İlkay Yılmaz

Öndeki otobüsün sürücüsü durak harici yaptı. Cadde trafiğe kapalıymış. Ben de bir sokak içine park ettim. Canıma minnetti.

Çay ocağına yürüdüm. Küçük dükkânda üç kişi vardı. Merakla baktılar. Görmeyeli dayının kırışıkları artmış, burnu büyümüş, papağan gagası gibi bükülmüştü. Parayı dostça uzattığı eline toka ettim. “Demli çek misafire,” diye bağırdı ocağa. Masasına yakın plastik tabureye çöktüm. Adamlar alacak verecek meselesi konuşuyordu. Çay güzeldi, iki yudumda bitti. Ayaklandım. Elini uzattı. Tokalaştık.

Caddeye çıkmadan ilk girintide sigaramı hazırladım. Hava bir hafifledi ki havalanabilirim. Saat sekiz buçuk. Güneş çekildi. Sokaklarda lambaların ve ev ışıklarının aydınlığı… İdareli nefesler alarak yürüdüm. Etrafta kokoreççi, kalp şeklinde balonlar ve çiçek taçlar asılmış sırığı omuzlamış kadın ve ötekiler… Önüm sıra cıvıldayan bir grup kadına, özellikle birine odaklanarak yürüdüğüm için geniş alana nasıl geldiğimizi fark edemedim. Kız, kırmızı, uzun, tek omuzlu bir elbise giymiş, üçgen sırtına akan sarı saçları ipeksi, ince beli ve biçimli kalçalarıyla tam bir ilahe. Çok klas görünüyor. Bir gül goncası… Rengarenk ışıklarla donatılmış meydanda müzik yapan grubun etrafını kuşatan kalabalığa sokuldular. Ben de peşlerinden. ‘Dünya geçici, her şeye boş ver, kıvır çalkala’ istenci yaratan, melodisi coşku, sözleri göndermelerle tekrarlarla dolu şarkıya kulak verirken kırmızılı kızı göz hapsine aldım.

Kırmızılı kız, başka bir kızla ortaya çıktı. Oynuyorlar. Oynamak ne kelime. Kırmızılı döktürüyor. Her kıvrılışı yüzünde, kollarında, kalçalarında farklı bir ışıkla parlıyor, muhteşem hatları belirginleşiyor. Eş zamanlı ritmik hareketler ve jestler bir edimin birliğinde toplanıyor. Halkalanmış kalabalıkla birlikte hayranlıkla izliyorum. Nasıl bir güzelliktir ya rab? Kolumu beline dolayasım var. Kaç yaşındadır? On beş, on altı! Belki on yedi! Yüzü de çok güzel, teni beyaz. Gözleri renkli olmalı! Mavi mi yeşil mi seçemiyorum. Bir an göz göze geliyoruz. Bana mı öyle geldi? Orkestra aksak bir ritme geçti. Bir oğlan kartal kanadı misali açtığı kollarıyla ortaya atladı. Kırmızılının karşısında, ondan yana yıkıla yıkıla oynuyor. Solucan! Görüşümü engelliyor.

Pist kalabalıklaşmaya başlayınca kırmızılı oyunu bıraktı, kenara çekildi. Delikanlı ciğer görmüş kedi gibi peşinde. Kızı daha iyi görebileceğim bir yere geçtim. Resmen baktı. Beni fark ettiğine eminim artık. Delikanlı kulağına eğilip bir şey söyledi. Bir eda bir işve omuz silkti kız. Oğlan uzaklaştı. Ben tam daha yakına sokulmayı kuruyordum ki elinde pembe çiçeklerden yapılma bir taçla geri döndü. Tacı kızın başına yerleştirmeye çalıştı. Ama kız, kaptı tacı. O güzel kafasına kendisi yerleştirdi. Bir eliyle topladığı saçlarını çıplak omzunun üstünden aşırdı. Oğlan umurunda değil, yanındakilerle konuşup gülüşüyor. Oğlan onun dengi değil. Farkında tabii! Gelir mi benimle? Atsam arabaya, otursak tenha bir yerde. Konuşsak. Yayılabilir miyiz birbirimize? Öne kaynayanlar var. İstemsiz halkanın dışına doğru kaymaya başladım. Ani bir hareketle geri dönünce gözlüğüm az daha bir çam yarmasının omzunda parçalanıyordu. İnsanların yüzleri kırmızı, mavi, yeşil, sarı… Yerlerde çekirdek kabukları, türlü şişeler, cips poşetleri… Birkaç delikanlının demlendiği inşaata yürüdüm. Orası tenha ve yüksekçe, kırmızılıyı görebilirim. Böylece bir koku koridorunun içine hapsoldum. İyi geldi.

