Dried yellow grassland

Karanlık, soğuk koridordan geçip kapıyı açtım, sokağa çıktım. Mis gibi bir hava karşıladı beni. Bahar gelmişti. İnsanın başını döndürüyordu. Son zamanlarda her yer giderek daha fazla toprak kokuyordu ve civarda büyütülen, genişletilen ormandan taze ot.

Şehrin eski halinden eser yoktu. Sokağa ne zaman çıksam ilk gördüğüm karşıdaki marketin yığılı çöpü olurdu. Gövdesi, kalın, siyah bir mantar tabakasıyla kaplı, dallarında tek bir yaprağı olmayan kuru ağaca, birkaç adım ilerideki tamircinin “çırak aranıyor” ilanı çakılıydı. Tamirciden yayılan düzenli, mekanik çekiç sesini, makine yağının caddede bıraktığı ve güneşte yanardöner parlayan koyu izi, çöpteki et parçalarına üşüşen sineklerin vızıltısını ve dayanılmaz, lanet kokuyu geride bıraktığımı hissedip biraz olsun rahatlayabilmek için sokağın sonuna kadar yürümem ve caddeye çıkmam gerekirdi.

Kıvırcık, uzun ve gür saçlarını savurarak bana doğru yürüyen Nihan’a sarıldım. Fazlalıkların Atılması Kanununu tebliğ ederek dükkanların tabelalarını sökme-söktürme görevinde çalışıyorduk ve işimizi severek yapıyorduk. Bundan birkaç ay öncesinde şu yaşadıklarımızı ve her şeyin böylesine güzelleşebileceğini söyleseler asla inanmazdık. Çalışanlar faydalı olabilmenin ve gündelik hayatın giderek iyileştiğini görmenin mutluluğunu, onlara işlerini yapmaları için yardım eden şehir sakinleri ise geleceklerinin bu özverili çalışmaya bağlı olduğunun bilinciyle ortak rıza göstermiş olmanın ve dayanışmanın huzurunu yaşıyordu.

Sadece birkaç dükkanın tabelası da taşıyıcılara yüklenecekti ve işte, caddemizin, ona çıkan bütün sokakların düzensiz, rahatsız eden karmaşasından eser kalmayacaktı. Bu noktaya gelene kadar yaptıklarımızı şöyle bir düşününce ne kadar yol katettiğimizi anlıyor, uzun bir sürecin sonuna geldiğimizi seziyorduk. Artık bambaşka bir doğanın, bizlerin de içinde yaşayıp parçası olabileceğimiz bir yaşamın hayalini, üzerimize düşeni tam anlamıyla yaparak, çalışarak, çalıştığımız için de zamanın içinden geçtiğimizi duyumsayarak kurabilmenin keyfini sürüyorduk.

Önce çiçekçi dükkanlarını kaldırdık. Şehrin dışında ama onu çevreleyen bir ormanın yeşertilmesi için çalışmalar başlattık. Şehir ormanla birleştirilecek, hiçbir yoldaş tür ondan ayrı düşünülmeyecekti. Bunun için şehri şehir yapan yapay ne varsa ortadan kaldırılmalıydı. Çiçekler çiçekçi dükkanlarında değil, her yerde olacaklardı nasıl olsa.

Metin ağabey az ilerideki kitapçının sahibiydi. Nihan’la ona doğru yürürken bunca işyeri arasında düzeni en az bozulanların kitapçılar olduğunu konuşuyorduk. Kitapçıların sayısı her mahallede, hatta her sokakta artırılmalıydı ve bu yüzden var olanları koruduk, yenilerini inşa etmek yerine kapatılan araba galerilerini kitapçılara çevirdik. Fazla olan otelleri, lokantaları, kahveleri de kapattık. Evler, meskenler, misafirhane olarak kullanılabilecekti. Müzeleri ve galerileri söylemeye bile gerek yok; hepsi ilk elden kapatıldılar. Gelgelelim sinemalar bizi çok düşündürüyordu; kapatmadan tabelalarını mı kaldırmalıydık yoksa birer ticari işletmeden ibaret hale gelmiş ve artık ölü sayılabilecek bu mekanlara kilit mi vurmalıydık? Sonunda bir orta yol bulduk: Kışları herkes evinde film izleyebilirdi ama havalar ısınıp film sezonu açıldığında, açık hava sinemaları kooperatifler halinde çalışmaya başlayabilirdi.

Hayal ettiğimiz her şeyin somut ve toplumsal bir karşılığı olduğunu, yaparak ederek görüyor, içselleştiriyor, anlıyor, kısacası yaşıyorduk. Aklımızla duygularımız, düşüncelerimizle vicdanımız, irademizle arzumuz, kafa gücümüzle el emeğimiz arasında sıkışıp kalmaktan kurtulmuş, korkularımızı, çekincelerimizi bir yana bırakmıştık.

