Henüz gelmedi. Gecikti. Beklemenin dayanılmaz sabırsızlığını yaşıyorum. Parktayım diye yazmış. Bekle yazdım. Sıra ondaydı. Parktan çıkmıştım. Metronun oradan geleceğini düşünmüştüm. Yeniden Gezi Parkı’na girdim.
Parkta arandım biraz. Orta kısma indim. Gördüm. Ağır çekim film sahnesine girmiş gibi hissettim. Giydiği kırmızı, tek omuz elbisesiyle beni büyülemişti. Hızla ona doğru yürüdüm. Hayalimde ilk görüşmemizde kucaklaşır, sıkıca sarılırız diye kurgulamıştım. Olmadı. Soğuktu. Beni gördüğü andaki bakışından anlamıştım. Elinde yakmak için sabırsızlandığı sigarasını göstererek, şunu içmek istiyorum, dedi. Bank aradık. Boş banklar güneşteydi. Sonunda gölgelik yer bulabildik.
Yan yana yürüyoruz. Onun için aldığım turuncu gülleri verdim. O gece sosyal medyada, köprüde uyuyan birinin başucuna turuncu güller bıraktım, yazmış. Kızmadım. Kızamazdım. Teşekkür etti. Nazik olduğumu söyledi. Yalandan yanak yanağa öpüştük. Onun beni, benim onu gördüğüm gibi görmediğini biliyorum. Sürekli farklı telaşlar içindeymiş gibi duruyor. Bunu görüyorum. Önemli değil. Neticede ben kendi buhranlarıyla çatışan biriyim. Ondan benimle aynı duyguları paylaşmasını bekleyemem.
Banka oturduk. Sigarasını yaktı. Aslında bundan içmiyorum, dedi. Onunki inceymiş. Sevmese de tüttürmeye devam etti. Onun için kendi kitaplığımdan özenle seçtiğim kitapları uzattım. Farklı bir paket hazırlamıştım. Çok ince olduğumu söyledi. Değildim. Ben bir şey getirmedim, dedi. Beklentim yoktu. Karton poşetle getirdiğim kitapları çantasına koydu. Poşeti istemediğini söyledi. Elimde kalakalan poşeti güzelce katladım. Bankın arasına sıkıştırdım. Belki yirmi beş kuruş veremeyecek birisi alır diye düşündüm.
Sigarasını içtikten sonra çıktık parktan. İstiklal’de yürüyoruz. Yazmaktan bahsediyoruz. Belki bizim buluşmamızı sağlayan ortak tutkudan. Birçok öyküsünü okumuştum. Elimden geldiğince düzeltmesine yardımcı olmuştum. Ama onun asıl derdi, öykülerini beğenmeyen editörüydü. Anlatıyor. Sesini ilk defa duydum. Telefonda hiç konuşmamıştık. Sürpriz olsun istemiştim. Farklıydı. Güzeldi. O konuşuyor, ben dinliyorum. Sıkılmadan.
Elini tutmayı çok istedim. Tutamadım. Rüzgârın ondan bana getirerek ayaklarıma doladığı elbisesinin yumuşaklığıyla teselli buldum. Huzurluydum. Ona beğendirmek için yazıyorum resmen, o zaman öykülerim bana ait olmuyorlar ki onun istediği gibi oluyor, dedi. Haklıydı. Bilirkişi olarak kabul ettiğin birisinin kafasındakilere erişmezsin. Bu hiçbir zaman olmaz. Zevkler, düşünceler her zaman farklıdır. Onu anlıyorum. Dertlerimiz ortak. Her anlamda benzer. Ama o anda bunun önemi yoktu. Dertlerimizi zaten hep yazmıştık. Sesini duyuyor, yüzünü izliyor olmak önemliydi. Sesler ise sessizliğimize tutunmuşlardı.
Masumiyet Müzesi’ne gittik. Bence her edebiyatsever gitmeli. Tanışmamıza, yazışmamıza vesile olan okuma ve yazma tutkusundan sonra orası daha anlamlı olacaktı. Ki müzeyi o kadar beğenmememe, eksik bulmama rağmen bunu ona söylemedim. O etkilenmişti. Gezerken yüzünün aldığı mutluluk eşsizdi.
Bayır aşağıya yürüyoruz. Epey dik. Bazı yerlerde yardımcı olmak için elini tutmak istedim fakat o bundan çekindi. Binlerce insanın olduğu İstiklal’de tanıdığı birilerinin bizi görmesinden korkuyor. Anlıyorum. Yol biraz düzleşti. Yürümeye devam ediyoruz. Dönüş yerini tam hatırlamıyorum. Önceki yıllarda bir defa gelmiş ama müzeye girememiştim. Kapalıydı. Girmemiz gereken sokağı geçmişiz. İlerdeki esnafa sorduk. Neyse ki çok gitmemişiz. Geri döndük. Giderken güzel bir mekân gördüm. Müzeye girmeden birer kahve içelim mi, diye sordum. Harika olur, dedi. Sigara içebilmesi için dış tarafa oturduk. Soğuk, tatlı bir içeceğin iyi geleceğini söyledi. Soğuk çikolata istedi. Öyle bir şey olmadığını söylediler. Tekrar dışarı çıktım. İstediğinden yokmuş, dedim. Sen ne içeceksin, diye sordu. Soğuk Mocha içeceğimi söyledim. Benim de ondan olsun o zaman, dedi. Siparişi verip tuvalete gittim. Yanına döndüğümde hâlâ sigara içiyor, telefonda birilerine laf yetiştiriyor gibiydi.
