Ayın Öyküsü’nü Senem Dere seçti.

photo
Hande Nur Tüfekci Özay

Rüyamda soğuk bir odanın içindeydik. Ben eşikte bekliyordum, sense ortadaki kerevetin üstüne çırılçıplak uzanmıştın. Yanına yaklaştım; yumulu gözlerine, küçüklükten tanıdığım memelerine, sırt üstü yatınca düzleşen karnına baktım. Aniden ellerimde bir ağırlık hissettim. Çinko tasın ve plastik maşrapanın ağırlığını. Teneşir masasının alt gözünde adi bir lif buldum, hani şu Hacı’dan aldıklarımızdan. Cebimden lavanta sabununu çıkardım. Bu anın geleceğini biliyordum demek. Lifi sabunla birlikte tasa atıp güzelce köpürttüm. Tıpkı öğrettiğin gibi önce yüzünden başladım temizlemeye. Başka yerlerin kiri bulaşmasın diye. Yanaklarından boynuna indim sonra. Dikey hareketlerle ovalarken köprücük kemiğine takıldı parmaklarım. Henüz işin başında olmama karşın birkaç adım öteden bakmak istedim yarım eserime. Öyle de yaptım. Sabunlu yerlerden sabunsuzlara doğru kaydırdım bakışlarımı. Her iki tarafın aynı beyazlıkta olmasına, ama en çok da bu tenin genlerini taşıdığıma şaştım. Elimdekileri yanına bırakıp aramızdaki bağı gösteren bir işaret aramaya koyuldum. Dümdüz saçlarından başladım. Benimkilere benzesinler diye ellerimle kabartmaya kalktım telleri. Fayda etmedi. Yüzünü es geçip –çünkü bilirim, benzemez benimkine– iri memelerine geldim. Yok, onlar da farklıydılar, iriydiler işte. Ötesine bakmaya lüzum görmedim, koca bedenlerimizde benzer yerlerde bir iki ben arayacak kadar düşmemiştim henüz. Lifi ıslatıp temizliğe devam ettim. Memelerinin arasındaki boşluğa sürdüm sabunu. Budalaca sevindim ayrık oluşlarına.

Aşağılara doğru inmişken canlanıverdin birden. “Önce kollar,” diye buyurdun. Konuştuğuna şaşacağıma surat astım. Soğuk bir peki ile atandığım görev yerine, kollarına intikal ettim. Oflaya oflaya önce üstlerini, sonra da altlarını ovaladım. “Daha sert yap! Canım çıkacak değil ya bir daha” deyip güldün. Oysa hâlâ işime burnunu sokuyor oluşuna öfkelenmiş, tüm gücümle abanmıştım etine. Yükümü ellerimde topladım, yukarıdan aşağıya hareketlerle temizlediğim yerlerin üstünden geçtim. Beyaz tenin kızardı, pul pul kabardı kıl köklerin. Her dokunuş öfkemi de siliyor, yerini ölü annemi kızartmanın yarattığı utanca bırakıyordu. “Yeter bu kadar,” dedim. “Pis değilsin ki hiç. Her gün yıkanırsın zaten.”

Lüks bir otelin masaj salonundaydın sanki. Ölmemiş de yalnızca ölü derilerinden arınıyormuş gibi rahat. Gözlerini yeniden yumdun, fırsattan istifade işimin başına döndüm ben de. Kollarını rahat bırakıp göbeğine geçtim. Kremlerin çare olamadığı çatlaklarını sildim bir güzel. İşaret parmağımı lifin bir ucuna yerleştirip göbek deliğine soktum. Bir aferin beklediğimden birkaç saniye oyalandım içinde. Ses gelmeyince çıkmam gereken yere baktım utana sıkıla. Lifi iyice yıkadım ve orayla aramdaki son engele, kasıklarına sürdüm sabunu. Benden kalan izi köpüklerle örtmeye çabaladım boş yere.

