2017-11-08 Gök Derinin Altında – Nazlı K.

Bir anatomi atlası, bir antropoloji & sosyoloji field notebook, kamasutra okuma kılavuzu, bir dişil[?] bildiri gibi bir metin bu. Yıllardır bizim edebiyatçıların neden böyle bir şey yazmadığını düşünürsek erkek edebiyatının iktidarı olduğunu görürüz bizimkinin. Bir masal dünyasına giriyoruz GDA’da, ateşperestler ve onların çömlek fırını hararetindeki efsanelerinin olduğu dünyaya. Ateşinin gücünü diliyle tadarak ölçüyor artık, bir ev kadınının ütüsünün sıcaklığını ölçmesine benziyor.

Bir travelog, bir guidebook, ruhu gitmiş gezmiş oraları anlatıcının. Biliyoruz tabii, rüyasında ve ateşi seyrederken. Nerden nereye? “Kedi kumu”nu öğrendim bugün. Kedi kumu. Bir evi anlatmak için kullanılacak ilginç kelimelerden biri. Mesela teyzemin, ya da mahallemizdeki başka kadınların bir batında bir düzineden fazla kedileri olurdu ve eve girer çıkardılar. Ama o evlerde kedi kumu olduğunu sanmıyorum. Kedi kumu. Bunu şöyle açıklayayım: ben 1994 yılında Türkiye’den ayrıldığımda kedi kumu diye bir şey duymamıştım. Amerika’da ise “cat litter” diye bir şey öğrendim daha sonra Nazlı’nın kitabından cat litter’in kedi kumu olduğunu öğrendim yani insanın ne olduğunu bildiği şeyleri yeni yeni isimlerle öğrenmesi kadar güzel bir şey yok. Dilimizi yeniden öğreniyoruz, yaratıcı bucaklarına giriyoruz dilin. Böyle bir dünya mutlu ediyor bazen. Bazen tabii ve sadece beni.

Bir laboratuvar elkitabı. Bir Frankenştayn laboratuvarı, bir antropolog laboratuvarı için. Kendini öldüren, durmadan öldüren kanını akıtan durmadan akıttığı kandan törenler çıkaran ve bu törenlerle hem okuru hem kahramanlarını kutsayan. Bir Doktor Frankenştayn gibi yaptığını seyreden, seyrederken de yazan. Doktor Hanım. Doktor Bey. Doktor Frankenştayn. Doktora yapanların anlayabileceği biraz da elit bir dünya.

Bilene bilene tükenen bıçak. Yine bir tür laboratuvar imgesi. Unutulmayan. Bir antropoloğun, bir hayvanbilimcinin, vahşi hayvanların —Bir veteriner aynı zamanda iyi bir hayvanbilimci midir? Veterinary versus Zoology— vahşi hayvanların cinsel birleşmelerini erotizmden zerre kadar bahsetmeden, zerre kadar erotik haz almadan seyredip anlatması gibi laboratuvarında kahramanlarını, kadın, erkek, hepsi şaman, olan bu kahramanları anlatıyor bize. Yakıp yangını seyreden, yakıp yangının içinde kalan, yangını değil kendini yakan, bir yangın tanrıça, bir ateşperest Hürmüz, ateşten Buda. Oscar Wilde’ın sözünü hatırlamak gerekiyor burda, “everything is about sex, except sex, that is about power”. Bu bir egemenlik, bir hegemonya cinselliği değil ama. Bu erotizm de değil tam. Bir eşitlik hali. Eşitliğin iki yanı. —eşitliğin iki yanında olanlar değişime uğramadan yan yana gelemezler: eşitlik bozulur: beraberlik bozuk eşitliktir— Metafizikten çok fiziksel eşitlik. Artıyla eksinin, güzelle çirkinin, uysalla aksinin birleşmesi, tekleşmesi.

