image-from-rawpixel-id-436707-jpeg

Konuşuyor. Dur durak bilmeden, nefes almadan. Kırmızıya boyanmış ince dudakları yine aşağı kıvrılmış. Dediklerini duymuyorum. Sadece kelimelerinin boğucu bir duman gibi ağzından çıkıp havada dağıldığını görüyorum. Neden bu kadar öfkeli bir bilsem! İnternetten aldığı bluzun fotoğraftaki gibi olmaması, manikürcüsünün ucuz parfümünün kokusu, laktozsuz süt bulamayan kapıcının telefon zilinin oyun havası çalması gibi pek çok önemli sorunu var. Şimdi de, geldiğimiz kafenin sandalyelerinin rahatsızlığından yakınıyor.

“Bir latteye dünyanın parasını almayı biliyorlar ama değil mi? Şuraya doğru düzgün bir sandalye koyamamışlar.”

“Boşver sandalyeyi hayatım, baksana deniz ne güzel” diyorum. “Gri, pembe, yeşil, lacivert. Hepsine bakıp sadece mavi diyoruz ne yazık…” diye ekleme gafletinde bulunuyorum. Evden çıkarken kenarlarındaki taşlarından biri düştü diye perişan olduğu güneş gözlüklerini gözünden çıkarıp fönü rüzgârdan bozulmaya yüz tutmuş saçlarına takıyor. Denize bakacak diye umutlanmamla, hırsla kıstığında kahverengiye dönen yeşil gözlerini bana dikmesi bir oluyor.

“Ben ne diyorum, sen ne diyorsun Gökhan yaa! Denizmiş, maviymiş. Mavi işte, ne arıyorsun içinde daha?”

Mavinin içinde ne aradığımı gerçekten merak ettiğine inansam “huzur” derdim. “Dalgaların kıyıya vurup geri çekilmesinden hemen sonra kumların üstünde kalan şey gibi hani.” Oysa konuşmaya başlasam eminim “Of! Mani gibi konuşmaya başladın gene” der, saçlarını savurup başını, benim pusulamın bir türlü bulamadığı o tarafa çevirirdi. Bu yüzden onun bende en sevdiği şeyi yapıp susuyorum.

Önümdeki derginin sayfalarını karıştırmaya başlıyorum. Yelkenliyle dünya turuna çıkan genç bir kadının hikâyesi ilgimi çekiyor, o sayfada duraklıyorum. Daha kelimeleri okumadan anlıyorum olan biteni. Free Hawk yazan beyaz bir tekne. Açılmak için sabırsızca katlanmış bir yelken. Kadın güneş yanığı kollarını önünde kavuşturmuş, ayağının birini bordaya dayamış öylece objektife bakmış. Bakışlarında ucu keskin, kenarları rengârenk püsküllerle kaplı, şimşekten daha hızlı olduğu besbelli oklar var. Bir an kadının soğuktan çatlamış, kısa tırnaklı elleri dergiden uzanıp dışarı çıkıyor. Avuç içi gökyüzüne bakarken parmakları açılıp kapanıyor. Kulak kabartsam “Gel” diyen sesini duyacağım. Gözlerimle kulaklarım birbiriyle yarışıyor şaşkınlıkta. Gözlerimi birkaç kez yumup hızla açıyorum. Şekerim düşmüş olmalı. Kahvaltı yapmadık, ondan olsa gerek.

