2013 yılının 19 Temmuz’unda değerli yazar Leylâ Erbil’i sonsuz yolculuğuna uğurlamıştık. Ardında bıraktığı boşluğun doldurulamayacağını ve ondan kalan izlerin unutulmayacağını derinden duyumsayan bir dostu olarak yazıyorum bu satırları. Öykü ve romanımızda genç kuşağın gerçekleştirdiği yenilikçi atılımlara, sıra dışı yaratıcılık boyutlarına odaklanınca gençliğin en çok ışık aldığı yazarlardan birinin Leylâ Erbil olduğu kanısı durmaksızın güçleniyor zihnimde.
Leylâ Erbil hep gençti; ömrünün sonuna kadar da genç bir ruhla yazdı. Gençliğe özgü başkaldırı ruhu; özgürlük aşkı, hayatı sorgulama, toplumsal eleştiri ve itiraz, her türlü dogma, tabu ve kurala karşı çıkıp kendi doğrularını arama, özgür bir birey olma, farklı ve özgün bir edebiyat oluşturma çabası Leylâ Erbil’in bütün yapıtlarının temel bileşenleri arasında yer aldı. Diyebiliriz ki Leylâ Erbil, özgür, genç ve her daim muhalif ruhunu, kelimelerinde gizlediği her nefeste hissettirdi bizlere.
Leylâ Erbil’in dünyasını birçok boyutuyla işleyen ve onun metinlerinin yorumlanma süreçlerinde okur ve araştırmacılara geniş ufuklar açan iki önemli kitaba değinmeliyim öncelikle. 2006’da Bilkent Üniversitesi ve Türkiye Yazarlar Sendikası tarafından İstanbul’da gerçekleştirilen bir sempozyumun ardından, akademisyen Süha Oğuzertem’in hazırladığı Leylâ Erbil’de Etik ve Estetik’in (2007), şu âna kadar Leylâ Erbil’in hayatı ve eserlerine dair en kapsamlı kaynak kitap olduğu kanısındayım. Ayrıca, Leylâ Erbil’in ölümü sonrasında Kaya Tokmakçıoğlu’nun derlediği Bir Tuhaf Kuştur Gölgesi Zihin adlı ortak kitaptaki yazıların Leylâ Erbil’in eserlerinin yorumuna farklı perspektifler kazandırdığını da belirtebilirim.
Leylâ Erbil, edebiyatımızın en sıra dışı, en farklı ve özgün kalemlerindendir. O, başkaldırıyı hem hayatının hem de sanatının odağına yerleştirmiş bir yazardır. Öykü, novella ve romanlarında, hayatı edebiyat estetiğiyle yeni bir gerçekliğe dönüştürürken okurun gözünü açmaya, farkındalık yaratmaya önem verdi. Leylâ Erbil’in edebiyatı, başkaldırıyı taçlandırdı; okuyana toplumsal ve bireysel bilinç aşılayan güçlü bir başkaldırıydı bu.
Onun metinleri bir “sis çanı” gibidir, yolumuzu kaybeder gibi olduğumuzda, bizi aydınlığa, doğruluğa ve gerçeğe çağırır; ancak yol gösterirken akıl vermemeye, tek boyutlu kalmamaya da özen gösterir. Leylâ Erbil’in eserlerine odaklandığımızda birden kendimizi sorgulamalar içinde buluruz. Yerleşik ve kalıplaşmış her şeyi, her kuralı gözden geçiren, taşları yerinden oynatan, bireye ve topluma dayatılmış her türlü iktidarı reddeden, özgürleşmeyi sınırsız bir dünyaya taşıyan yenilikçi metinlerdir Leylâ Erbil’in yazdıklarının tümü. Yenilikçi ve devrimci olma olgusu sadece içerikte değil, bu içeriğin anlatım biçimlerinde, yazınsal tekniklerde ve dilde de kendini gösterir. Biçim-içerik bütünleşmesini yazınsal ve diyalektik bir temele oturtan Leylâ Erbil, metni avangart (öncü) ve deneysel olmaya yöneltenin içerik olduğunu da sıklıkla dile getirirdi.
