29.Şubat.20
Kızılay’da bir kafede oturuyorum, simit-çay var önümde. 70’li yaşlarında bir kadın, eliyle gözüyle bir şeyler söylüyor. Etraf boş masadan geçilmezken masama oturmak istediğini anlıyorum, başımla olur veriyorum. Neredeyse koşarak içeri gidiyor, çantasını toplayıp, bir de simit alıp gelip karşıma kuruluyor. İçimden çattık diyorum ama şaşırmıyorum da. İki-üç senede bir böyle enteresan hadiseler gelir başıma.
Teyze karşıma kurulduktan sonra adını soyadını söylüyor, emekli öğretmenmiş. Ben de adımı söylüyorum. Mesleğimi soruyor. [Puan almak için olsa gerek, “Benim kızım da tercüman deyip kızının çalıştığı birkaç yeri sıralıyor.] Hangi okulu bitirdiğimi soruyor. Kızının mezun olduğu okulu sorunca ben, öyle ya meslektaşız madem, “Sen küçüksündür kızımdan, o çok oldu mezun olalı” diyor. Oğlum Onur diyorum, sağa sola bak bakalım, şaka programında mıyız acaba, iyice bir bak, kameraya el salla.
Sonra teyzemiz tebliğe başlıyor. Bir metinden bahsediyor. Acayip rakamlar söylüyor, şu kadar sayfa şu kadar bölüm… Bir ara, “2000 ve sonrası doğumlular ölümsüz” diyor. Nasıl yani diyorum, ölmeyecekler mi? “İstersek biz de ölmeyebiliriz” diyor.
Tabii teyzenin bana karşı bir terbiyesizliği olmadığı için, içimdeki dalga geçme refleksini zar zor da olsa zapt ediyorum. Nerde çalıştığımı sorunca, memurum diyorum. Sen bizim çalışmalarımıza gelemezsin o zaman diyor. Evet, diyorum, gelemem. [Epey rahatlıyorum yoksa teyzenin kalbini kırmam gerekecekti.]
Suratı düşüyor. Bu akşamki toplantıya giderken şubeye bir konuk götürmesi gerekiyormuş. [Şube? Ne şubesi acaba bu?] Her Cumartesi, şubede, o bahsettiği metinden bir bölümü anlatıyormuş toplantıya gelen herkes, falan filan. Gülüyorum artık. Kahkaha değil ama yakın. Gülüşümü taklit ediyor. Sinirleniyor herhalde. “Ben kimi götüreceğim şimdi konuk olarak bu akşam” diyor. Masaya sessizlik çöküyor.
Büyük çantasının içinden küçük para çantasını çıkarıp bir yirmilik uzatıyor. Aheste aheste. Acelesi yok. Kafede oturmamıza rağmen [burda satılan suyu içemiyormuş], benden yakındaki büfelerden birinden su almamı rica ediyor. Acele tarafından gidip alıyorum, kibarca teşekkürleşiyoruz. Biraz daha oturduktan sonra, “üşüdüm” diyerek müsaade istiyor. Yeni avlara yelken açıyor teyzemiz…
Keşke dünyada herhangi bir kutsal metin olmasa.
1.Mart.20
İnsanlık için küçük, bendeniz içinse önemli bir sevinç: “Sonra Hayat” adlı dosyamla, Vedat Günyol Genç Deneme Yazarı ödülüne değer görüldüm. Ödül töreni ertelendi. Ertelenmeseydi bugün yapılacaktı, ola ki fırsat olursa diye ben de küçük bir konuşma hazırlamıştım. En azından buradan paylaşmış olayım:
Uzunca bir süredir, topyekün yıkıma doğru koşaradım sürükleniyoruz. Yoksulluk, hukuksuzluk, yolsuzluk, adaletsizlik günlük işlerimizden oldu. Geçinemediği için intihar eden insanlar var, iş cinayetlerinde birinciyiz. Birkaç gün önce onlarca asker öldü Suriye’de. Yoksul halk çocukları göz göre göre ölüme gönderiliyor. Dünyada milyonlarca insan yerinden yurdundan edilmiş durumda. İklim krizi kapıda, önümüzdeki yıllarda dünyadaki mülteci sayısının katlanarak artması bekleniyor… Dünyanın kuzey çatısındaki ülkeler bolluk içinde yaşarken Afrika’da yetersiz beslenmeden ve su kaynaklarının sınırlı olmasından dolayı çocuklar ölüyor… Bu karamsar tablo içerisinden baktığımızda edebiyat ne işe yarar, elinden bir şey gelir mi?
