IMG_0157

“Ben varken ölüm yok, ölüm varken ben yokum. O halde korkacak ne var?” demiş Lucretius. İsa’dan hemen önceki yüzyılda takriben 40 yıl yaşam pınarından içmiş olan Romalı filozof ve şairin bu meşhur sözünü ne zaman duysam, sonuna bir “alla’sen” ekleyesim gelir. Bir görüntü de koşar gelir o anda: Lucretius püfür püfür elbisesiyle kahvede oturmuş, bacak bacak üstüne atmıştır, umursamaz bir tavırla yanındakilere söylüyordur bu sözünü, “aman sen de” dercesine elini havaya doğru sallamayı da ihmal etmiyordur. Ölümün ağırlığından ve sıkıcılığından [ölesiye sıkıcı, şaşmaz bir düzeni var, sürpriz yok: herkes ölüyor] kurtulmak için olsa gerek, bu görüntü gelir yerleşir zihnime.

Lucretius haklı beyler, diyerek dağılabiliriz de. Nedir, ölüm üzerine konuşmak ölüm kadar sıkıcı değil.

Ölümü yaşamayız, doğru. Sanki bir eşik vardır, o eşiğin adı ölümdür, varlık ile yokluğu ayırır. Ölümü tecrübe etmeyiz. Eşiği geçince ölmüş oluruz, hepsi bu. Nitekim Ludwig Wittgenstein da “Ölüm yaşam olaylarından biri değildir, kişi ölümü yaşamaz” buyurmuştur.

İnananların kutsal kabul ettikleri kimi metinlerin de ölüm hakkında “söyledikleri” vardır elbette. Biz burada onların hepsini ipe dizemeyiz sevgili okur. Nedir, kıyısından köşesinden de olsa bu yazıda ölümü dolaşacağımız da doğrudur.

Eski Ahit’in en güzel bölümlerinden biri olan “Vaiz”in 9. Babında şöyle denilmektedir söz gelimi:

“Yaşayanlar arasındaki herkes için umut vardır. Evet, sağ köpek ölü aslandan iyidir! Çünkü yaşayanlar öleceğini biliyor, ama ölüler hiçbir şey bilmiyor. Onlar için artık ödül yoktur, anıları bile unutulmuştur. Sevgileri, nefretleri, kıskançlıkları çoktan bitmiştir. Güneşin altında yapılanlardan bir daha payları olmayacaktır.”

Geldik mi zurnanın sesinin çatladığı yere!

Ölümü deneyimlemiyoruz, anladık, tamam da öldükten sonra ne oluyor peki? Dostlarım, bu yazıyı hâlâ sabırla okumakta olanlar, vah bize vahlar bize ki bugüne kadar bunu bilene rastlayan olmamıştır. Nedir, rivayet muhteliftir. Kabaca söyleyecek olursak, bazılarına göre bedenimiz toprağa karışacak ama ruhumuz yaşamaya devam edecekmiş. Başka bazı kimselerin inandığına göre ise toprağa karışıp başka başka mahlukat içine girecek ruhumuzla yaşamaya devam edecekmişiz. Dedim ya, işin aslını astarını bilen yok. Neye inanacağımızı ya da inanmayacağımızı seçmek bize kalmış. Bana kalırsa yapılacak en makul şey bu dünyadaki yaşamın biricik olduğunu unutmayarak yaşamaktır. Varsa ötesi, onu da yaşarız. Ama elimizde olan, garanti olan şu anda yaşamakta olduğumuz. O halde kıymetini bilmeli.

Burada sözü Salâh Birsel’in ölüm sözcüklerine götürmeden önce bir kez daha kutsal kitabın sayfalarını karıştıralım. Meşhur hikayedir, duymuşsunuzdur. Hazreti İsa, Lazarus namlı bir ademi ölümden yaşama döndürmüştür. Şair Kaan Koç “Gece Hapları” adlı kitabında şu dizeleri döktürür:

İsa, mezar-mağarasında yatan ölü Lazarus’a gidip onu
emriyle dışarı çağırdı; “Lazar! Dışarı gel!” Güzel. Fakat
şöyle olması gerekmiyor muydu; “Lazar! Dönmek ister
misin aramıza?

Öyle ya, bu yaşama gelmek isteyip istemediğimizi soran olmadı. Bari, olacaksa, başka bir yaşamı isteyip istemediğimiz sorulmalı!

Ölüm üzerine söylenen vecizleri, yazılan şiirleri, edilen lafları birbirine eklesek, ohoo, burdan Mars’a duble yol olur.

Söz gelimi, şair Ergun Tavlan, “Sesleri Alan:” adlı kitabında şöyle dizmiştir ölüm ve aşk sözcüklerini:

hayatın iki izleği var
biri aşk biri ölüm
öleceğiz ölümü ne konuşalım
aşkacağız aşkı

Zaten yaşamayacağımız bir deneyim hakkında bu kadar konuşmanın ne alemi var! Olsun, bu seferlik devam edelim biz: Ölüm zalimler için de aşıklar için de uyarılarda bulunur. Zalimlere, onların da ölecekleri hatırlatarak yaptıkları kötülüklerden, bir ihtimal, cayacakları umulur. Aşıklara verilen ise amiyane tabirle “seviyosan git konuş” yollu, harekete geçmeyi teşvik eden bir uyarıdır.