Leylâ Erbil, mevcut her türlü iktidarı hayatın temel sorunsalı olarak görüyordu; edebi iktidarlar da buna dâhildi. O nedenle, yerleşik ödül mekanizmasına tavır almıştı; edebiyat ödüllerine katılmadığı gibi, kitaplarının üstüne “Bu kitap hiçbir ödüle katılmamıştır” şeklinde bir not düşürmeyi de ihmal etmezdi. Bu yolla, edebiyatın kalıplaşmasına, beğenilerin aynılaşmasına, aynı estetik algının sürekli kendini çoğaltarak edebiyat sanatını durağanlaştırıp tekrara düşürmesine itiraz ediyordu.
İktidar ve dayatmalara karşı çıkarken, başkaldırıyı esas alırken ilk bakışta anarşizan bir yaklaşım içindeymiş gibi görünüyordu, fakat aslında Leylâ Erbil’in başkaldırısı sosyalist düşünceye ve Marksizm’e dayalıydı. Tarihin akışı ve evrimleşme süreci içinde ilerleyen toplumların yepyeni bir geleceğe kavuşacağına; evrensel özgürlük, eşitlik ve adalet ilkelerinin gerçekleşeceğine dair sonsuz bir inancı vardı. Bu inanç, uzak bir hayalden değil, diyalektik felsefe üzerinde yükselen bir güven ve iyimserlikten kaynaklanıyordu; onun umudu ve inancı diyalektik düşüncedeydi. Ölümünden bir süre önce yayımladığı başyapıtı Kalan’da bu inancının altını çizer. Kalan’ın sayfaları, kötülük, adaletsizlik ve olumsuzluklara karşın umudun, devrimin, düşler ve ütopyanın sonsuz gücünün sezdirilmesiyle biter. Leylâ Erbil, Marksist düşüncenin devrimci yaklaşımını, Freud düşüncesinin birey özgürlüğünü temellendiren savlarıyla bir arada işliyor, her iki düşünce sistemini eserlerinde bütünleştiriyor; bu bakış açısını, toplumun dışında kalmayı ve bir “kenar insanı” olmayı yeğlemiş, yapayalnız ve sorunlu öykü kişilerinin psikolojisine de uyarlıyordu.
Leylâ Erbil, bilinçle sivrilttiği kaleminin ucunu, kalıpların, kuralların, dayatmaların, geleneklerin, şablonların tümüne saplıyor; yerleşik iktidar olgusunu reddederken; itirazını, bireyleşmenin ve özgürleşmenin en büyük engeli olarak gördüğü topluma yöneltiyordu. Toplum; devlet, aile, eğitim, evlilik, din, dil… gibi kurumlarının baskı mekanizmasıyla bireyi cendereye alıyor; onun elini, kolunu ve yaratıcılığını bağlıyordu. Toplumun, saçma, anlamsız ve köhne kurallarının bireyi kısıtladığını; boğuntu ve bunalıma uğramasına neden olduğunu; bireyin tam anlamıyla özgürleşemediği için kendini gerçekleştiremediğini belirten Leylâ Erbil, toplumsal iktidar odaklarının yerleşik düzeni sürdürerek adaletsiz, eşitsiz bir toplum içinde kendi menfaat alanlarını durmadan genişlettiğini belirtiyordu. Leylâ Erbil’in öykü, novella ve romanlarının kılcal damarlarında dolaşan güçlü muhalif düşünceleri, denemelerini içeren Zihin Kuşları adlı kitabında net olarak görmek mümkündür.
Leylâ Erbil, eserlerinde yerleşik akla da karşı çıkıyordu; yarı deli, bunak, marazi karakterlerini konuşturduğu “ben” anlatımıyla, okurun yüreğinin en derin noktalarına ulaşmayı, sezgilerine seslenmeyi başarıyordu. Bir toplumsal iktidar unsuru olarak gördüğü yerleşik, kalıplaşmış dili; öykü, novella ve romanlarındaki yarı deli karakterlerin iç konuşmaları ve bilinç akımıyla darmadağınık olmuş cümleleri yoluyla deformasyona uğratıyor, dili zincirlerinden koparıyordu. Akıl ile dil arasındaki bağın kopmasıyla, dağınık bir sentaks, şiire yakınlaşmış farklı bir sözce düzeni ve yepyeni bir üslup oluşturuyordu. Yazar, kahramanlarının bu aykırı diline yüklüyordu düşüncelerini. Dünyaya dilin içinden bakarken, dilin de bireye (ve yazara) bir iktidar olarak kendini dayatmasına karşı çıkıyordu.