Bir ritüeller kitabı. Sonsuz günbatımlarının, sonsuz dönüşlerin kitabı. Durmadan ayinler, yere yatmalar, kalkmalar, hepsi bütünleşme ve tekleşme için. Bir Kafkas ailesinden geliyor yazar, belki de köklerini arıyor, bir soyağacı, çatır çatır çatlayacak, cayır cayır yanacak: kendi küllerinden doğmak için tekrar. Bir tohum, kalmış o yangından.

IMG_5914
İlhan Bey, Hz. Ömer Camisi’nin kapısında. Kudüs, Mart 2019.

Tekrara düşülen yerler ama. Zaman zaman bazı hikayelerin birbirleri içinde eritilebileceğini, birbirlerinin devamı, birbirlerinin “sibling” kardeş, kızkardeş eşliğinde geçerlilik kazanabileceğini de seziyoruz. Su sonuca varabiliriz aslında: Zaman zaman, evet, tekrara düşülüyor: Gerçek hayattaki gibi. Yazar da bunun farkında. Tekrara düşüldüğünün (bizi tekrara düşürdüğünün — kendisini tekrara düşürdüğünün) farkında. Bu onu o kadar tedirgin etmiyor çünkü anlattığı her hikayede benzeri bir dönüşüm bir tekleşme, bir cinsel (ne diyelim ona) “alloy” olma durumu, ergime (orgama gibi: eriyerek orgazm — orgazm olarak başka bir cinse, karşı cinse dönüşme — cinsiyetin donusumu — kimyasal bireşim, bir katışma… Bu kimyasal bireşim sonunda bir daha ayrılamaz biçimle sonuçlanıyor. Yeni bir element çıkıyor sanki ortaya. Ama bakıyoruz ki ertesi sabah yine daha önce olduğu gibi ruhlar ayrılıyor, bedenler ayrılıyor ve Orhan Orhan, Samira Samira, Hazzan Hazzan olarak kalıyor ya da Orhanlığına, Samiralığına, Hazzanlığına dönüyor herkes. Yine de yazardan böylesi bir ecstatic hazzı hep aynı sanatçılara, hep aynı sanata işlettiğini düşünüyoruz. Yani öykülerde başka işler, işlevlerle karşımıza çıksalar da hep aynı kişiler dolaşıyor bu kitabın labirentlerinde. Ressamlar, heykelciler, seramikçiler. Tanrı da bir çömlekçi sonuçta. Belki de Menemenli. Belki de biraz daha kuzeyden, Bergama Çatısından.

Başta bir şiir var, bir ozanlık durumunu müjdeleyen. (kam-şaman-ozan). Şamanlığın en önemli özelliği ozanlık. Hekimlik de tabii. Ve elbette heykeltraşlık. Ve seramik sanatı. Toprak, kil, çamur: Su. Oksijen. Hava. Ve en önemlisi hem yıkıcı, hem en yapıcı madde olan Ateş. Ateşle oynanması. Dans, içki (bade, kutsal şarap?), kendinden geçiş. Ve tekrar kendine geliş. Bu geliş her defasında yeni birini yaratıyor gördüğümüz kadarıyla. Klasik anlamda bir doğum, doğurma değil ama.

Bir de tabii inkar edemeyeceğimiz bir gerçek var. Kitap, bir kadın yazarın elinden çıkıyor. Kadın şamanın yüceltildiği, kadınlığın, dişiliğin merkez alınıp şamanlığın, panteizmin göklere eriştirildiği bir düzenek anlatılıyor ki yazarın kadın olması bize her şeyi daha iyi anlama olanağı sağlıyor. Kadın olduğu için böyle berrak ve dolaysız bir üslup. Doğurganlık ama “anaç” olma durumu değil. Erilde de var olan bir çoğalma yeteneğini şaha kaldırabileceğimizi müjdeliyor Gök Deri bize.

Cömert ve esirgeyen gökler! Teng tengri! Gel artık, özin kelsin!