Ona “Portekizli Kafka” diyorlar. (İlginç Gerçeklerde Bugün: Eskimolardan Kızılderililere kadar herkesin, Lihtenştayn’dan Tonga’ya kadar bütün toprak parçalarının bir Kafka’sı olur. Kafkasların Kafka’sı kim acaba?) Saramago, onun Nobel Edebiyat Ödülü alacağından emin. “Portekiz edebiyatının genç dâhisi” dahi diyorlar onun için. Kitapları ödüller alıyor, bilmemkaç dile çevriliyor. İyi, güzel de biz aylak okurlar için bunların hiçbir önemi yok. Bizim için yalnız ve yalnız metnin kendisi önemli. Yazarın kaç yaşında olduğu, çok üretken olması, çocukluğu, mesleği filan bizi ilgilendiren mevzuular değil. Sayılı günümüz, okuyacak sayılı kitabımız ve önümüzde duran 258 sayfalık bir roman var. Bu roman, daha önce Kudüs romanıyla bizi kendine çeken Gonçalo M. Tavares ile çevirmen İpek Gürsoy Manavbaşı’nın metni: Teknik Çağında Dua Etmeyi Öğrenmek. Alt başlık: Lenz Buchmann’ın Dünyadaki Konumu. Lenz Buchmann karakteri aracılığıyla, tıpkı Kudüs’te olduğu gibi kötülüğün (yani insan kötülüğünün, insani kötülüğün) röntgenini çekmeye çabalamış Gonçalo M. Tavares.
Lenz Buchmann bir doktor, cerrah. İşini iyi yapan bir cerrah. İşi, hastalık uçlarını (bir tümör, mermi ya da herhangi bir metal parça, kıymık, kara leke) girdikleri vücuttaki nihai ikametgahlarına varıp hastayı öldürmeden önce durdurmak. Bu onun için teknik bir iş. Öyle ki, kurtardığı bir hastanın yakını “Siz iyi bir adamsınız!” dediğinde cevabı şu oluyor: “Affedersiniz ama ben hiç de öyle biri değilim. Ben doktorum.” Şefkat duygusunu “varoluş için yararsız bir araç” olarak gören bir doktor Lenz Buchmann. Çünkü ona göre şefkat, teknik açıdan işe yaramayan bir araç: “Şefkat, iki kumaş parçasını birleştirmek için elinde çekiç tutmak gibiydi.”
Bütün egosu yüksekler gibi isminin soyismiyle birlikte söylenmesi konusunda takıntılı olan Doktor Lenz Buchmann kendisine iyi bir adam gözüyle bakılmasından rahatsız, çünkü işini iyi yapmasındaki motivasyon iyilik ya da kötülük değil. Evine gelen dilencinin önünde karısını “düzen”, milli marşı söyletmeden adama bir lokma vermeyen, insanları aşağılayan bu adam iyi değil. Peki, kötü mü? [Okudukça göreceğiz.]
Abisinin cenazesi sırasında insanların törende bulunan belediye başkanının karşısında takındıkları tutumdan, güç karşısında esas duruşa geçmelerinden etkilenir ve kararını verir: Siyasete, “büyük olaylar ve büyük hastalıklar dünyasına” girmeye karar verir Lenz. Artık hasta olmadıkça hastaneye dönmeyecektir. Böyle söylediğinde, sadece söylemekle bile, çevresinde gülümsemelerle karışık bir saygı ve sempati oluştuğunun farkına varır Doktor Lenz Buchmann.
İnsanların güç ve otorite karşısındaki tutumlarını iyi gözlemleyen ve hiyerarşik ilişkileri doğallıkla uygulayabilen Lenz; güçlü bir adamın zayıf bir adamı öldürmemesini engelleyen şeyin yasaların gücü değil [çünkü bunu yapabilir ve başına hiçbir şey gelmez, insanlar bu güçlü adam karşısındaki yalaka tutumlarını sürdürürler, Lenz bundan emin], güçlülerin kendilerini de “bir şekilde” koruyan yasaları alenen aşağılamak istememeleri olduğunun da farkına varır:
“Bir önder, diye düşündü Lenz, her aileden bir ferdin kafasının kesilmesi emrini verebilir ya da tüm şehri dansa davet edebilirdi, verilen tepki üç aşağı beş yukarı aynı olurdu.”