Gerindin bir ara. Bu sayede yüzüne yaklaştı kolların. “Babanı da lavanta sabunu ile yıkamışlardı,” dedin. “Rica minnet ikna etmiştim gassalı.” Fark etmediğimi sanıp dirsek içlerindeki kokuyu çektin içine. O durumda bile kontrol edilmek ağırdı. İstemsiz titremeye başlamıştı dudaklarım. Doğruldun, “Üzülme bu kadar,” diyerek yanaklarıma dokundun. Saçlarımı okşamaya bile yeltendin, işte öylesine emindin ölümünle mahvolduğuma. Seninkiler gibi olmadıklarından, tellerin arasına sıkışan parmaklarını kurtarmaya uğraştın bir süre. “Her şeyinle babanın kopyasısın,” deyip kimin genlerini taşıdığımı anımsattın. Kötü koca ama iyi insan babamı anlattın biraz. Psikoloğunun öğrettiği yöntemi hatırladın, “Sevmeyi beceremedin ama seni affediyorum Mithat,” diye haykırdın. Babamdan sonra dedeme ve anneanneme geldi sıra. O hep dinlediğim hikâyeyi anlattın yeniden: Hayallerini ve gerçekleri. Gözlerin nemlendi, anlaşılan yaşasaydın seanslara devam etmen gerekecekti.

Doğrulduğun yerde her an her adımımı incelemene takılmıyordum artık. Ustalaştığımı hissettiğim bu meslekte daha evvel nice ölü yıkadığım hissine kapılmış, saçma bir özgüvenle dolmuştum. Şimdiden parçalanmaya yüz tutmuş lifi, yara izinin etrafında çemberler çizerek gezdiriyor, ona lavanta kokulu komşular hediye ediyordum.

Artık bir ölü olduğuna aldırış etmeden, seni hayata bağlayan tek şeyin ben olduğunu söylüyordun ki, kapıya yaklaşan ayak seslerini duyduk. “İhsandır,” deyip saçlarına götürdün ellerini. Biraz önce yaptığımı yapıp telleri kabartmaya çalıştın. Çabaların sonuçsuz kaldı, sönük saçlarına hacim kazandıramadın. Salak salak sırıttığımı görünce tersledin beni, seni hayata bağlayan tek şeyi.

Kapı hafifçe aralandı. “Müsaade var mı?” dedi İhsan amca. “Hayır,” dedim bağırarak. Kızdın. Özene bezene yetiştirdiğin kızının ne hâle geldiğini izledin hayretler içinde. Adab-ı muaşerete ne olduğunu sordun. “Bizim tartışıyor olmamız senin böyle davranmanı gerektirmez,” diyerek söylevini noktaladın. Demek yine kavga etmiş, yine barışmıştınız. Sen yine bana sığınmış, yine beni terk etmiştin. Artık seni hayata bağlayan o kişi değildim ben. Asıl oğlanın sahneye dönüşüyle bana hacet kalmamıştı. İşte o an lavanta kokulu ölünün karşısına dikilip zehrimi kusarak rahata ermek istedim. Yaşarken diyemediğim ne varsa bulup çıkardım zihnimin derinliklerinden, tek sıraya dizdim hepsini. Dudaklarımı araladım, o ilk taşı atıp da bir ses çıkarmayı başarabilirsem gerisinin çorap söküğü gibi geleceğinden kuşkum yoktu. Ne var ki bir hırıltı bile çıkaramadım. Canını acıtacak başka bir yol ararken gözlerim yara izine takıldı. Lifi tasta güzelce yıkadım, lavanta sabunundan arındığına ikna olunca beni senin kızın yapan tek şeyi silmek için bütün gücümle bastırdım üstüne. Çoktan ölmüştün sen, acı namına bir şey hissettiğin yoktu. Oysa ben darbelerin ardından çığlıklar atarak inliyordum. Dayanmaya çalıştım ama olmadı. Birkaç denemeden sonra uyandım.

Bir hastane odasında açıldı gözlerim. Son teknolojiyle donatılmış, el kumandalı geniş bir karyolada yatıyordum. Sense baş ucumdaki sandalyedeydin, ağlıyordun. Uyandığımı görünce eğilip yüzümü okşadın, alnıma değen dudakların “Affet beni,” deyip titredi. Rüyamı -eksik de olsa- anlatmak istedim sana. İlk kelimeyi tamamlayamadan susturdun, “Deme öyle,” dedin hıçkırarak. “Bak yaşıyorsun.” Ben yaşıyordum zaten, ölen sendin. Dinlemedin. “Benim yüzümden” deyip durdun.

