A road in the morning mist

“Kapatılmışlık haline kendimizi bırakıyor, geçmişin içinde yaşamaya çalışıyorduk.”
Albert Camus, Veba

Hakkâk ceviz oymalı sandığın üzerindeki bakır tabakları kaldırdı. Alttaki kapitone örtüyü çekip katladı. Hepsini sandığın yan tarafına koydu. Eski anahtarla sandığı açtı. Anneannesinden kalan örtüleri bir bohçada toplamıştı. Sararmış bohçayı ağır ağır açtı. Nakışlı çarşaflar, dantel örtüler, iğne oyalı yazmalar ve işte aradığı dantelli siyah eldivenler. Parmak uçlarıyla dokundu, alttaki el örgüsü eldivenler de oradaydı. Onları alıp yatağın üzerine indirdi. Bohçadaki naftalin kokusu odayı sarmaya başladı. Anneannesinin hayali yumuşak sesi yankılandı odada:

“Ne günlere kaldın sen Süreyya, peh! Temiz kalpli gözüken insanların yüreğine çöken kara damlaları yetmedi. Bir de bu biyolojik saldırıymış, virüs belasıymış destursuz girdi dünyanıza. Oyy beyaz ballı çiçeğim…”

İnsanın derdi durmazdı bir yerde. Karnına dayandı bir sızı, oradan çıktı höt diye oturdu göğüs boşluğuna. Tam iki göğsünün ortasına. Sızı. Yokluğun sızısı. Gözyaşlarını sildi, burnunu çekti. Hemencecik bohçayı bağlayıp tekrar sandığa koydu. Aynaya baktı, yüzü limon sarısı. Bir hayalet mi, bitmiş biri mi? Yok, hayat hayattı işte, böyleydi, getirdikleri götürdükleri görünmez bir yerlerde dengeleniyordu…

Bugün dışarı çıkarken dantelli siyah eldivenini takacaktı. Her yeri kasıp kavuran virüs illetinden karantina altına alınmış bir şehirde yaşıyordu. Issızlaşmış bu şehirde art arda vakalar yaşanıyordu. Bugün dışarı çıkma izni vardı. Annesi ve babası vakalar çoğalmadan önce tedavi için, Paris’teki dayısının yanına gitmişlerdi. Dede yadigârı tombul Özleyiş ile kalakaldılar çocukluğunun geçtiği bu evde. Süreyya da sınavlarını verip gidecekti ama tüm yurt içi, yurt dışı uçuşlar iptal olmuştu. Bekliyordu. Yanakları torbalanmış, ufacık kalmış bedeni, sesi kaçmıştı içine. Ömrünün bundan sonraki kısmı bir meçhule yazılmıştı.

Mutfağa geçti. Özleyiş’in mama kabına kilerdeki dolaptan aldığı mama paketinden kedi maması koydu. Mama paketinin azaldığını görünce gıda alışverişinde birkaç büyük paket de kedi maması alayım diye geçirdi içinden. Büyük bardağından su içti. Sıklıkla su içmesi gerekiyordu. Ellerini yeniden yıkadı. Ellerinin üstü yıkamaktan kurumuş ve küçük küçük kızarıklıklar oluşmuştu ince parmaklarında. Pencerenin önünden minik bir kumru geçip gitti. Yüklerini çoktan bir yere bırakmış bu kuşun gittiği yolun görünmez çizgisi, görünmez iplerle bağlı olduğu her şeyi anımsattı ona. Görünmez ipler ve dünya gailesi. Al işte kalmıştı bir başına! Her şeyin sonu, kırık dille söylenmiş bir yalnızlık şarkısı değil miydi?

