabilecek olsam da, Bartleby için böyle bir şey söz konusu dahi olamaz. Bu adamın hayat hikâyesini noksansız ve tatmin edici bir şekilde yazmak için hiçbir şeyin kâfi geleceğini sanmıyorum. Edebiyat namına telafi edilemez bir eksiklik… Bartleby, birincil kaynaklar dışında anlamanın çok güç olduğu insanlardan biriydi ve hakkında da böyle fazlaca kaynak yoktur. Onun hakkında bütün bilip bilebildiğim, daha sonradan takdirinize sunacağım şüpheli bir belge haricinde, bizzat gözümle görüp şaşkınlığa düştüğüm hadiselerden ibaret.
Size gözüme çarptığı ilk haliyle bu kâtibi tanıtmadan evvel biraz kendimden, çalışanlarımdan, işimden, işyerimden ve genel çevreden söz etmem münasip olur; çünkü bunlar, tanıtılacak baş karakterin yerli yerince anlaşılması için elzemdir. Imprimis*: Bendeniz, gençliğinden bu yana en kolay hayatın en iyi hayat olduğuna derinden inanmış birisiyim. Bu cihetle, parçası olduğum meslek grubu, herkesçe bilindiği üzere, zinde ve heyecanlı olmayı gerektirse de, en şiddetli çalkantılarda bile hiçbir şeyin huzurumu kaçırmasına müsaade etmem. Hani jüriyi asla umursamayıp izleyenlerin alkışlarının peşinde koşan o hırslı avukatlardan değilim; aksine, rahat bir şekilde geri çekilip serinkanlı bir sükûnetle zenginlerin bonoları, ipotekleri ve tapuları arasında yaparım işimi. Tanıyan herkes, son derece sağlam biri olarak bilir beni. Öyle pek de coşkulu bir kişiliği olmayan rahmetli John Jacob Astor, hiç tereddüt etmeksizin birinci özelliğimin sağduyu, ikincisininse yöntem olduğunu söylerdi. Böbürlenmek için değil, bilinsin diye söylüyorum; merhum John Jacob Astor mesleğimi icra ettiğim süre zarfında her daim işten yana bonkör davranmıştı bana. Altın külçesine düşen bir yüzük gibi tınlayan, yusyuvarlak ve dairesel bu ismi yinelemekten hoşlandığımı kabul etmeliyim. Şunu da ekleyeyim ki, merhum John Jacob Astor’un olumlu kanaatine kayıtsız kalmam mümkün değildir.
Bu küçük hikâyenin başlamasından kısa süre önce işlerim epeyce bir açılmıştı. Eski güzel büromda, şimdilerde New York Eyaleti’nin lağvettiği Chancery mahkemesi naipliği işine layık görülmüştüm. Öyle pek zorlu bir iş değildi; üstelik iyi de para getiriyordu. Çok nadiren sinirlenirim; amma velakin, bana doğru dürüst davranılmayıp haksızlık edildiğinde de kendimden geçerim. Tam da burada biraz çıkışmama ve yeni bir yasayla Chancery mahkemesinin aniden ve kesinkes lağvedilmesinin bende yarattığı öfkeyi dillendirmeme müsaade edin lütfen. Üzerinde düşünülüp taşınılmamış bir karardı bu; ömür boyu para kazanacağıma bel bağladığım bu iş, yalnızca birkaç yıl gibi kısa bir sürede sona eriverdi. Tabii, laf buraya geldi diye anlatıyorum bunları.
Bürom, Wall Street … numaradaydı ve üst kattaydı. Bir cephesi, bütün binayı tepeden tırnağa kaplayan aydınlığın vurduğu ferah bir duvara bakıyordu.
Bu manzaranın, tam da manzara ressamlarının “yaşam dolu” dediği şeyden yoksun, sıkıcı olduğu düşünülebilir. Gelgelelim, şayet böyleyse bile, öteki cephesi de bir zıtlık sunuyormuşçasına bomboştu. Bu cephedeki pencereler devasa bir tuğla duvara açılıyordu; üstelik de yıllardır günışığından mahrum kaldığı için kararmış bir duvara. Küçük bir dürbünle bakıp gizli güzellikleri keşfedebileceğiniz bir duvar değildi bu; aksine, miyopların işi kolaylaşsın diye muhakkak, üç metre ötemde duruyordu. Çevredeki binalar epeyce yüksek, bense ikinci katta ikamet etmekteydim; böyle bakınca da, bu duvarla aramdaki boşluk, büyük bir sarnıcı andırıyor gibiydi.