Karşısına oturdum. Konuşuyoruz. Dertlerimiz, zevklerimiz, anlayışlarımız ortak. Onunla bana ne zaman ne de gün yeter. Gene elimdekiyle yetineceğim. Bildiğim bir şey varsa onun konuşacağı arkadaşının çok olmasıydı. Güçlü kadın. Kısa saçlarının uzunca olan tarafı kızıl. Karizmatik.
Bir öyküsünü okudu. Okuduğu öykü, sesinin ahengiyle anlam buluyordu. Tüylerim diken diken olmuştu. Kulağımı ona, bakışlarımı boş bir yere dikerek pür dikkat dinledim.
Bir sigara daha yakacaktı. İçeceklerimiz geldi. Buluştuğumuz andan beri kaçıncı sigarası. Çok içiyorsun, dedim. Kafasını kaldırdı. Gözlerimin içine baktı. Evet, dedi. Kaçırdı gözlerini. Sehpanın üzerinden çakmağını aldı. Ateşledi. İlk dumanını üfledi. Duman hafifçe yüzümü yaladı geçti. Keşke yüzüme üfleseydin, dedim. İçimden. Uzun uzun baktım. Sigara bir kadına ancak bu kadar yakışabilirdi.
O anlattı, ben dinledim. Bazen ben anlattım, o dinledi. Zaman geçiyor. Buna sinir oluyorum. Epeydir oturuyoruz. İçeceklerimiz biteli çok oldu. Kalkalım mı, dedim. Kalkmadan sigara içmek istedi. Birkaç nefes çekmesinin ardından içeri girdim. Hesabı ödeyeceğim. Orada çalışan genç, bir şiiri bilgisayarına yazıyor gibiydi. Bilgisayara mı aktarıyorsun diye sordum. Hayır, şiir dergisine çeviriyle ilgili bir deneme yazıyorum, dedi. Şiir çevirisi üzerine kısaca sohbet ettik. Aslında bu konuya pek hâkim değildim. Dışarıda oturan kadına baktım. Şiir asıl onun ilgi alanıydı. Hesabı ödedim. Yanına gittim. İçeride şiir sohbeti yaptık, dedim. Elindeki telefona bakmaktan benim geciktiğimi fark etmemişti. Ya, ne güzel, dedi. Seni çağırmayı düşündüm ama gelseydin, buradan çıkamazdık herhalde, dedim. Sadece haklısın demekle yetindi.
Müzeyi gezdik. Fotoğraflar çekti. Fotoğraflar çektim. Sadece “Ona evlenme teklif edecektim” köşesini beğenmiştim. Dışarıya çıktık. Birkaç yerde fotoğraflarını çekmemi istedi. Çektim. Şimdi ne yapalım diye sorduk birbirimize. Balat’a gitmek istiyorduk ama vaktinin olmadığını, belki başka zaman gidebileceğimizi söyledi. Anladım. Benden kaçmak istiyordu. Oysaki yazışmalarımız birbirimizi arzuladığımızı belirten satırlarla doluydu. Nasıl sorulur bilmiyorum ama oda tutacak mıyız, diye sordum. Hınzırca gülümsedi. Bana baktı. Hayır, anlamında kafasını salladı. Şaşırmıştım. Neden, dedim. Bilmiyorum, içimden bir his bunu yapmamamı söylüyor, dedi.
Benimle fazla vakit geçirmemek için eve dönmesi gerektiği bahanesini sunduktan sonra yeniden İstiklal Caddesi’ne çıkmaya karar verdik. Bir şeyler yiyecek, kitapçıya girecektik. İkincisine vakit kalmadı. Midye tava yedik. İlk defa yemiştim. Oradan çıkarken bira içmeyi teklif ettim. Gene hınzırca gülümsedi. Yazışmalarımızda alkolün seks arzusunu arttırdığını söylemişti. Bundan dolayı bira içme teklifi ettiğimi düşünmüş olmalı ki hayır, dedi. Halbuki tek amacım birlikte geçireceğimiz süreyi biraz uzatmaktı. Kahve dedim. Bak ona hayır diyemem, dedi.
Kahvelerimizi içtikten sonra dolmuşa bineceği yere doğru gittik. Oraya vardığımızda sarılabilir miyim, diye sordum. Kabul etti. Hiç bırakmayacakmış gibi sarıldım. Binmesi gereken dolmuşu aradık. Bulduk. Binerken bir kez daha sarıldık. Omzundan öptüm.
Dolmuşa bindi. En öne oturdu. Gidiyorum dedim. Git dedi. Gözlerinin içi gülüyor. Onu öyle görmek sevindirici. Aslında beklediğim, dur gitme demesiydi. Geç saatlere kadar gezelim, diyerek minibüsten inmesiydi. Bazı zamanlar eve geç döndüğünü biliyorum. Aslında bunu yapabilirdi. Yapmadı. Birkaç adım atmıştım ki geri döndüm. Oturduğu yerin açık camından kafamı uzattım. Eve vardığında mutlaka haber ver, dedim. Haber vereceğini söyledi.
Özdemir Toprak