Kırmızılı yeniden ortada. Esnek vücudu aksak ritimle kıvrılıp bükülüyor. Arkadaşıyla birbirlerini itermiş gibi kalça çarpıştırıyorlar. Yumruklarıyla kalçalarını dövüp türlü mizansen sergiliyorlar. Bir ara durdu. Oğlana el edip yanına çağırdı. Oğlan kalabalığı ittire kaktıra koştu. Sanırsın emir eri. Kız talimat verdi ki. Kayboldu. Köşedeki büfeye bira almaya yürüdüm. Ben giderken oğlan elinde pullu bir şal, savura savura geliyordu. Döndüğümde kız şalı kalçasına dolamış, oynuyor.

O arada “Televizyoncular! Televizyoncular!” diye bağırdı birileri. Yayın arabasının farkına varılınca bir hareketlenmedir başladı. Kaldırımda duran birkaç kişi bizim oraya zıpladı. Sıkıştık. Televizyoncular girintiye park etti. Kameraman ve spiker indi. O ana kadar dikkatimi çekmeyen, plastik sandalyede oturan kadınlardan biri sigaralı parmağını kameramana doğru uzattı; “Abe bizi de çekesin,” diye bağırdı. “Senin neyini çeksin abe kart karı,” diye karşılık veren sesin sahibini göremedim önce. Koltuktaki kadının, “Abe kel karı, in aşaa gösterteyim saa kim kart, yırtayım azını cart,” diye verdiği karşılıktan sonra fark ettim karşıdaki dükkânın, üstündeki evin penceresinden sarkanı. Kadın kibar olmayan bir el hareketiyle verdi karşılığını. Oysa yarın sabah, yüz yüze bakacaklarını ve birbirlerine dertlerini anlatacaklarından eminim. Bir yıl evli kaldığım karıma benzemezler. Evliliğimiz süresince annemle dargın kalmıştı. Annem ah, annem. Bu akşam gül ağacının dibine gömmüştür dileğini.

Spiker, gerekli donanımlarla kalabalığı arkasına alarak konumlandı. Yeniyetmeler ekranda gözükebilmek umuduyla spikerin arkasında yer tutmak için itişip poz aldı. Kırmızılı, muhteşem vücudunu titretmeye devam ediyordu ve kameranın görüş alanındaydı. Spiker boğazını temizledikten sonra, “Sayın seyirciler, bildiğiniz gibi bugün Hıdırellez. Şenlikleri sizin için görüntülemek amacıyla her yıl Hıdırellez’in büyük bir coşkuyla kutlandığı Tepecik semtindeyiz.” Az önce kameramana ‘Abe bizi de çekesin’ diyen kadın, omuzlarını titreterek, kollarını savurarak, neredeyse kendisini dört bir yana dağıtır gibi itiraz etti oturduğu yerden. “Abe Hıdırellez değil Çingene bayramı, Çingene bayramı…”

Kırmızılıyı kaybettim. Yoktu. Görebilmek umuduyla yürüdüm. Rüzgâr yoğun bir is kokusu getiriyordu. Dar bir sokaktaki arsada ateş yakılmıştı. Kıvılcımlara aldırmadan atlayanları seyretmek için dikildim. Kulağımın dibinde. “Dalga var mı, dalga?” diyen sesle irkildim. Kırmızılı kız ve emir eri delikanlı neredeyse yapışmıştı bana.

“Ne?” demişim. “Zırıltı, zırıltı, sigaralık,” dedi, iki parmağını ağzına götürerek.

Nasıl baktıysam artık, oğlan, “N’pıyon sen ya, n’pıyon,” dedi. Çekti. Uzaklaştılar. Bakakaldım.

Bir süre kapkara dumanlar salarak yanan otomobil lastiğini seyrettim. Serin rüzgâr baygın bir koku getiriyordu. İğde… Dalında hiç fark edilmeyen o gösterişsiz çiçeğin bilmem kaç metre öteden yayılan rayihasıyla mest, yürüdüm. Dönüşte yeniden gördüm onları. Duvar dibinde dayının çırağıyla konuşuyorlardı. Hızla geçtim yanlarından.

İlkay Yılmaz