DEFNE SUMAN23/10/2018 KAAN SAGANAK
Defne Suman

Okulun arka sokağındaki binayı yıkmışlar. Tatilden dönüşte gördük. Sınıftaki oğlanlar üzüldü. Bina yıkıldı diye değil. Yıkılışını kaçırdılar diye. Metin, kesin dinamitle indirmişlerdir, dedi. Bora bir küfür savurdu. Hepimiz sınıfın penceresinden baktık. Boşluğa. Binadan geriye kalan alan hemen balçık, göl olmuş. Oraya otopark yapacaklarmış. Üst katlarına bile otomobille çıkılabilecekmiş.

Ben de üzüldüm ama dinamiti kaçırdım diye değil. İnanmıyordum Nişantaşı’nın ortasında dinamit patlatacaklarına. Ben üzüldüm çünkü aklıma o binada yaşayan yaşlı amca geldi. Derste sıkıldıkça onun penceresine bakardım. Yıkılan binanın bombeli ön cephesi vardı. Taşına sarmaşıklar, laleler işlenmiş tersine balkon gibi bir şey. İkinci ders başlarken yaşlı adam o bombeli bölmedeki vişne çürüğü koltuğuna otururdu. Pencerenin pervazında bir de saksısı vardı. Kırmızı sardunya. Yaşlı adam titreyen elleriyle kahvesini içerken dışarı bakardı ama bizi görmezdi. Gerçi görse ne olacak? Bizim okul: Dört yüksek duvar, ağır demir kapılar, kapılarda nöbetçiler. Hapishane. Ortada avlusu var. Zil çalınca azgın boğalar gibi orta avluya koşarız. Betonun bir köşesinden inatla baş veren çiçeği oğlanların attığı basket topu ezer.

Yaşlı adam oturduğu koltuğundan avluyu göremezdi. Birkaç defa el salladım. Her zamanki boş bakışlarıyla karşılaştım. Ha, varım ha yokum. Bir defa da ayağa kalkmayı denedim. Fenci gördü. Otur yerine çocuğum, fena olacak, dedi. Fenci benim adımı hâlâ öğrenmedi. Öğretmenler benim adımı bir türlü öğrenemezler zaten. Yakışmıyor bana da o yüzden. Sınıfta bir Gonca daha var. Ufak, tefek, kıvırcık saçlı beyaz tenli. Onun adını unutan yok. Benimki de Gonca ama kimse yakıştırmıyor. Saz benizliyim ben. Firketelerin orasından burasından çıkan tüy gibi saçlarımı, biçimsiz uzunluktaki kollarımı, sarsak hallerimi gören öğretmenler sınıfta bir Gonca daha olduğunu akıllarına bile getirmiyorlar. “Öteki Gonca” bile değilim.

Sabah bayrak töreni için bizi sıraya dizdiklerinde, gözlerim Funda ablayı aradı. Aslında uyandığımdan beri Funda ablayı düşünüyordum. Şubat tatilinde canımı en çok sıkan şey Funda abladan uzak kalışım olmuştu. Tatilin her gününü bir takım işlerle doldurmaya çalışmıştım. Annemle tiyatroya gitmiştik. Babam beni Bursa’da kebap yemeğe götürmüştü. Dönüşte İzmit’ten pişmaniye almıştık. Ama o kadar işte. Geri kalan günler evde oturup sıkılmıştım. Funda ablanın telefonu vardı bende. Servisteki bir kızdan almıştım. Bir kaç defa telefon etmiştim ama sesini duyunca (belki de annesiydi) yüzüne kapatmıştım. Ya adımı söylediğimde, o da kim olduğumu çıkartamazsa?

Sonunda Funda ablayı gördüm. Boyu kısa olduğu için hemen seçilmiyordu ama oradaydı işte. Lise sonların dizildiği sol tarafta. Güzel saçlarını at kuyruğu yapmıştı. Sırtıma sıçan kuyruğu misali inen örgümden utandım hemen. Sağdan soldan çıkan tüy saçlarımı kulaklarımın arkasına ittim. Tören bitince Funda ablaların oraya yürüdüm. Bizim sınıf okulun diğer ucunda ama belki yemekhanede bir işim vardır. Olamaz mı? Evden yemek getirenler sefertaslarını sabah yemekhanedeki raflara bırakırlar. Aşçı amcalar da yemekten önce ısıtırlar yemekleri. Evden yemek getirenler annelerinin yaptığı yemekle karınlarını doyururlar. Biz okul yemeği yiyenler pilavımızdan saç ayıklar, sonra kaşıklarız.

“A, Funda abla merhaba!”

“A, merhaba…”

Funda abla duraksadı. Adımı düşünüyor. Utanmasa şeyciğim diyecek. A, merhaba şeyciğim. Metin’lere ders çalışmaya gittiğimde ve Metin’in atarisinde olimpiyat oyunları oynamaya daldığımız akşamlarda babası bana öyle seslenir: Merhaba şeyciğim.

“Funda abla, arka sokaktaki binayı yıkmışlar gördün mü?”