Hemşire girdi içeri. Kapıyı tıklattığında gelenin İhsan amca olduğunu sanmıştım. Sahi o neredeydi? Böyle günde karısını bir başına mı bırakmıştı? Nasıl bir gündü ki bu? Gözlerin şavkıdı. “Kaza olduğunu biliyorsun değil mi?” diye sordun. Neden bahsettiğini anlayamadığımdan cevapsız bıraktım seni. Doğrusu şaşkındım da biraz. Ellerin saçlarımda geziniyordu çünkü. Rüyada neyse de gerçek hayatta bilirim sevmezsin saçıma dokunmayı. “Kaza,” dedin bir kez daha. Sonra polisten, sorgudan söz ettin. “İhsan’ın bunu bilerek yapmadığını söyle polislere,” dedin tekrar tekrar.

Uyanınca rüyasını hatırlamaya çalışır ya insan, işte öyleydim ben. Hafızamı canlandıracak bir ipucu arıyor, başka bir yatakta uyanmamın sebeplerini araştırıyordum. Yarıda kalan rüyamı tamamlama umuduyla tekrar yumdum gözlerimi. Yaşamı hatırlamak için bir kez daha teslim oldum uykuya.

Uyandırmaya korkarak yanıma sokuldun, dudaklarını sıkıca kapayıp hıçkırır gibi ağladın. “Orospu!” diye bağırıyordu İhsan amca. Bense uyumaya çabalıyordum. Sen anlatırdın, küçükken yalnızca uykum geldiğinde ve uyuyacak yer bulamadığımda ağlarmışım ben. Uyku, işte öyle kutsaldır benim için. O, bunu bilmiyordu tabi. “Orospu” demelere doyamıyordu bir türlü. Kapı önünde durmaktan sıkılıp odaya daldığında, yataktaki bıçağı fark ettim. Ne olur ne olmaz diye yanına almıştın herhalde. “Doğru konuş ve lütfen çık odamdan,” dedim kibar kibar. Ne de olsa görgü kurallarıyla büyütülmüştüm. Yazık ki bulduğun adam kapağını açmamıştı o kitabın. Birkaç saniyelik suskunluğun ardından yine başladı orospu demelere. Sanki koca belleğinde kayıtlı olan yegâne sözcük buydu. Bıçağı kapıp kalktın. İlk defa korkmuş görüyordum seni. Peşinden ben de ayaklandım, elindekini alıverdim zorlanmadan. Kullanasın yokmuş demek, şöyle yordamıyla kavrayamamışsın sapını. Kısa bir süre ne yapacağımı düşündüm. Ben de küfretmeliyim, diyordum içimden. Ne diyeceğime henüz karar veremeden çıktım karşısına. “Orospu sensin İhsan amca,” dedim. O da cevaben “Sen karışma kızım,” dedi bana. Pek tatlıydık doğrusu. O durumda bile hitaplarımıza önem veriyor, gerçek bir aileye dönüşüyorduk. Yumuşamama fırsat vermeden bilmem kaçıncı defa tekrarladı “orospu” sözcüğünü. Sonunda o da bezdi tekrarlarından, başka sözcüklere, oradan da beş altı kelimelik cümlelere terfi etti. Yok efendim, ne diye selam vermişsin elin adamına. Bu yaştan sonra el âlemin ağzına sakız mı edecekmişsin onu. Daha bir sürü bilmem ne. “Zihniyetin bozuk,” dedin arkamdan. Allah’ım ana kız pek kibardık doğrusu. Ne küfür edebiliyor ne de ağız tadıyla kavga etmeyi becerebiliyorduk. Gerçi sen benden iyiydin. “Dağ kaçkını” falan diyerek biraz olsun ortamı kızıştırabiliyordun.

Kolu beni aşıp saçlarını yakaladı, bir kez olsun tarazlanmamış, düz saçlarını. Tepem attı, bıçağın sivri ucunu boynuna doğrulttum, “Git, yoksa saplarım,” dedim. Gitmedi. Gücümü hafife alıp elimden almaya kalktı bıçağı. Cesurca çarpışmam kâr etmedi, o kazandı. Zaten kavanozları da hep o açardı, güçlüydü maşallah. Elinde bir bıçak tutuyor oluşu korkutmuyordu beni, ama yine de geri almak için çırpınıyordum. Halimi görenler Maraş dondurmacısına karşı hınçla dolmuş inatçı bir çocuğa benzetirdi beni. Sonunda başardım, sapı ellerinden kayıp terk etti İhsan amcayı. Davranıp tekrar yakalamak istedim bıçağı. Olmadı, yapamadım. Ellerim karıncalandı, kulağımda yankılanan çığlıklar eşliğinde bir sıcaklık kapladı içimi…