Her düzen kendi düzensizliğini de beraberinde getirir. Göz zevkini bozan ne varsa kaldırmayı başarmıştık, evet, tıpkı dağdaki bir evin ağaçtan, çorak bir yerdeki evin kerpiçten yapılmasında olduğu gibi bir uyumu esas alarak çalışmıştık ama gündelik hayatın tıkanıklıklarını ne yapacaktık? Örneğin bütün şehri bir ağ gibi saran elektrik kablolarını nasıl yok edecektik? Gürültüyü engellemenin bir yolu var mıydı ya da yiyecek kuyruklarını?

Neyin fazla olduğuna, nelerin atılıp nelerin kalacağına karar veren bilim kurulunun işi çok zordu. Başında oldukları işe halk arasında “temizlik” deniyordu ama bizce bu çok doğru bir tanımlama değildi. Temizlik ile yok etmeyi ya da hijyeni kastetmiyorduk. Yapılan, uyumu, dengeyi, sağlığı yaymak için gereken uygulamaları devreye sokmaktı. Evlere dokunmamız mümkün değildi ama sokaklar doğayla eşgüdümlü olabilirdi. Zamanla sakinliğin ev içlerine de yansıyacağını umut ediyorduk.

Bütün bu hikayenin en başında, ölümü hepimiz iliklerimizde hissettiğimizde, savaşmaktan yorulmuş, kaynaklarını tüketmiş, ölülerini gömecek bir avuç toprağı bulamayan, içmeye suyu gramla satın almaya mahkum birer varlık olduğumuzda aramızdan akil kişiler seçmiştik. Halklar bu kurula güvenlerini sunmuşlar, mutabakat imzalamışlardı. Mutabakat bilim kurulunun işlerini hızlandıracaktı ama karar alma birimi olarak onu sınırsız yetkilerle donatmıyordu. Yine de insanların yok oluşa doğru sürüklenildiğini bilmeleri, bu mutabakatı, genel bir saygı ve güven anlaşmasına çevirmişti. Bilim kurulu halkların ona yüklediği bu sorumluluğu üzerine alırken yetkiyi asla kötüye kullanmayacağına söz vermişti.

Metin ağabey, “Tabela ölsün, kitaplarım yaşasın!” dedi.

“Ağabey,” dedim, “başka kitapçılar da gelebilir bu sokağa.” Ve ne diyeceğini merakla bekledim.

“Kitapçıların sayısı artmalı tabii ama marketleri filan da kapatıyorsunuz, insanlar yiyecek bulmakta zorlanıyorlar,” dedi.

“Marketler kapanıyor ama manavlar açılıyor. Yiyeceğe ulaşım tarım alanlarının yeniden canlandırılmasıyla hızlanacak,” diye yanıtladım.

Nihan beni destekledi: “Bütün beton yapılar yıkılıyor ve beton taşındıktan sonra yeraltındaki toprağa ulaşmak ve onu tersyüz ederek yüzeye çıkarmak zaman alıyor. Her şey yavaş ilerliyor ama daha iyi olacak.”

Tam çıkıyorduk ki Şirin kitap almaya geldi. Okuldan istemişler. Okullar… onlar hâlâ açıktı. Bir süre daha bilinen, alışıldık usullerle devam edileceğini açıklamıştı Kurul. Zamanla okulları da kaldırıp kapatacağız diyorlardı.

Kurul, benimsediği ve önceden beyan ettiği her şeyi yaptı. Dünya değişmişti. Neşe her yerdeydi ve müzik bütün kara parçalarına yayılmıştı. Ben en çok, sokaklarda kablo görmediğim ve okula gitmediğim için mutluydum.

Mutabakat ne zaman bozuldu? Kurul neden bir tiran gibi hareket etmeye ve elindeki gücü halklara karşı kullanmaya başladı? Çetelerin saldırısı nasıl örgütlendi? Unutmak, etkisi inkar edilemeyecek bir gerçektir ama yıkılışın onca emeği unutmakla ya da unutmak istemekle başladığını söylemek de kolaycılık olur. Yaşanmışlık idrak için gereken bir şart değildir. Dümeniniz hep azı seçmeye çevrilmiş olsa da, gerekmedikçe hiçbir şeyin çoğaltılmaması gerektiğini tembihleyen o düsturu kerteriz alsanız da her şeyin sütliman olacağının teminatı yoktur.

Caddeden sokağa saptım ve burnuma gelen çürümüş et kokusunu duyumsadım. Midem bulandı. Kuru ağacın gövdesine çakılı ilan duruyordu yerli yerinde. Ben başvuracaktım o işe uyanınca. Okul çoktan bitmişti, benimse uykum çok ağırdı. Kim düşlerinden isteyerek vazgeçer ama uyanmalıydım, bir gün elbet uyanacaktım.

Zeze Sönmez