Leylâ Erbil dili değiştirip deformasyona uğratırken, asla anlamsızlığa, boşluğa düşmüyordu; içeriksiz bir oyun oynar gibi değil, bilinçli bir “isyan grameri” oluşturarak yazıyordu. Kalıplaşmış dili, deyimleri, simgeleri, cümle yapısını, imla kurallarını yıkıp pek çok yenilikler deneyerek özgün bir “Leylâ Erbil üslubu” yaratmış oluyordu ve bu üslubun gerçekten eşi benzeri yoktu. Onun gerçekleştirdikleri, yazınsal bir devrim anlamına geliyordu.
Leylâ Erbil’in öykü, novella ve roman kişilerinden pek çoğunun aydın birer kadın yazar oluşu da dikkati çeker. Cüce’de Zenîme, Kalan’da Lahzen, Gecede öyküsünde Semra, Karanlığın Günü’nde Neslihan, Tuhaf Bir Kadın’da Nermin… topluma ve hayata sorgulayıcı ve eleştirel bir gözle bakan, eli kalem tutan kadınlardır. Leylâ Erbil, dilin eril boyutunu fark eden, bu eril dile, eril iktidara karşı çıktığı gibi itiraz eden bir söylemle yazıyordu. “Kadın yazar” nitelemesini içselleştirmişti; onun rahatsızlık duyduğu şey; kadın yazarın, yüzyıllarca toplumdaki diğer kadınlar gibi, patriarkal, dinsel ve feodal zihniyetin kısıtlama ve baskısı altında kalma olgusuydu. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğini kadın yazar bağlamında sıklıkla işledi Leylâ Erbil. Bu durumun verdiği huzursuzluk duygusunu, Zenîme, Lahzen, Neslihan, Semra, Nermin… gibi “kadın yazar” karakterlerinin yaşadıklarını dile getirmeleri üzerinden ifade etti. Evlilik kurumu ve ikiyüzlü ahlak da yazarın yarattığı bu kadın karakterler tarafından cesurca eleştiriliyordu.
Kadın yazarın eril edebiyat iktidarı ile mücadele ve çatışması, Leylâ Erbil’in eserlerinde ele aldığı başat konulardandı. Edebiyat-sanat çevrelerindeki dekadans (çürüme ve ahlaki çöküntü) onun sivri ve acıtıcı kaleminden kaçamazdı elbette. Gecede öyküsünden Karanlığın Günü romanına açılan yazınsal yolda, söz konusu çevreleri ironik bir yaklaşımla eleştirdi. Kara mizahı öne aldı; böylece eleştirdiği olgu ya da çevrelere belirli bir mesafeyle bakarak daha nesnel bir yaklaşım sergilemiş de oluyordu.
Onun metinlerinde “ben” söylemindeki anlatıcı rol üstlenmişliği, Brecht’e özgü bir yabancılaştırma etkisi yaratır. Leylâ Erbil’in öykü, novella ve romanları okurda hiçbir zaman bir katharsis (arınma) etkisi yapmaz; tam tersine okuru huzursuz eder, sorgulamalara yöneltir, düşündürür; böylece okurun körü körüne inandıklarını, yıllar boyunca başkaları tarafından zihnine yerleştirilmiş düşünsel kalıp ve koşullanmışlıkları da yerle bir eder…
Varoluşçu felsefeyi, özellikle Jean Paul Sartre’ın eserlerindeki bireysel özgürlük düşüncesini, kendi edebiyatının bir bileşeni olarak değerlendiren yazar, Varoluşçuluğun özgürlüğü öne alan, bireyin kendini gerçekleştirme çabasını yücelten evrensel bakış açısına büyük önem verdi ve kişilerinin toplumla mücadelesini bu bağlamda dile getirdi. “Cehennem başkalarıdır”, “İnsanın kendini kurması için önce yıkması gerek” gibi sarsıcı sözleriyle ünlü Sartre’ın ve felsefesinin kılavuzluğunda, Leylâ Erbil, bireyin bütün toplumsal ve içsel zincirleri kırması gerektiği fikrini, kahramanları aracılığıyla işledi. Bu kahramanlar yazara benziyordu biraz ama metin içinde farklı kişilikler kazanıyorlardı; Leylâ Erbil kendi hayatından ve gözlemlerinden yararlanıyor olsa da onları sıra dışı üslup ve bakış açısının içinde öyle farklı bir hale getiriyordu ki her şey yepyeni bir yazınsal gerçekliğe dönüşüyordu. Ama bir taraftan da “yazarın hayatı edebiyatına dâhildi”; Leylâ Erbil’in yazdıkları; yaşadıklarına ve tanık olduklarına, bilinç akımı, iç konuşma gibi modern anlatı teknikleriyle estetik boyutlar kazandırarak oluşturduğu ve dönüştürdüğü sıra dışı ve ayrıksı metinlerdi.