Bir Bergama türküsünde, söz gelimi, şöyle söylenir:

Al basmadan donu var
Suya gider yolu var
Al oğlan sevdiğini
Bu dünyada ölüm var

Aman iki gözüm Salâh Bey’i unutmayalım. Salâh Birsel, her Türk genci gibi, edebiyat dünyasına antresini şiir yazarak yapmıştır. Neredeyse son günlerine kadar da sürdürmüştür bu uğraşını. Nedir, şiir yayımlamaya ara verdiği de olmuştur. 1972’de yayımlanan Haydar Haydar kitabından sonra tam, yanlış duymadınız, 21 yıl şiir kitabı yayımlamamıştır. 1993’te muhteşem bir dönüş yapar Varduman ile, Necatigil ödülünü de heybesine atar bu kitabıyla. İşte bu kitapta, genç yaşta “ölüm mumu sönen” dostları Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu’dan açan bir şiiri de vardır. İşe bakın ki şiirin adı da “Şanlı Köprü”dür:

Ne güzel ölmek bir kez
İnsanın yaşamında
Rüştü Onur gibi
Muzaffer gibi
Ayağı kayıp da
Dönmemek gerisin geri

Ölüm olurdu yoksa
Ölmeyenlere de dünyada
O şanlı köprüden
Langa lunga boyuna

Şöyle düşünün bir kadın
Aşıksınız sırılsıklam
Dur durak dinlemeden
Ölüyor ha bire

Oğlum Onur, savrulup duruyorsun. Dur diyen de yok sana, hani Salâh Bey’in ölüm sözcüklerinden açacaktın? Öyle ya, size söylemedim ama bu küçük denemeyi aklıma düşüren Salâh Birsel’in Kediler kitabındaki “Doğanın Şavkı” başlıklı denemesi değil miydi? Bu denemesinin, Mısırlıların Akka şehrini kuşatmalarından açtığı kısmında şöyle der:

“(…) Kaleye sıkışmış olan Franklar gurur ve kibir küpüdür. Şehir kapılarını kapamaya hiçmihiç gönül indirmemişlerdir. Atlılar gözlerini kırpmadan kaleden çıkışlar yaparak dışardaki Arapları tırpanla ot biçer gibi kılıçtan geçiriyorlardır. Süryani tarihçilerinden Abu’l Farac bu savaşta yirmi bini aşkın Arabın karadeveye bindiğini yazacaktır. Akka Valisi Büyük Kont yaralanarak can kuşunu avucundan uçuruncaya değin Franklar şehri büyük bir çaba ve başarıyla savunurlar.”

İşte gördünüz, bu kısacık alıntıda bile “sözcük hokkabazı” Salâh Bey, ölmek eylemini karşılayan iki ifade yumurtlayıvermiş art arda: “karadeveye binmek” ve “can kuşunu avcundan uçurmak”.

Salâh Bey’in ölüm sözcükleri o kadar çok ki hepsini yazmaya ne kağıt yeter ne kalem. Birkaçını sıralamakla yetinelim şimdilik: Şanlı ölüm köprüsünden geçmek, ömür defterini dürmek, ölüm şerbetini içmek, sonlar dünyasına göç etmek, dünya urbacığını ahret urbacığıyla değiştirmek, yaşam dersini bütünlemek, sonlar dünyasına göç etmek…

Ölümün şanlı köprüsünden istersek yüz yaşımızdayken geçelim, yine de “yetmeyecek”, yine de az gelecek. Ezginin Günlüğü’nün eski bir şarkısında dendiği gibi: Hiç yaşamamışız gibi olacak sonunda. Ya da Yunus’un dediği gibi: Anamdan doğdum gittim pazara, bir kefen aldım girdim mezara. İşte bu denli kısacık…

Tam burada, Hermann Hesse’e kulak vermeden gitmeyelim. Üstadın aforizmalarından oluşan [ve elbette] Kâmuran Şipal’in çevirdiği İnanç da Sevgi de Aklın Yolunu İzlemez’den:

“Ölüme karşı savaşmak için bir silaha gereksinim duymam; bence ölüm diye bir şey yoktur çünkü. Ama bir başka şey vardır: Ölümden korku. Bu korku hastalığını da iyileştirmenin çaresi bulunmaktadır.”

Öyleyse yaşamalı. Ölüm eşiğinden geçmemişken ve dünyaya hoşçakal çekmemişken. Henüz hayattayken yaşamalı! Ölüm korkumuzu yenecek şeylere tutunup yaşamalı! Güzel yaşamalı! Onurlu, yalansız, kimseye [ağaçlara, kuşlara, böceklere, hayvanlara] zarar vermeden, direnerek, dayanışarak, sevgiyle yaşamalı! Şiirle, aşkla, edebiyatla yaşamalı!

Şairler her zaman daha güzel söylerler, ne demişti Metin Altıok:

Ölsem ayıptır, sussam tehlikeli
Çok sevmeli öyleyse, çok söylemeli.

Onur Çalı

Fotoğraf 2015 yılının yaz başında, Türkiye’nin en eski (dünyanın ikinci en eski) yerel festivali olan Bergama Kermes etkinlikleri sırasında Coşkun Dere tarafından çekilmiştir.