Ve Lenz Buchmann farkına vardığı, emin olduğu bu düşüncelerin gücüyle ve bunları başarıyla uygulaması sayesinde kısa sürede yükselir siyasette. Lenz, –sayfalar ilerledikçe kuşkumuz kalmaz– faşizmin, kötülüğün kitabını yazmaktadır satır satır.
Tavares’in Kudüs adlı romanında, yine bir doktor olan Theodor Busbeck karakteri, ömrünü Tarih’in düşünce biçimini anlamaya adıyordu. Busbeck, tarih boyunca meydana gelmiş kıyımlara bakarak gelecekte nasıl kıyımlar olabileceğini kestirmeye çalışıyor. Bunun için yıllarca çalışıyor, bilgi topluyordu. Bir bakıma kötülüğün doğasını, işleme biçimini anlamaya çalışıyor, insanlığın başına neler gelebileceğini öngörmeye çalışıyordu.
Tavares’in bu iki romanı dışında Beyefendiler diye çevrilen kitabını okudum, diğer kitaplarını henüz okumadım ve fakat Kafka’nın Portekiz şubesi olan yazarımızın kötülükle, şiddetle bir derdi olduğu aşikâr. Nitekim birkaç sene evvel kendisiyle yapılan bir söyleşide şöyle buyurmuş, çevirmeye çalıştım:
“Kötülük beni en çok ilgilendiren konulardan biri. Krallık diye adlandırdığım seride bulunan romanlarımda [Dörtlemeden oluşuyor ve fakat bizde Joseph Walser’in Makinesi ve Bir Adam: Klaus Klump birleştirilerek tek ciltte basıldı. Dolayısıyla bizde üçleme olan Krallık serisinin diğer kitapları da Kudüs ve Teknik Çağında Dua Etmeyi Öğrenmek] kötülüğü anlamaya çabaladım; ortaya çıkışını, gizlenmesini ve tepemizde dikilmesini. Yanılıyor da olabilirim ama kötülüğün daimi biçimde bizi çevrelediğini, pusuya yattığını, bize baktığını, bizi beklediğini hissediyorum. Öyle ki bir anda kötülüğün nesnesi, yani kurban da olabiliriz; öznesi yani işkenceci de olabiliriz. Etrafımızda kötülük çemberleri mevcut, kendimizi onlardan tamamen kurtaramıyoruz. Kendilerini kötülükten tamamen uzaklaştırdıklarını söyleyen insanlardan korkuyorum. Naifler de, 20. asırda olan bazı şeylerin bir daha tekrarlanmayacağını söylüyorlar, çünkü onlara göre, gerekli dersler alınmış. Naiflerden de korkuyorum. Söylediklerine inanmıyorum, hatta bu naifliği (naïveté), en büyük kötülüğün yeşerdiği toprak olarak görüyorum. Eğer benden edebiyatın bir insana verebileceklerini tek bir sözcükle isteseydiniz, şunu söylerdim: netlik. (…) Kötülüğün ortaya çıkışına dair işaretler konusunda uyanık olmalıyız çünkü bence tarih sıklıkla tekerrür ediyor; tek fark, şiddetin her seferinde daha da artması. Tarih, bana öyle geliyor ki, kötülüğün tekrarlanmasına eğilimli ama her seferinde, teknolojik olarak daha gelişmiş yöntemlerle. İşbu yüzden, uyanık olma halini, bir an bile olsa, askıya almamalıyız. Edebiyat bu konuda bize yardımcı olabilir ve fakat sanat ve sanatçılar haricinde başka şeyler de bize yardımcı olabilir; sosyal medya, bu anlamda, en önemli araçlardan biri. Ayrıca bütün gazeteler, bütün televizyon ya da radyo kanalları buna hizmet etmeli; metrekareye düşen netliğin artmasına. Ve edebiyat da aynı şeyi yapmaya çalışmalı.”