Daha önce belirttiğim gibi, Leylâ Erbil, okurunu kurmacayla kendinden geçirmedi, tam tersine, kurmacasını dağıtarak, dağınık metinler üzerinden okurun bütünsel gerçekliğe, hakikatin ta kendisine ulaşmasını sağladı; okura yaşadığı hayatı sorgulatarak ona yepyeni farkındalıklar kazandırdı. Alımlama estetiği açısından düşünüldüğünde, yazar ile okurun yaratıcı birlikteliğinin başarılı bir çağrısını da gerçekleştirdi metinlerinde.
Onun öykü, novella ve romanlarında, birçok tarihsel, mitolojik olay ve kişiye, pek çok yazar ve edebi metne, güzel sanatların birçok tanınmış yapıtına, yakın geçmişe ve güncel olaylara dair göndermelerle karşılaşırız. Leylâ Erbil edebiyatının temel taşlarından biridir bu göndermeler. Bazen tanınmış bir şarkı sözünü, bazen iyi bilinen bir şiirin dizelerini, bazen bir fıkra ya da bir gazete kupürünü, kolajlamalarla hatırlatır; kimi zaman o dizeleri ya da şarkı sözlerini de yapı bozumuna uğratarak ironisine yepyeni malzemeler oluşturur. Leylâ Erbil’in metinleri dopdoludur, yoğundur; pek çoğu, kısalığına karşın inanılmaz derecede derindir. Bu metinlerin anlam derinliğine ulaşabilmek için okurun sağlam bir kültürel altyapısı ve geniş bir duygu-düşünce evreni olması gerekir. Metin içi anlam zenginliğini tam olarak kavrayabilmesi için gerektiğinde okurdan dikkatli bir araştırmacı gibi davranması da beklenir. Leylâ Erbil metinleri, bilinçli okura daha fazla bilinç kazandıran metinlerdir.
Leylâ Erbil, piyasaya teslim olmuş, kolaycı ve sıradan metinlerin yazarı olmadı. Onun uzak durduğu ve eleştiri oklarını yönelttiği alanlardan biri de popüler kültürdü. Hiçbir zaman tüketici okurun ve çok satan listelerinin beklentilerine uygun formatlara teslim olmadı Leylâ Erbil. Az sayıda nitelikli okura seslenmek, sahicilik ve içtenlikle yazmak daha önemliydi; ona göre bu bir yazarlık onuru ve erdemiydi. Kimi yazarların ün peşinde koşmasını, medyada yapıtın değil de yazarın öne çıkmasını birçok söyleşisinde ve Zihin Kuşları’nda enine boyuna eleştirdi. Medyaya teslim olmanın anlamsızlığını ve medyatik ortamın yazarı nasıl tükettiğini bilinçle, inançla sorguladı ve bu gerçeği de işledi. Cüce adlı novellasında, yazar-medya eleştirisini, unutulmuş yazar Zenîme’nin yaşadıklarının müthiş ironisiyle gerçekleştirdi.
Leylâ Erbil, yapıtlarında toplumsal ve yazınsal putları kırdı, dogmaları sarstı, tabuları cesurca eleştirdi ve yıktı. Yeniden kurdu kendi varoluşsal gerçekliğini. O, edebiyatımızın en direnişçi kadın kalemlerinden biri olarak, bu mücadelesini sosyalist bilinçle, edebiyat estetiğiyle, dili ve hayatı dönüştürerek, yepyeni, özgün bir edebiyat kurarak gerçekleştirdi. Eleştirdiklerinin yerine daima kendi düşünce, yorum ve önerilerini getirdi; metinleri okur ve yazarlara ışık oldu. Bu ışık, insanı özgür bırakan, akla ve yüreğe seslenen, “Düşün ve sorgula,,, bunlar sadece benim doğrularım; sen de kendi doğrularını bul,,,” diye fısıldayan özgürleştirici bir ışıktı.
İçimize yerleşmiş engelleri aşmak, özgürleşmeyi içselleştirmek için Leylâ Erbil okumanın şimdi tam zamanı…
Hülya Soyşekerci