14.Şubat.20

Öğretmenler günü kutlanır. Merasimler, törenler, istiklal marşları, şiirler, hediyeler… Öğretmenliğin ne kadar kutsal olduğundan bahsedilip durulur. Ne kadar hayati bir vazife olduğundan. “İyi ki öğretmen olmuşum” ya da “Bir daha dünyaya gelsem yeniden öğretmen olurdum” lafları uçuşur.

Öğretmen maaşlarının düşüklüğünden, öğretmenlerin verdiği niteliksiz eğitimden [ve öğretmenlere verilen niteliksiz eğitimden], sözleşmeli ya da ücretli öğretmenlerin sorunlarından [hatta sözleşmeli öğretmen diye bir şey olmasının tuhaflığından] bahsedilmez pek.

Bugün de aynı şey olacak. 14 Şubat Dünya Öykü Günü bugün.

Öykü türüne övgüler düzülecek: Öykünün insana dair olmasından [tuhaf ki tuhaf], vicdandan tutun istediğiniz yere kadar götürün… Büyük ve klişenin allahı laflar…

Öykücülerin ürünler yayımladıkları dergilerden, binbir emekle çattıkları kitaplarından alamadıkları teliflerden, yayınevlerinin öyküyü popüler bir alışveriş nesnesine dönüştürme girişimlerinden, yazarı tüketim nesnesi gibi pazarlanabilir bir “şey” haline getirmesinden, öykü kitapları basan yayınevlerinde çalışan editörlerin, çevirmenlerin, redaktörlerin ve diğer yazın emekçilerinin sorunlarından bahseden olmayacak muhtemelen.

Ödül mekanizmalarının demokratikleştirilmesi gereğinden, “tek adamlık” rejiminin yalnızca siyasette değil ödül jürilerinde de hükmünü sürdürdüğünden, küçük ve butik yayınevlerinin dağıtımda yaşadıkları sorunlardan [haksız rekabetten], öykü kitaplarının kısıtlı öykü okurundan [bunların ekserisi de kendileri öykü yazanlar zaten] öteye ulaşamamasından bahseden de olmayacak.

Eh, kutlu olsun Dünya Öykü Günü!

15.Şubat.20

ey eline geçirdiği her şeyi ütüleyen
―ey deyince hava birden değişir―

[Osman Konuk, Kırmızıda Beklerken, s. 20]

16.Şubat.20

Nawel Ben Kraiem’i dinlediniz mi hiç? Kendisi bir Tunus-Fransa ortak yapımı: Anası Fransız, babası Tunuslu. Zaten sesinden, gırtlağından anlayabilirsiniz bunu. Cirrus namlı bir grupla birlikteydi eskiden, sonradan ayrılmış onlardan.

Bütün şarkıları güzel ve fakat ben özellikle Priere adlı şarkısından açmak istiyorum. Nedir bu şarkı? Önce bir söyleşisinde bu şarkıya ilişkin söyledikleriyle başlayalım. Çevirmeye çalıştım.

Sormuşlar: “Priere adlı şarkınızda Hallelujah ve La ilahe illallah’ı duyuyoruz. Bir hikayesi ya da bir amacı var mı bunun? Ve günümüzde dinlerin ayrıştırıcılığından uzak durabilmek mümkün mü?”

Cevap vermiş Nawel: “İki dinli bir ortamda büyüdüm; Fransız anneannem İsa’ya dua ediyordu, Tunuslu babaannem Muhammed’e. Burdaki maneviyat bana ilham vermiştir. Bugün, bu ikisini ilişkilendirmek ya da birlikte duymak bir hoşgörü mesajı gibi algılanıyor. Böyle de olabilir elbette ama bu benim için aynı zamanda doğal olan bir şey.”

Şarkı hakkında şöyle de demiş Nawel: “Birçok kişi bana Priere’in sözlerini soruyor. Hinuların yağmur duasıyla açılıyor şarkı ve diğerleriyle devam ediyor…”

nawal

Evet, Hinduların yağmur duasıyla başlar şarkı:

dejeambe djagada ambe matabawani djeambe
dou gadina sini du ga djedje kalawina sini kali djedje
huma rama bra hamani dje dje rada rukamani sina dje dje

Sonra Hallelujah’a geliriz: Bu ünlem İbranice kökenlidir ve “Rabbe övgüler/şükürler!” şeklinde çevrilir (Bakınız: Mezmurlar, 150:1). Yani, Elhamdülillah’la hemen hemen aynı şey.

Şarkının sonunda da lâ ilâhe illâllâh gelir. Yani: Allahtan başka ilah yoktur.

Bu şarkıyı her dinlediğimde aklıma Hüsnü Arkan’ın Bir Hiçe Doğru şiiri gelir:

Her şey sayıklaması gibiydi Allah’ın yalnızlığı
Lâilâhe illâllah, lâilâhe illâllah

De ki Allah yalnızdır. Ama biz değiliz, çok kalabalığız.

