Kadri Öztopçu’nun “Yanlış Hikâyeler” kitabında yer alan “Uykusuz” adlı öyküyü tadımlık olarak sunuyoruz.
Aksini söyleyen varsa, istisna! Kırk yıl sonra, hâlâ sevişilmiyor. Çok oldu sevişmeleri bırakalı. Soluk soluğa kalmayalı yatakta. Terlerimiz, kokularımız birbirine karışmayalı. Hatta, bırakın sevişmeleri, yatağa aynı saatte girmeyeli de çok oldu. Eskiden olsa, sevişmesek de aynı saatte yatardık. Kokularımızı çekerdik içimize. Uykuyu, kırlarda ilk kez rastladığımız bir yaban çiçeğinin kokusunu paylaşır gibi paylaşırdık. Çocuksu bir heyecan ve coşkuyla…
Sadece uykuyu mu? Düşleri de. Benzer düşleri gördüğümüz çoktur, inanması zor. Sonra aynı saatlerde uyanırdık, birlikte; birbirimize susamış, hayata acıkmış.
Işıyan günü öpüşe koklaşa karşılardık. Dingin. Umutla.
Ne çok şey beklerdik tek bir günden bile! Ne çok şey sığardı o güne!
Onun uykuları uzadıkça, tuhaftır, benimkiler kısaldı zamanla. Benden önce yatıyor artık. Yatar yatmaz da uyuyor.
Bazen, eski günlerimizi özler, birbirimizin kokusunu duya duya uyuyalım isterim. Saatimi –yatma saatimi– onunkine uydurur, yatarım. Başım yastığa alışmadan daha, bakarım, uyumuş. Karanlıkta seçebildiğim kadarıyla, yüzünü, zamanın ve hayatın yüzünde bıraktığı izleri seyrederim bir süre. Kendi yüzümdeki izleri görürüm, yüzüne baktıkça onun. Yıllar, nasıl da bizi birbirimize benzetmiş, diye geçiririm içimden. Soluk alıp verişlerini dinlerim. Gözkapakları kıpraşır, bir düşten ötekine geçer belli ki. Huzursuzlanır bazen. Kıpırdar. Yan döner, bacaklarını karnına çeker, tortop olur. Sonra, hızla uzatır, gerer bacaklarını. Titrer. Bir boşluğa düşer gibi olur. Boş bulunsam, uzanıp tutasım gelir; düşmesin, incinmesin, acımasın bir yerleri. Halime gülerim. Öte yanına döner. İç geçirir. Mırıldanır, ne dediğini anlayamam. Hızlı hızlı solur. Sonra, soluksuz kaldı gibi gelir bana bir an, korkarım. Kulağımı usulca göğsüne yaslarım, kalbinin tıpırtılarını dinlerim. Düş gördü, derim kendi kendime, huzursuzlanması bundan. Meraklanırım. Ne gördü acaba? Düşlerini de anlatmaz, eskisi gibi. Sabah sorsam, geçiştirir, “Bilmem,” der, “görmüşümdür işte bir şeyler. Kim bilir?”
Zaman geçer. Uykunun zerresi yoktur gözümde. Geceler sanıldığından da uzundur, uyku tutmayana.
Uyku tutmaz beni. Gece uzar. Daha da uzayacaktır, bilirim. Sessizce sıyrılırım, mevsimine göre yorganın ya da pikenin altından, kalkarım. Gözlüklerim başucumdadır. Yıllardır hep aynı yerde. Kaç yıl var, aynı gözlük. Biraz yamuldu, tuhaf duruyor yüzümde ama idare eder deyip geçiştiriyorum. Şimdi, doktora git, gözlükçüyle cebelleş… Onca da para! Karanlıkta, görmeden bulurum gözlüklerimi, takarım. Görecek bir şeyler olmasa bile, alışkanlık mıdır nedir, gözlüksüz yapamam. Hem, gerekir bakarsın. Bir şeyler okumak isterim, aklıma bir şeyler gelir yazarım; kim bilir?