İçim geçmiş. Kendime geldiğimde iki polis girdi içeri. Dışarıda beklemeni istediler. Aldırış etmedin. “Bilirsin,” dedin. “Seni öz evladı gibi…” Polislerden biri tanığı etkilemeye çalıştığını anlayıp olaya müdahil oldu, kolundan tutup ayağa kaldırdı. Kocanın beni ne çok sevdiğini söyleyemeden susturulunca, ayağını sürüye sürüye kapıya doğru ilerledin. “Ah bunları yaşayacağıma ölseydim keşke,” dedin çıkarken. Ölmediğine inanmıştın bir kere.

27 Ağustos gecesi ne yaşandığını sorarak başladılar sorguya. Yatakta doğrulmak için debelendiğimi görünce not defterlerini bir kenara bırakıp yardımıma koştular. “İyi misiniz?” dedi biri. Diğeri, hani şu sana kapıya kadar eşlik edeni, “Karyolayı biraz kaldıralım mı?” deyip yan taraftaki tuşlara bastı. Yatak hareket ederken kolumun altındaki kumandayı fark etti. Biraz kurcalayıp elime bıraktı. “Alın,” dedi, “Buraya basarak istediğiniz ayara getirebilirsiniz.” Teşekkür edip yukarı ok işaretine dokundum, bastıkça yükseldim. Oturma pozisyonuna gelemeden dayanılmaz bir acı duydum. Üstüme serili beyaz örtüyü kaldırdım çabucak. Karnımın altındaki sargıyı görünce “Ne oldu bana?” dedim şaşkınlıkla. Bu soru afallatmıştı polisleri, bildikleri kadarını anlatmak istiyor ama kem küm etmekten söze giremiyorlardı. Beklediğim açıklama gelmek bilmeyince sabrım tükendi. Canımı yaka yaka bezi söküp attım bedenimden. Geriye iyi bir terzinin elinden çıkmış sıkı dikişler kaldı.

Hayret dolu bakışlarla “Ne yaptınız?!” diye haykırıyordu hemşire, mikrop kapmam ihtimaliyle deliye dönmüştü. Bir daha aynı sahneyi yaşamak istemediğinden payladı biraz, aldırmadım, “İz kalır mı?” dedim sadece. “Evet” diyemediğinden yeni bir sargı bezi getirme bahanesiyle hızla çıktı odadan. Giderken polislerden öcünü almayı da ihmal etmedi, henüz sorgulanmaya hazır olmadığımı, dinlenmem için zaman tanımalarını söyleyerek kapı dışarı etti ikisini de.

Dört tekerlekli tepsisiyle döndüğünde sen de vardın yanında. Karşımda dikildin, dehşetle baktın yüzüme. “Hatırlamıyorum” dememle biraz olsun rahatladın. “Hatırlamasan da olur. Geçti artık” dedin heyecanla. “Bu iz, o bıçaktan mı?” diye sormak istedim, yapamadım. Elbet biliyordum, gözlerinde okuduğum mutluluğun kocanın kurtulacağını düşünmenden ileri geldiğini. Ama yine de içimde bir yerde, ilk kez seni anlar gibi hissediyordum kendimi. İşte bu sebepten dokundum benden sana kalan ize. Karnını açıp ellerimi üstünde gezdirmemle yerinden zıpladın, garipsedin tabii. Seni teneşirde yıkayanın ben olduğumu nereden bilecektin ki? “Acıktın mı yavrum?” dedin. Kuşkusuz, hafızasız kalmış yaralarımızı, anestezinin etkisi geçip ayıldığımızda kucağımıza bırakılan bir bebek ve bir ölüyü düşündüğümü bilemezdin.

Kumanda hemşirenin elindeydi artık. Üst gövdemi alttakinden koparıp yatışa geçirdi. Diğer elinde yarayı dezenfekte etmek için tuttuğu alkollü pamuğu görünce durmasını istedim. Tuşa basıp yeniden dertop ettim bedenimi. Karnımın alt kısmına, senden kalan yaraya baktım bir kez daha. Acıya yenilmemek için dişlerimi sıkıp iyice eğdim başımı, patlamasına ramak kalmış dikişlerin arasından yayılan lavanta kokusunu çektim içime.

Hande Nur Tüfekci Özay