Saate baktı, dışarı çıkma vakti gelmişti. Dezenfektanla daha çabuk kırılır olmuştu tırnakları. Ojeydi, törpüydü hak getire! Aynalı portmantodan siyah tüylü kabanını alıp geçirdi üstüne. Ağzına yeşil fularını doladı, ellerine yine dezenfektan sıktı, sonra da siyah dantelli eldivenleri geçiriverdi. Rugan topuklu ayakkabılarını giydi. Arada verilen bu dışarı çıkma izninde, bir mahkûmun görüş günü heyecanını yaşıyordu. Çocukluğundan beri bir sır kumkuması gibiydi Süreyya. Neye sevindiği, neye alındığı, kimi atıp, kimi tuttuğu hiç belli olmazdı. Hani şu suskusu insana şer bulaştıranlardan. Ama bugün tel örgülü yazgısını aşmış da, o penceredeki temiz kuş gibi hür ve ferah kalbi. Pır pır. Öyle şeffaf ki duyguları, desenli bir tülün ardından bile seçiliyor coşkusu.

İniyor merdivenlerden. Tak tak tak. Cığıltılı sesler geliyor geçtiği kapılardan. Koridoru patlamış mısır kokusu sarmış. Ahali evde film izliyor, kitap okuyor ama mutsuz, fazlaca kederli. Süresi belli olmayan bir hayat felcine tutulmuş hepsi. Akıp giden günü tutmak ister gibi, pencerelerden dışarıya bakıyorlar. Dış kapıya vardığında derin, okkalı bir nefes aldı. Havayı tüm var oluşuyla kokladı. Akasya ağacının kokusu sarmıştı her yanı. Bu boynu bükük bahar mevsimi, garip bir şekilde uzanmıştı her yana. Süreyya, kararsız bahar soğukluğuna aldırmıyordu. Park ettiği arabasına yönelecekken sokağın başından bir ses geldi. Deri montlu, saçları kazınmış, sakallı bir adam seslendi. Gitmeden şarkımızı söylüyoruz arkadaşlar. Dışarı iznine sahip, kadın ve erkekler sağ ellerini sol göğüslerine götürüp kafalarıyla selamlaştılar ve yükselttiler seslerini. Son iki üç dört:

Güneşin olsun gönlünde
Kar bile yağsa

Ya da fırtına olsa.
Gök bulutlarla,
Dünya kavgayla dolsa.
Güneşin olsun gönlünde
O zaman gelsin ne gelirse
Doldurur ışıklarla
En karanlık gününü…

Bir şarkın olsun gönlünde
Sevinçli ezgilerle
Seni günlük tasalar boğsa bile
Bir şarkın olsun dudaklarında
O zaman gelsin ne gelirse
Yardım eder atlatmaya
En yalnız gününü…

Başkaları için de bir diyeceğin olsun
Tasada ve bunalımda
Ve seni mutlu edecek her şeyi
Söyle onlara da
Bir şarkın olsun dudaklarında
Yitirme sakın cesaretini
Güneşin olsun gönlünde
Ve her şey iyi olacak!..
*

Bütün binaların pencereleri açılıyor, değişik sesler bu şarkıya eşlik ediyor, mırıltılı başlayan ses gittikçe gürleşiyordu. Sokaklarda özgürce gezmek, konsere, maça, işlerine gitmek isteyen; okullarını, kırları özleyen çocukların sesi yükseliyordu arşa doğru. Süreyya’nın yüreğini ürpertiyordu bu sesler. Bu hastalıklı gezegen ne zaman iyileşecekti? Nasıl ağır bir yükü vardı bu insanoğlunun?

Dışarıdakiler şarkı bitince vakit kaybetmeden arabalarına yöneldiler. Süreyya hali haraptan hallice, gri arabasına bindi. Bütün camları indirdi, John Lennon’ın Imagine şarkısını açtı, boş yolda slalom çizerek gidiyordu, uzağında yakınında kimse yoktu, seslerin uzayan ürküntü içindeki görüntüleri de uçmuştu. Kısa bir özgürlük hali, koca bir beyazlık oluşturmuştu zihninde. Bir anlıktı bu beyazlık. Gerisi silik.

Bahar Uysal

* Caesar Flaischlen