Biz evde kahvaltı yapmayız. Hafta içi ben erkenden kalkıp işe giderim. O genelde uyuyor olur. Hafta sonları da o sıra neresi popülerse oraya kahvaltıya gider, sosyal medyadan yer bildirimi yaparız. Beğeni sayısı arttıkça mutluluğumuz da artar. Çoğul konuşuyorum ama aslında bunların hepsini o yapar, ben içindeki rutubetlenmiş bir tuzluk gibi yanında dururum. Oysa nasıl özledim, şöyle bol domatesli menemenin içine bandırılan taze ekmeği, çekirdeği avuca tükürülen sele zeytini, bol yağlı beyaz peyniri. Bir de tortusu dibe çökmüş çay olsa yanında. Ama bizim eve beyaz ekmek girmez. Ara sıra poşetin içine sarılmış çerli çöplü kara ekmeklerden alırız. Maşrapaya benzeyen fincanlarımızda sallama yeşil çay içeriz. Rengi ne kadar açık, kendisi ne kadar tatsız olursa o kadar çok içeriz.

Masadaki kesme şekerlerden birini ağzıma atıyorum. Şeker ağzımda dağılınca, dergiden çıkan el de dağılıyor, parmakları tırnakları parça parça masaya dökülüyor. Bu kadar çabuk yok olacağını düşünmemiştim. Benim de içimden bir şeyler ekleniyor kırıntılara. Darmadağın bir haldeyiz. O ise gözlüklerini gözüne takmış, diğer masalardaki kadınların elbiselerini, küpelerini hatta kocalarını süzmeye devam ediyor.

Karşımda huzursuzca kıpırdanan kadına bakıyorum. Çocukluğu geliyor aklıma. Sahip olduklarına öfkeli, olamadıklarına hayran o çocuğu iyi tanıyorum. Güzelliği, hırçınlığını at başı geçerdi. Kıvrılarak beline uzanan bal rengi saçları, yemyeşil gözlerinin içindeki sarı benekler insanı büyüleyecek cinsten oldu her zaman. Dişleri sırayla döküldü. Yerine çıkan inciler, leblebi tozuna hiç bulanmadı. Dalağı koşmaktan hiç şişmedi. Acelesi yoktu ki niye koşsun. Hiçbir şey onu koşturacak kadar kıymetli ya da coşku verici olamazdı çünkü. Zaten rugan ayakkabıları ayağını hiç sıkmaz, beyaz dantelli yakasının kolası hiç bozulmazdı. Misafirliklerde bütün çocuklar bir kâse daha zerdenin peşinde koştururken o, küçük bir biblo gibi annesinin yanında oturur, bütün maşallahları alırdı. Küçülmüş zarif bir kadındı koltuğun üstündeki. Yeri geldiğinde sessiz, yeri geldiğinde çığırtkan ama o yeri hep iyi ayarlayan, sonunda herkesi muma çeviren bir kadın.

Okulda da durum farklı değildi. Oğlanlar silgisini kalemtıraşını ona vermek için sıraya girer, kızlar onun en yakın arkadaşı olmak için birbiriyle yarışırdı. Öğretmenler desen yazılı kâğıtlarındaki notlarını yukarı yuvarlar, annesi ve babası ise tek çocuklarının bir dediğini iki etmezlerdi. Bir çocuğun bunları yaşarken mutsuz olması ne garip. Ama o hep daha büyük bir bebek, daha fosforlu bir kalem, daha büyük bir okul çantası için astı suratını.

Ne zaman büyüdük, ne zaman sevgili hatta karıkoca olduk bilmiyorum. Annelerimiz ellerinde kısır tabağı, mahalleye yeni gelen komşuyu ağız dolusu bir sohbete katık ettiği o gün biz de önünde diz çöktüğümüz danteli sıyırılmış sehpada ödev yapıyorduk. Bir anda, uykudan uyandırılmış gibi irkildi. Elindeki kalemi bırakıp “Seninle evleneceğim,” dedi. “Upuzun kuyruklu bir gelinlik giyeceğim, sen de papyonlu bir damatlık giyeceksin. Düğünümüzde vals yapacağız. Aynı prens ve prensesler gibi.” Tırnaklarımı bile tek başına kesemiyordum nasıl damat olacaktım? Yine de “Olur” dedim. Kurabiyeli ağzımdan çıkan sessiz cevabım ona yetmemiş olmalı ki öfkelendi. Kenarı süslü defter kâğıdına aceleyle bir şeyler yazdı. Bu bir nevi evlilik sözleşmesiydi ve ben altına kırmızı kurşun kalemle imza atana kadar da gülümsemedi.