Adımı hatırlaman önemli değil Funda abla. Salak arkadaşları sabırsızca bana bakıyorlardı. Funda abla sabırlıdır.

“Görmedim. Hayır.”

“Otopark yapacaklarmış.”

Boş an. Sessizlik. Salak bir sessizlik. Arkadaşları çoktan avludan binaya girdiler. Hava soğuk. Funda ablanın lacivert paltosunun düğmeleri altın sarısı. Yanakları kızarmış. Bayrak töreni bitti. Herkes sınıflarına dağılıyor. Funda abla yerden çantasını aldı. Beraber yürüyelim. Onun sınıfı okulun diğer ucunda. Onun sınıfı ön caddeye bakıyor. Şık caddeye. Hoş kadınlar geçiyor onun sınıfının önünden. Başka hoş kadınların Avrupa’dan getirdikleri elbiseleri, çantaları sattıkları ufacık butiklerden alışveriş ediyorlar. Sonra torbalarını, paketlerini ayaklarının dibine bıraktıkları Cafe Wien’de şnitzel yiyor, yorgunluk kahvesi içiyorlar.

Biz de Funda ablayla merdivenleri yan yana çıkıyoruz. Yanımızdan geçenler pembe gömleğime tuhaf tuhaf bakıyorlar. Burası binanın lise kanadı. Pembe gömlek orta okulda giyiliyor. Funda abladan uzun boylu bu kız kesin çift dikiş diyorlar alaycı gülümsemeleriyle. Orta okulda bu kadar uzar mı insanın boyu? Çok da umurumdaydı sanki! Ben Funda ablanın yanında yürüyorum. Birazdan laflayacağız. Ona şöyle diyebilirim: Tatilin nasıl geçti Funda abla? Uludağ’a gittin mi? Ama sonra ya o da benimkini sorarsa? Evde oturdum, sıkıntıdan patladım, okul açılsın diye bekledim diyemem ki. Okulun açılmasını onu görmek için iple çektiğimi anlar ve sonra da telefon edip edip suratına kapatanın ben olduğumu da anlar. Beni telefon sapığı sanır.

Zil çaldı. Merdivenler bitti. Funda ablanın adımları hızlandı mı? Sola döndük. Funda abla çok şeker. Ne işin var senin bu koridorda diye sormuyor. Sağda, ilk sınıf 11 Edebiyat. Lise sonların en kalabalık sınıfı. Yanında biyoloji laboratuvarı. Solda 11 Fen A. Onun yanında 11 Fen B. Ve koridorun sonunda sağda 11 Fen C. Funda ablanın sınıfı. Hemen karşısında harita odası var. Sorarsa ilk ders coğrafya derim. Harita almaya geldim. Harika fikir.

Zaman azalıyor. Funda ablanın adımları bariz hızlandı. Minicik ayakları var. Ne güzel. Püsküllü siyah loafer ayakkabıları ne hoş duruyor ayağında. Koridor boşaldı. Sınıflarda herkes yerine yerleşmiş. Tatilden sonraki ilk gün heyecanı uğulduyor. Bizim ilk ders fen. Benim Funda ablayı bırakıp bizim sınıfa yürümem nereden baksan beş dakika sürecek. Koridorda koşmak da yasak. Müdür muavini yakalarsa canıma okur. Allah kahretsin.

Şöyle diyebilirim: Bu dönem de tiyatroda rol alacak mısın? Geçen dönem oynadığınız On İkinci Gece‘de çok iyiydin. Ama bunu biliyor. Geçen dönem her teneffüs sınıfının önüne gelip ona oyunculuğunu ne kadar beğendiğimi söyledim zaten. Benim de oyuncu olmak istediğimi biliyor. Konservatuara giriş sınavı için beni çalıştırabilir. Bunu henüz soramadım. Tatilde telefon ettiğimde soracaktım ama…

Sınıfın kapısına geldik. Aptal arkadaşları oturmuş, gülüşüyorlar. Kapıda beni görünce iyice yavşaklaştılar. Funda abla tatlı.

“Haydi, iyi dersler sana…”

Yine o boşluk. Şeyciğim boşluğu. İyi dersler şeyciğim.

“Dinamitle patlatmışlar!”

“Neyi?”

Funda abla şaşkın.

“A-a-arkadaki binayı”

“Ha. A, ama ne oldu sana şimdi böyle?”

Funda abla iyice şaşırdı. Ağlıyorum çünkü. Tutamıyorum gözyaşlarımı. Küçükken altıma kaçırdığımdaki gibi utanç sarıyor benliğimi. Hıçkırıklarım arasında “yaşlı bir adam ile saksı…” diyorum. Öğretmen koridorun ucunda belirdi. Kolunun altında deri kaplı koskoca sınıf defteriyle geliyor. Üzerinde beyaz önlük. Funda abla kırık dökük gülümsedi. Elini omzuma koydu. Topuklarımın üzerinde döndüm. Koridora daldım. Bizim sınıf çok uzakta kaldı şimdi. Koşuyorum. Müdür muavini yakalarsa yakalasın.

Defne Suman