17.Şubat.20

İlhan Berk, Galile’de İsa’yla birlikte doğmuştur
İsa’nın çarmıhını taşıyan Simun odur
Odur bütün Lidya ırmaklarında yıkanan
Fenike bakışlı, Babil’in sokaklarıyla zaman

[Tuğrul Tanyol, Şiirler – 3 (1970-2012), s. 46]

yolum bir masada son buluyor
güzelliğin,
yeni toplanmış çiçekler gibi
duruyor orada

[Tuğrul Tanyol, Şiirler – 3 (1970-2012), s. 120]

18.Şubat.20

İnsanın doğup büyüdüğü ve dahi çok sevdiği memleketi hakkında “Şeytan’ın tahtı oradadır” denmesi hoş değil tabii. Nedir, yapacak da bir şey yok. Yeni Ahit’in Esinleme (ya da Vahiy) kitabında, evet, Bergama için böyle denir.

Çünkü benim pagan hemşerilerim, sonradan Aziz ilan edilecek olan Bergama piskoposu Antipas’ı, 11 Nisan 92’de, [o günlerde yaygın rastlanan bir yöntem olan] pirinçten yapılmış bir boğanın içine koyarak ateşe vermiştir.

Antipas, toprağı bol olsun, Anadolu’nun ilk diş hekimi kabul edilir. Aziz olduktan sonra, diş rahatsızlığı olan inananlar ona dua eder oldular.

Antipas’ı pirinç boğanın içine koyup neden yaktılar peki? Şundan: Kendisi akla hayale gelmeyecek şeyler söylüyordu. Muhtemelen içine kötü ruhlar kaçmıştı.

Dişçi Antipas Aga

Şöyle: Dünya üzerinde “insan”ın tarihi iki buçuk milyon yıl kadar geriye gidiyor. Tek tanrı inancının ise yaklaşık, sadece ve sadece dört bin yıllık bir geçmişi var. Hristiyanlar bu tuhaf icadın –yani tek ve görünmeyen, aşkın, hiçbir yerde oturmamasına rağmen her yerde olabilen bir tek tanrı’nın– mucidi değillerdi ama söyledikleri şey aşağı yukarı aynıydı. Nedir, Roma topraklarındaki sayıları çok çok azdı. Henüz Milano Fermanı yoktu ortada, ne de Hristiyanlık resmi din olarak kabul edilmişti. Bunlara birkaç asır vardı daha. Kaldı ki Hristiyanlık resmi din olarak ilan edildiğinde bile toplam Roma nüfusundaki oranları çok azdı [%5-8 arasında olduğu söylenir]. Ezcümle: Hristiyanlar azınlıktaydı ve zamanın hakim inanışlarına göre, söyledikleri kafirceydi. Antipas’a bu yüzden kıydılar.

Gel zaman git zaman, işler değişti; kafir ve inanan, zalim ve mazlum rolleri yer değiştirdi. Zulüm de asırlar boyunca tersine istikamette aktı durdu. Nedir, tek bir şey aynı kaldı: Ne hikmetse zulmü hep “inananlar” uyguluyordu.

19.Şubat.20

Halide Edib’in “Türk’ün Ateşle İmtihanı” çok değerli bir hatırat. Hem yazarı hem de Anadolu Hareketini anlamak açısından. Nedir, savaş ve kargaşa ortamında devam eden “hayata” dair bazı ayrıntılar, asıl bunlar, çok şey söyledi bana. Tarih kitaplarının zaviyesinden bakıldığında es geçilebilecek şeyleri hatırlatıyor Halide Edib’in anıları.

Yunanlılarla Anadolu’da süren savaşın yıkıcılığını insan hikayeleri üzerinden anlatıyor Halide Hanım. Bilhassa Tetkik-i Mezalim şubesinde çalıştığı dönemde [başlarda Yakup Kadri ve Yusuf Akçura da onunla birliktedir], geri çekilen Yunanlıların yaptığı mezalimi kayda geçiriyor. Yakıp yıkılmış köylere gidiyor, insanların şikayetlerini, acılarını dinliyor, yaşadıkları vahşete ilk elden tanıklık ediyor. Korkunç şeyler. Ve fakat hayat devam ediyor bir yandan: İnsanlar evleniyor, aşık oluyor, küsüyor, barışıyor… Sanki savaş yokmuşçasına.

Bütün bu ayrıntılar içinde iki “tip” çok enteresan geldi bana. Birincisi, o hırgür içinde, Boz Oğlan adını verdiği ayısıyla güreşmeyi özleyen Miralay Arif Bey. Halide Edib, ayısını anlatırken Miralay Arif’in “insani taraf”ını ortaya koyduğunu söylüyor. Başka konularda konuşurken son derece ciddi ve belki sıkıcı bir adam ama ayısından bahsederken gözleri ışıldıyor. Halide Hanım, bu Boz Oğlan’ı daha sonra Mustafa Kemal’in Ankara’daki evinin bahçesinde görür: “En çok sevdiği, armuttu. Koskocaman ve korkunç bir mahlûktu. Uzattığım armutu alıp yedi, fakat benimle güreş etmeye kalkmadı.”