Salonun yolu ezberimdedir, ışık olmasa da olur. Işığı yakmam. Kapıdan çık, sağa dön. Sekiz adım yürü, sola kıvrıl; salon.
Sekiz adımlık yol, bazı geceler bitmek bilmez. Uzar. Koridorda mıhlanmış gibi kalırım. Görmeden bakarım. Duvarda, özene bezene yaptırılmış çerçeveler içinde iki kişilik fotoğraflar asılıdır. İkimizin fotoğrafları. Gülümsediğimiz. Hınzırca göz kırpıp kahkahalarla güldüğümüz. Birilerine –kim bilir kim, kimler?– el salladığımız. El ele tutuştuğumuz, sarmaş dolaş olduğumuz. Bazıları siyah beyaz; çoğu renkli.
Tuhaf bir sessizliği vardır şimdi o fotoğrafların. Önceleri hiç de öyle değilken, yıllar içinde gitgide çoğalan, çoğaldıkça kendini yeniden ve yeniden çoğaltan ağır bir yalnızlığı.
Mekânlar, zamanlar değişse de fotoğraflardaki, o kunt sessizlik, o ağır yalnızlık değişmez. Yıllar içinde, önceleri hiç yoklarken, kim bilir ne zaman gelmişler, çekip gitmemecesine yerleşmişlerdir fotoğraflara.
Oysa, artık anılara, anıların bir suretine dönüşmüş o anlar, hatırlarım, yaşanırken hiç de öyle değildiler: sessiz ve yalnız. Değildiler. Ya da farkında değildik, biz öyle sanıyorduk. Kim bilir?
Fotoğraflarda donup kalmış o anların, yaşanırkenki seslerini hatırlamaya çalışırım. O seslerde de bir eksiklik vardır. Ne olduğunu bilmediğim ya da bilmekten kaçındığım belki.
Sonra sesler hızla birbirine karışır, ayırt edilemez olur birbirlerinden, sersemletici bir uğultuya dönüşür belleğimde. Anlamsızlaşır.
Daha fazla oyalanmam. O fotoğrafların karşısında oyalanmak, hele son yıllarda, nedense içimde bir eksiklik duygusu oluşturur. İçimizde. Hiç söylemeyiz birbirimize. Belki o fotoğraflarda neyin eksik olduğunu bildiğimizden; bu yüzden söylemeyiz. Konu etmeyiz. Etsek ne değişecektir ki? Hiç! Hiçbir şey! Dayanamam bu duyguya. Dayanamayız. Susarız sadece.
Susmak, bazen nasıl acıtıyor hayatı, derim kendi kendime, kaçar gibi uzaklaşırım koridordan, salona atarım kendimi.
Küçük bir salondur burası. Evimiz –bu üçüncüsü; neyse ki kira değil artık– küçük bir evdir zaten, öncekiler gibi iki oda, salon, banyo. İki kişi için yetmiştir de artmıştır bile! Kırk yıldır…
Müzik seti, girişte, hemen solda durur. Yanında dizi dizi, artık kimsenin rağbet etmediği 33’lük plaklar, 45’likler. Sonra kasetler, CD’ler. Onlara dokunmam. Hele plaklara, hiç. Acımasızca geçmişi anımsatacaklardır; annelerimizi, babalarımızı, yitirdiklerimizi. Yüzlerini artık silik soluk hatırladığımız, seslerinin tınısını çoktan unuttuğumuz insanları. Gitgide çoğalan yalnızlığımızı. Kimsesizliğimizi.
Bunu, üstelik gecenin bu vakti, kaldıramayacağımı bilirim.
Bir ses olsun istersem illa, radyoyu açarım. Sesini iyice kısarım ama. O uyanmasın. Bölünmesin uykusu, uykusuzluğum yüzünden.