Artık daha fazla öfkelenip daha az gülümsüyor. Ya ben? Gülmem gereken yerde gülüyor, ağlamam gereken yerde ağlıyorum. O yerleri de elbette ben seçmiyorum. Özenle yazılmış rolünü layığıyla oynayan bir aktörden fazlası değilim. Bunu belki de şimdi, evlatlığımın otuz ikinci, evliliğimin üçüncü, iş hayatımın dokuzuncu yılında, bu kafeye gelişimizin yirmi sekizinci dakikasında, önümdeki derginin on ikinci sayfasında anlıyorum.

İlkokulda en iyi arkadaşıydım. Aynı kasabada yaşayan tüm çocuklar gibi birlikte liseye başladık, zamanın deyimiyle “boy friend”i oldum. O, etrafındaki sivilceli oğlanların hayranlık gösterilerini keyifle yaşarken bana o ya da bu sebepten gıcık olduklarıyla dövüşmek düştü. Üniversite zamanı birbirimize “sevgilim” diyorduk. Ayrılan şehirler, tanışılan yeni insanlar bu sosyal statüyü değiştirmeyecekti. Zaten ne mümkün? Ne zaman yeni bir kızla tanışsam, tehlike kokusunu almış bir hayvan gibi huysuzlanırdı. Onca kilometre uzaktan bunu nasıl hissettiğine hâlâ şaşırırım. Vakit kaybetmeden beni ziyarete gelir, hemcinslerini oyunun dışına atacak bir ateş yakar giderdi. Çocukluğun saflığından daha güçlü bir zincirle bağlanmıştım artık. Teni, kokusu, baştan ayağa kıvılcımlanan dişiliği, tüm huysuzluklarını örtmeye yetiyordu. Dünyalarımızın ne kadar farklı olduğu umurumda bile değildi. Başımı boynuna tekrar gömmek için ne isterse yapardım.

Her şeyin benim seçimim olduğunu kim inkâr edebilir? Ben de etmiyorum. Ağzımı bile açmıyorum. İçimden ağlamak geliyor sadece. “Olabildiğince” sevmenin tadı ne kadar paslıymış, ağzımın içi leş bir hurdalık gibi…

Başım dönüyor. Denize bakıyorum. Dalgaların içinden az önce bana elini uzatan kadının yelkenlisi yükseliyor. Kıyıya yaklaşıyor mu, uzaklaşıyor mu seçemiyorum. İçinde az önce parçaları masamda dağılan kadın var mı yine? Gözlerimi kısıyorum, bu kez de maviler renkten renge girip benimle alay ediyor. Yelkenli, bir anda gelin arabasına dönüşüyor. Arabanın penceresinden elindeki yelken bezinden yapılmış duvağı sallayan biri var. Parmağındaki yüzük yakamozların ışıltısıyla yarışıyor. İki maaşıma mal olan bu yüzüğü nerede görsem tanırım. Yüzüm yanmaya başlıyor.

“Özge, ben iyi değilim.” Sesim çıktı mı ki?

“Allah’ım nerede kaldı bu kahvaltı, yer bildirimi yapalı on beş dakika oldu, daha kahvaltı tabağını çekemedim.” dediğini duyuyorum.

Sonra her yer karanlık. Kulağıma sesler geliyor. “Gökhan, Gökhan, ne olduuu?” “Aaa adam düştü vallahi.” “Çocuklar ambulans çağırın.” “Dadi dadii” “Beyler sarsmayın, üç deyince kaldırıyoruz” Sesler gittikçe fısıltıya dönüşüyor. Özge konuşmaya devam ederken ben mavi atıma binmiş, denizin üstünde dörtnala gidiyorum.

Hande Çiğdemoğlu