Doğrusu edebiyat, bütün bunları düzeltmek gibi bir güce sahip değil. Bir müdahale aracı değildir edebiyat, fakat biz edebiyat sayesinde ve edebiyatla başka bir dünyanın, barışın, eşitliğin hayalini kurabiliriz. Diğer edebi türler içerisinde ise deneme, bana sorarsanız, bu hayalin en güçlü biçimde dile getirildiği türdür. Çoğu zaman es geçilse de, unutulsa da Türk edebiyatının deneme geleneği çok güçlüdür. Vedat Günyol da bu güçlü geleneğin en önemli ustalarından biri. Adımın Vedat Günyol’la birlikte anılması benim için büyük mutluluk.
Umarım bu ödül, Vedat Günyol’un ve Türkçe denemenin diğer büyük ustalarının daha fazla okunmasına vesile olur.
Evet, böyle konuşacaktım.
İşin aslı, bugünlerde bizim coğrafyada ve dünyada olup bitene edebiyat hiçbir şey yapamaz. Tam bir çaresizlik hali. Çaresizlik çünkü dünyayı yöneten sistem ve yöneticiler vahşi. Gaddar. Birinci ve ikinci cihan harbi öncesindeki bir çılgınlık hakim dünyaya. Her şey daha da kötüye gidecek gibi görünüyor. Eğer aklıselim galebe çalmazsa.
***
Bu aralar dergilerde en sık rastladığım isim Batıkan Köse. Öykü yazma hevesi ve verimi dikkat çekici.
2.Mart.20
Yiğit Bener, yeni romanı Acı Portakal’da erillikle, eril tahakkümle ve kadına şiddetle yüzleşiyor. Doğrusu, “baba” karakteri aracılığıyla biz okuyanları bunlarla [belki de kendi “erkekliğimizle”] yüzleşmeye kışkırtıyor.
Roman iki farklı zamanda ilerliyor. Birincisinde, otuz yıl önce, Amsterdam’da bir Marksist eğitim merkezinde bir araya gelen devrimci yoldaşlardan biri olan El Turco lakaplı baba, ilk ağızdan anlatıyor yaşadıklarını.
İkinci zamanda ise baba [ya da El Turco] kızıyla sohbet ediyor. Yazmakta olduğu romanını [yani El Turco’nun yaşadıklarını, yani bir anlamda kendisinin yaşadıklarını] kızıyla konuşuyor.
Baba-kızın sohbet ettikleri bölümlerde kuşak karşılaştırmaları da yer kaplıyor. Yiğit Bener, bu kuşak karşılaştırmalarını önceki romanlarından Eksik Taşlar ve Heyulanın Dönüşü’nde de yapıyordu. Üstelik o yaş grubunda ekseriyetle görülen “şimdiki gençler…” serzenişiyle de yapmıyor bunu.
3.Mart.20
Bir oyun: “Dansöz”. Şamil Yılmaz’ın yeni oyunu. Sezen Keser oynuyor. Tek perde, yaklaşık bir saat. Bakışla, nazarla, bakılmak ve görülmekle, bütün bunların nesnesi olan dansözün gözün iktidarına karşı nasıl mücadele ettiğiyle ilgili bir oyun. Devlet oyunlarından sıkılan, tiyatroya gitmez ya da gidemez olmuşlara bilhassa tavsiye olunur.