Tavares’in yukarıdaki sözleriyle Kudüs’ün Doktor Busbeck’inin düşünceleri arasında paralellik kuracaktır romanı okuyanlar. Doktor Busbeck de gelmekte olan vahşetin, şiddetin, kıyımın [çünkü tarih kendini böyle tekrar eder] nasıl engellenebileceği üzerine düşünüyor.
Kudüs romanının en dikkat çekici bölümü olan 16. Bölüm’de Theodor Busbeck, kütüphanede harıl harıl devam eder araştırmasına. İşsizlik, korku ve işkenceci olmak [şiddetin kurbanlar tarafında değil de diğer tarafında olmak] arasında bir ilişki bulmaya çalışır ama sonunda pes edip şu soruya varır düşüncesi:
“Demek ki önemli olan, şiddet ortaya çıkmadan önce sorumlularının ve kurbanlarının sözcüğün alışıldık anlamında işsiz olup olmadıkları değil, bir eylemde bulunup bulunmadıklarını anlamaktı. Başka bir şeye yöneliyorlar mıydı? Heyecanla belli bir eylemde bulunan biri ertesi gün cellada dönüşebilir miydi? Soru buydu, Theodor Busbeck böyle formüle ediyordu: Pul koleksiyonundan ya da astronomi alanındaki yeni bir buluştan heyecan duyan biri ertesi gün korku yayan birine dönüşebilir miydi?”
Teknik Çağında Dua Etmeyi Öğrenmek’in Lenz Buchmann’ına bakınca bunun olabilirliğiyle yüzleşiyoruz. Eğitimli, kültürlü, iyi bir cerrah ve başarılı bir politikacı olan Lenz Buchmann faşizmin kurallarıyla, korkuyla, kilisenin “çocuk” yardımıyla hem toplumsal hem de bireysel cellatlık konusundaki rüştünü ispat ediyor.
Dikkat spoiler içerir: Ediyor etmesine ama faşizm, kötülük, otoriterlik, kibir ve şaşalı törenler, güce tapan insanların sahte saygıları ebedi değil. İnsanın özündeki kötülük göz önüne alındığında çok kolay sapılası yollar olan bu “şeyler”in de bir nihayeti var. Çünkü daha zor yollar olsa da insanlığın eşitlik, güzellik ve iktidarsızlık gibi hayalleri de mevcut. Geçelim bunları. Bu dünyada ölüm var ve ölüm dünyadaki en eşitlikçi kurum; kimseyi es geçmiyor, kimseden rüşvet [ya da referans] almıyor, tamahkar değil. Bütün büyük adamlar gibi Lenz Buchmann da ölüyor. Tabii kendimizi kandırmayalım: Faşizmi, kötülüğü mümkün kılan korku ve insanların güç karşısında esas duruşa geçme alışkanlıkları sürüyor. Her zaman da sürecek. Galiba mesele şu, yaşadığımız bu teknik çağında, bu kötülük çağında mümkün olduğunca insan kalabilmek, yaşadım diyebilmek için yaşamak.

Büyük yazar Saramago, blog yazılarının derlendiği Not Defterimden adlı kitabında bahseder Tavares’ten. 2 Mart 2009 tarihinde bloguna şöyle yazmış Saramago:
“(O) tamamen alışılmadık bir hayal gücüyle donanmış olarak ve cesaretin yerel olanla kol kola gittiği, çok kendine özgü bir dili olmasının yanında, hayali akımın tüm verileriyle olan bağları kırarak Portekiz edebiyat sahnesine daldı; o kadar ki, halen keyfini çıkardığımız mükemmel genç romancılara halel getirmeden, ulusal roman üretiminde bir Gonçalo M. Tavares öncesi ve sonrası var demek abartı olmaz.”
Ve Tavares’in Nobel ödülü alacağını söylüyor. Bilinmez tabii.
Bilinmez çünkü ödül mekanizmaları da kötülüğe benzer. Rasyonel bir salınımları yoktur, rastgele ilerler. O yüzden Nobel alır mı almaz mı bilmem ama Tavares’in bir üslupçu olduğu kesin. Kendi dilini kurmuşa benziyor. Bu da bir yazarın başarabileceği en büyük iş zaten. Ve alabileceği en büyük ödül.
Onur Çalı