Bazen onu da yapmam. Sessizlik en iyi müziktir, derim kendi kendime. O zaman, kendi müziğini dinlersin; içindekini, sadece sana ait olanı. Bas, tiz sesleri, yükselip alçalışını melodinin, ritmini… hepsini sen, istediğin gibi ayarlarsın. Yanlış notaları çalabilir, istersen detone bile olursun; kime ne!
Gülümserim.
Salonun balkona açılan geniş, yere kadar cam kapısının tam karşısında duran çift kişilik koltuğumuza yönelirim. Hep yaptığım gibi sağ tarafına oturmadan önce, iki kanat tülü uçlara doğru iyice açarım.
Eğer ılık bir bahar, yaz ya da son yaz gecesiyse, ne âlâ! Balkona, yan yana konmuş iki şezlongdan birine atarım kendimi. Sigaram, elli yıllık belalım, ister salonda, ister balkonda olayım, hep yanı başımdadır. Yakarım. Çoktan göçmüş kadim dostum Muzaffer’i hatırlarım. Sesini duyarım. “Ulan,” der, “külün uzadıkça sen kısalıyorsun.”
Külüm uzar. Ben ufka bakarım. Olmayan ufka. Olmayan ufukta, otuz, bilemedin kırk metre karşıda, iki heyula dikilidir; iki beton yığını. Ama haksızlık etmemeli! Biraz zahmete girer, boyun kaslarımı zorlamak pahasına başımı yukarı kaldırırsam, bakışlarım çok daha uzaklara ulaşabilir. Berrak havalarda, yıldızlara! O zaman, birden, içimdeki çocuk uyanır. Yıldızları sayar: bir, iki, üç… yedi… on… on altı… Olmadı, onu saymıştım, karıştırdım. Çocuk, al baştan yapar; bir, iki… beş… on beş… yok, saymıştım onu, saymış mıydım? Kahretsin. Bir… üç… on üç…
Gözlerim yorulur. Görüşüm bulanır. Sıkılırım da…
“Çocuk,” derim, “çocuk!”
Anlar. Bırakır yıldızları kendi hallerine. Kabuğuna çekilir; uykusuna. Mahzunluğuna.
Gözüm, iki heyulanın pencerelerine takılır. Çoğu karanlıktır. Işıklı olanlar, tek tük. Annemin sözünü hatırlarım: “Dışarıdan gördüğün her pencere, içeride başka bir dünya.”
Aydınlık ya da karanlık; gördüğüm her pencerenin içindeki dünyayı merak ederim. O dünyalarda, kim bilir nasıl hayatlar? O hayatları merak ederim. Düşlerim. Yazmak isterim onları.
Yazı masam salonun arka tarafında, köşededir. Kendime bir içki koyarım; iki parmak, fazla değil. Küllüğümü, sigara paketimi, çakmağımı taşırım masaya. Kalemlerimin ucunu açarım, yazmaya başlarım…
Yıllardır yaparım bunu. Yıllarıdır öyküler yazarım. Daha doğrusu, yazmaya başlarım da, tuhaftır, bitiremem hiçbirini. Ben mi bitiremem, onlar mı bitemezler, bilemem. Yoksa, bitmesinler mi isterim? Onlar mı bitmek istemezler? Sanırım onlar. Hangi öykü bitmek ister ki! Bitmek, bir daha başlayamamaktır. Kendinden umut kesilmesidir. Bir dünyanın soğuması, kabuk bağlamasıdır. Yok hükmünde sayılmaktır. Kim ister bunu? Hangi öykü? Hangi öykünün kahramanı?