[Ayı sevgisi yüzünden Ayıcı Arif olarak da bilinen Miralay Arif Bey, birkaç yıl sonra, İzmir Suikasti davasında idam edilecektir.]

İkincisi ise Yüzbaşı Cemil. Halide Edib’in anlatmasına göre bu adam Saint-Cyre’de eğitim görmüş bir havacı askerdir. I. Cihan Harbinde sağır olur. İyi resim yapan, nazik bir adamdır. Halide Edib, “Kalben askerlik aleyhindeydi” der Yüzbaşı Cemil için. Tetkik-i Mezalim görevi sırasında Halide Edib’e eşlik eder ve yazarın resimlerini, karikatürlerini yapar.

Halide Edib, hatıratının bir yerinde, gidecekleri yere Yüzbaşı Cemil yüzünden geç vardıklarından yakınır. Nedenini başka bir yerde anlattığında anlarız:

“Onunla at üstünde uzun müddet gitmek imkânsızdı. Bir saat sonra daima attan iner, atından onu yorduğu için özür dilerdi.”

20200219_182348-02

Hepimiz kardeşiz!
İnsanlara değil artık
hayvanlara söylüyorum bunu

[Haydar Ergülen, Öyle Küçük Şeyler]

20.Şubat.20

Jim Jarmusch’un Paterson’ı (2016) için, sıradanın, günlük olanın şiirsel bir anlatımı dersek klişeye sığınmış oluruz belki ama kesinlikle yalancı çıkmayız. Paterson’ın kahramanı Bay Paterson, doğup büyüdüğü Paterson kentinde otobüs şöförlüğü yapan (23. Hat), evli ve köpekli bir şairdir. Şairdir fakat şiirlerini defterlerine yazar ve onları karısı dışında kimseyle paylaşmaz. Paterson, deyim yerindeyse, şair değil şiir olmak peşindedir. Şiirle hemhal olduğu anlar, şiir düşündüğü zamanlar ona yetmektedir. İsmini kitap kapaklarında görmeye pek hevesli değildir doğrusu.

Paterson’ı izlerken bir Barış Bıçakçı metni okuyor gibi hissettiğim anlar oldu. Çok oldu. Paterson’ın hayatından bir haftalık kesiti izlerken şöför-şair Paterson’a birçok bakımdan benzeyen Bıçakçı’nın Bizim Büyük Çaresizliğimiz’deki Ender karakterinin şu dizeleri eşlik edebilir size de: “Uzaktakini çağırıyordu en uzaktakini. / Mevsimlerin tekrar edemediği bir şeyi çağırıyordu, / gelmesi mümkün olmayanı.”

1af9d050-85d0-11e6-b270-edf4b16cae3d_20160929_Paterson_Trailer1

Paterson’ın bir haftalık rutini tamamen şiirle, işiyle, karısı Laura ve köpeği Marvin’le (Jarmusch’un Lee Marvin’in Oğulları adlı gizli kulübüne bir gönderme mi acaba) geçiyor. Paterson, karısı Laura’nın şiirlerini dünyaya açması konusundaki ısrarlarını geçiştiriyor. Favori şairi William Carlos Williams; ki kendisi aynı zamanda bir doktor ve Paterson adında beş ciltlik bir şiiri mevcut. Akşamları Faik Baba’ya benzeyen Doktor lakaplı bar sahibiyle sohbet ediyor. Hayat böyle sürüp gidiyor. Ta ki Marvin haylazı, Paterson’ın şiir defterini parça pinçik edene kadar. Şöför-şair kedere gark oluyor, şehirde en sevdiği yer olan şelaleye gidiyor. Orada rastladığı bir Japon (Aha abi), kendisinin de şiirleri olduğundan açıyor ve “Çeviri şiir, yağmurlukla duş almaya benzer” diyerek güldürüyor bizim Paterson’ı. Akabinde ona bir parşömen defter hediye ediyor, boş bir defterin vaat ettiği ezici umudu bırakıp gidiyor kucağına. Benim de aklıma Can Yücel geliyor: “Şiir bir umutsuzluktur. Elbette bir umutsuzluktur. Niçin mi? Umutsuz olmayan adamlar şiir yazamaz. Umutsuz olmayan adamlar resim yapamaz, mimar olamaz. Yaratıcı olamaz. Bu dediğim elbet yaşadığımız dünya için bir söz. Çünkü kağıt bir umutsuzluktur. Boş bir kağıt… Tuğlalar, briketler, çimentolar, hepsi umutsuzluktur. (…) Onların içinden bir umudu bulmaktır şiir.”

Paterson, birçok güzel ve naif şeyi çağrıştırıyor ve fakat en çok da Macar şair Anna Pardi’nin şu dizelerine benziyor bana kalırsa:

Ne kan, ne ateş, ne devrim
Pazartesi, Salı, Çarşamba, Perşembe, Cuma yalnızca

Onur Çalı

Karakalem at çizimi için Burcu Firdevs Demirağ’a teşekkkür ederim.