Bir film: “It Must Be Heaven” (Burası Cennet Olmalı). Elia Suleiman yazmış, yönetmiş, oynamış. Yönetmenden izlediğim [Havana’da 7 Gün’deki kısa bölümünü saymazsak] ilk film. Absürd bir komedi anlayışı var Süleyman’ın. Yavaş ve parçalar halinde ilerliyor anlatım. Karakterimiz absürd durumlar karşısında tepkisiz. Dolayısıyla buna uygun, sakin bir anlatımı ve mizahı var filmin. Birkaç söyleşisini izledim. Söyleşilerden birinde, filmin Paris’te geçen sahnelerindeki mekanları nasıl insansızlaştırdıklarından açıyor. Sevdim Bay Süleyman’ı. Diğer filmlerini de izleyeceğim.
Bir albüm: “It Must Be Heaven”. Filmi izlerken de çok hoşlanmıştım müziklerden. Soundtrack’ini bulunca çok sevindim. Filmi izleyin ya da izlemeyin, müzikler şahane.
4.Mart.20
Yavuzer Çetinkaya’nın öykü kitabı olduğunu bilmiyordum. Genç giden güzel insanlardan biri olarak yeri var bende. Neden bilmem, belki Bizimkiler’deki rolünden dolayı böyle yer etmiş zihnimde. “Savaş ve Doğum” adlı kitabı, 1992 yılında Haldun Taner Öykü Ödülü’ne değer görülmüş meğer. Kitaba adını veren öyküde, Çetinkaya, kızının doğumunu hatırlayan bir karakterin ağzından anlatıyor, kızının Körfez Savaşı’ndaki halini:
Çok zor oldu onunla savaşı yaşamak. Okuluna, göğsümde “Savaşa Hayır” iğnemle gittiğimde, yazıyı okudu ve öptü beni. Biliyordum, ben “Savaşa Hayır” derken, kadife perdeli ve koltukları puflu salonlarda yapılan telefon konuşmalarıyla, her an satılabilirdik. Ama o kadar olumsuzluk arasında bile kızımın gül yaprağı öpücüğü, savaşa direnmenin haklılığının somut kanıtıydı. Uydu bağlantılı telefon konuşmaları ya da televizyon görüntüleri ile, “bombardımanla rengârenk aydınlanan Bağdat gökyüzü” diye tanıtılan savaş, yıkım, yıkım ve ölümdü aslında.
“Kızım savaştan nefret ediyordu. Dokuz yaşını doldurmamıştı daha.” diye başlıyor öykü.
Savaşın başladığı ilk günlerde Narlıdere’deler. Güneş, çiçek ve yakamozlar…
Ve fakat şöyle devam eder Çetinkaya: “Ama haberlerde ölüm vardı. Demeçlerde savaş vardı. Savaşın kazançları konuşulacaktı hep. Kayıpları hiç. Ben dostlarıma savaş olmayacak diyordum. Çünkü savaş olmasın istiyordum. Çünkü kızım savaş olmasın istiyordu ve haklıydı. Hepimizden önce duymuştu tomurcuklanan göğsünün yanı başındaki yüreğinde, savaşın ölüm olduğunu.”
Körfez Savaşı çıktığında ben de ilkokulun ilk senesindeydim. Tahtaya Kahrolsun Saddam yazdığımı hatırlıyorum. Emin değilim ama insanlık tarihinin “canlı yayında” izlenen ilk savaşı olabilir 1991 Körfez Savaşı. Şimdi de böyle. Televizyona çıkan gereksizlerin şahı erkekler ve kadınlar, rakamlarla, tuhaf böbürlenmelerle, sahte üzüntülerle, nasıl soğuk bir dille anlatıyorlar olup biteni. Görüntüler… sanki bir bilgisayar oyunu.
İnsanlar ölsün istemiyorum. Televizyondaki tiplerin “stratejik” yorumlarından iğreniyorum. Savaşa Hayır diyorum. Biz savaşa hayır derken, “kadife perdeli ve koltukları puflu salonlarda yapılan telefon konuşmalarıyla” savaş kararı veriyor birileri.
Onur Çalı
Nitelikli ve güzel bir metin.
Doğru; edebiyat insanlığın yarattığı sorunları çözemeyebilir ama bunları dert edinmiş farklı insanlara nefes alma şansı ve direniş gücü verir.
Servet Şengül
Savaşa Hayır!
Not: Hain değilim!