Yine de yazarım. Bıkıp usanmadan yazarım. Belim ağrır. Sırtıma kramplar girer. Kollarım uyuşur. Bacaklarım karıncalanır. Kalkarım. Bir aşağı, bir yukarı salonda… Sonra, kırk yıl önce satın aldığımız kanepemize çökerim. Bacaklarımı sehpaya uzatırım. Bakışlarımı gökyüzüne, yıldızlara çeviririm. İçimdeki çocuk küsmüştür, uyanmaz. Yıldızları saymaz. Göğsümde tuhaf bir sızı…
Kimi geceler, suskun, öylece otururken, onun, küçük ve biçimli ayaklarının çıkardığı o yumuşacık sesi duyarım. Başka hiç kimsenin algılayamayacağı. Uyanmıştır. Bakmıştır ki yokum –çoktan alışmış olması gerekirken– meraklanmıştır. Arkamdan usulca sokulur –korkutmaktan kaygılanmaz; ayak sesini duyduğumu bilir çünkü– başıma yumuşacık bir öpücük kondurur.
“Yatmadın mı sen hâlâ? Hastalanacaksın bak!”
Bu, nedense her seferinde içimi ısıtan, yanıtı belli bir sorudur: “Uyku tutmadı,” derim. “Düşünüyordum…” derim. “Aklıma bir şeyler geldi, yazmak istedim hemen,” derim. Ve görmeden bilirim, anlayışla, şefkatle gülümser. Yanıma gelir, oturur, kırk yılda bir de canı çeker, bir sigara yakar. Çakmağın alevinde yaşlı yüzünü görürüm. Nicedir boyatmaktan vazgeçtiği saçlarına düşmüş kırlar içimi acıtır.
Susarız. Gözlerimizi ufka –karşıdaki iki heyulaya– dikeriz. Dalıp gideriz.
Çok isteyip de bir türlü gidemediğimiz ülkelere, kentlere yol alırız. Hiç görmediğimiz, göremediğimiz köprülerin –ve suların– üstünden geçeriz. Isınmadığımız, ısınamadığımız güneşlerde ısınırız. Uzak ormanların kuytularında sevişir, bilmediğimiz, sularının yabancısı olduğumuz göllerde yüzeriz. (Ben, özellikle Titicaca Gölü’nde yüzerim, nedense!)
Sonra o, çocuklarımızı emzirir. Minicik ayaklarını öper, popolarını ısırır şakacıktan. Ben seyrederim. Ellerinden tutar onları, çocuk parklarına, okullara götürür. Her kuşun, her böceğin, ağaçların, otların, çiçeklerin adlarını öğretir tek tek. Büyümelerini izler sabırla. Kaygıyla, ama hiç belli etmeden kaygısını, eve dönüşlerini bekler akşamları. Gözlerinden bir gölge geçse onların, o, karanlıklara düşer. Gözlerindeki bir-iki damla yaştan, onun payına düşen seldir. Ve küçücük sevinçleri çocukların; onun bayram sabahları…
Sonra her şey silinir. Titicaca Gölü kurur. Köprüler çöker. Ormanlar yanar. Çocuklar –çocuklarımız– ipi kopmuş birer uçurtma gibi yitip giderler.
Ağır bir sis iner, örter hayatımızı.
İçtiği sigara biter. Kül.
Acıyla düşünürüm: Önce hangimiz, hangimizi iyice yalnız bırakıp…
Sonra, gözlerim hâlâ ufukta –iki heyulada–, “Dışarıdan baktığın her pencere, içeride ayrı bir dünya,” derim.
“Demek,” der, “bakabiliyorsa, biliyorsa bakmayı, asıl içeriden bakmalı insan.”
İçtiğim sigara biter. Kül.
Çoğu kez, artık gün ışımaktadır. Alaca aydınlık. Uykusuz bir gece daha. Ve içimize yağan, hep aynı yağmur: sicim gibi, soğuk, ürperten. Namütenahi.
Fakat, yine de ışır gün. Yeni bir gündür.
Kadri Öztopçu
Müthiş!
“Elveda” öyküsünü yazmış.
“İçimin yağı eridi.” öyle derler. Gerçekten güzel bir öyküymüş. İyi bir öykücüyü yitirdik.