Bartleby’nin buraya ilk adımını atmasından evvel iki yazıcının yanı sıra istikbal vadeden bir de genç çalışıyordu emrimde. Birincisinin adı Hindi, ikincisininki Cımbız, üçüncününkiyse Zencefilli idi. Bunlar, rehberde kolayca rastlayabileceğiniz isimlere benzemiyor şüphesiz. Aslında bunlar, üç yazıcımın birbirine taktığı lakaplardı ve görünüşe bakılırsa her biri kişiliklerine ya da dış görünüşlerine gayet münasipti. Hindi, kısa, şişman bir İngiliz’di; yaşı bana yakındı, yani altmışına merdiven dayamıştı. Sabahları kıpkırmızı olan yüzü saat öğleyi vurdu mu, yani yemek saati geldi miydi, korlaşmış Noel kömürüne dönerdi, adeta cayır cayır yanardı. Saat altı gibi ya da altıyı biraz geçe de, bu kırmızılık kaybolmaya başlardı. Bu saatten sonra, sanki güneşle birlikte doğan, yükselen ve batan, tıpkı güneş gibi düzeninden şaşmayan ve ihtişamından hiçbir şey kaybetmeyen o yüzün sahibini artık göremezdim. Hayatım boyunca pek çok tuhaflığa şahit oldum; bunlardan biri de, Hindi’nin kızıl ve ışıl ışıl çehresinden en dolgun ışıklarını saçarken, -tam da en hayati anda- yirmi dört saatin geri kalan kısmında işle ilgili sahip olduğu vasıflarını aniden kaybedivermesiydi. Bunun sebebi, o anda hepten tembellik etmesi ya da işten memnuniyetsizlik duyması değildi; bambaşka bir şeydi. Anlaşılması asıl güç olan, bu durumda büsbütün enerjik olmaya meyilli olmasıydı. Tuhaf, öfkeli, telaşlı, delişmen, dikkatsiz bir canlılık sarıverirdi bu adamı. Böyle durumlarda kalemini hokkaya dikkatsizce daldırıverebilirdi. Bu öğle sonrası dalgınlığı bütün evraklarımın lekelenmesiyle neticeleniyordu. Aslına bakılırsa, yalnızca bu dikkatsizlik yüzünden evraklarımı lekelemekle kalsa iyi; bazı günler daha da ileri gidip epeyce gürültü patırtı çıkarırdı. Böyle zamanlarda yüzü, sanki kömür üstüne antrasit boca edilmiş gibi, sertleştirilmiş çelik bir levhaya dönerdi. Hareket ettikçe gacır gucur sesler çıkaran rahatsız sandalyesinde oturur; kurutma kutusunu çöpe döker; kalemlerini tamir eder; onları sabırsızca parçalara ayırır ve aniden öfkeye kapılarak hepsini yerlere fırlatır; ayağa kalkar, masasına yaslanır ve kâğıtlarını olabilecek en biçimsiz şekilde kutusuna yerleştirirdi. Onun gibi yaşlı bir adamın yapacağı üzere, hüzünlü gözlerle uzaklara dalardı. Gelgelelim, benim için pek çok açıdan en değerlisi ve saat on ikiyi vurmadan evvel en hızlı, istikrarlı çalışan da oydu. Ayrıca kolaylıkla taklit edilemeyecek üslubuyla yığınla işi hallederdi. Bu nedenlerle tuhaflıklarını görmezden gelmeye hazır olsam da, ara sıra onu paylardım. Yine de bunu çok nazikçe yapıyordum; çünkü sabahları dünyanın en efendi, hatta en uysal ve saygılı insanı olmasına rağmen, saat öğle vaktini vurunca parlamaya hazır, biraz da dilini tutmaktan yoksun, aslına bakılırsa küstah birine dönüşüveriyordu. Sabahları yapıp ettiklerini takdir ediyordum ve bu yüzden onu kaybetmemeyi aklıma koymuştum. Gelgelelim, aynı zamanda saat öğle on ikiyi vurunca alevleniveren bu hali beni rahatsız ediyordu. Sükûnete düşkün biri olarak, verdiği sert tepkiler hususunda tembihlerimi dinlemeyen bu adama, bir cumartesi günü öğle vakti (en çok cumartesi fena oluyordu) nazikçe artık yaşlandığını, daha az çalışmasının belki daha iyi olabileceğini ima etmeye kalkıştım; velhasılıkelam, saat on ikiden sonra büroya gelmesine gerek yoktu, belki yemeğini yiyip çay saatine kadar evine giderek dinlenebilirdi. Ama hayır; öğle sonrası ayinini gerçekleştirmekte ısrarcıydı. Yüzü katlanılmaz bir biçimde kıpkırmızı olmuştu. Odanın öbür ucunda duruyor ve elindeki uzun cetveli sallayarak adeta bir hatipmişçesine sabahları yapıp ettikleri faydalı olduğuna göre öğleden sonraki mesainin neden lüzumlu olduğu hususunda beni ikna etmeye çalışıyordu.
“Affınıza sığınıyorum efendim,” dedi Hindi, “kendimi sizin sağ kolunuz olarak düşünüyorum. Sabahları birlikleri hizaya sokup konuşlandırıyorum; öğleden sonraları başlarına geçip düşmana karşı cesurca hücuma geçiyoruz.” Bu esnada elindeki cetveli hiddetle sağa sola savuruyordu.
“Aman Hindi, mürekkep lekeleri…” deyiverdim.
“Doğru, lakin affınıza sığınıyorum efendim, saçıma başıma bakın! Gitgide yaşlanıyorum. Eminim ki, bu sıcak öğle vaktinde kırlaşmış saçlarımın yanında bir iki damla mürekkep lekesinin o kadar da büyük bir ehemmiyeti yoktur. İhtiyarlık, sayfada lekeye yol açsa da, muhterem bir şeydir. Affınıza sığınıyorum efendim, ikimiz de yaşlanıyoruz.”
* Öncelikle. (ç.n.)