Aşağı Mahalle’nin yolu yokuştur. Diktir. Hayır, bir Marquez öyküsü değil bu, gerçeğin ta kendisi. Benim büyüdüğüm kasabanın Aşağı Mahallesi, düpedüz yukarıdadır. Söylene söylene ağızlarda ve kulaklarda Deli İlyas’tan Delez’e dönüştüğü rivayet edilen tepenin yamacında bir cılız dere vardır: Dilsiz Dere. O derenin bulunduğu kısığa da Dilsiz Dere Çıkmazı derler. Dereyle bitişik bir ev vardır ki orası benim babaannem ve dedemin evidir. Eviydi. İşte benim çocukluk tahtım oradadır.

“Evidir” ile “Eviydi” sözcükleri arasındaki boşluğa istersek yüz hikaye sığdırabiliriz. Bunlar, yine biz öyle istersek, nostaljik ve “soft” hikayeler olur ki okurlar genelde böyle hikayelere bayılır. Bu hikayelerde babaannemizden dedemizden, küçükken oynadığımız oyunlardan, geçmiş zamanının geri getirilmesi mümkün olmayan huzurundan bahsedip okurun içindeki küçük çocuğu okşayabiliriz. Böylelikle bir hikaye yazmış oluruz. Dedemizi, babaannemizi, kendi çocukluğumuzu başka birinin hayatı ve geçmişi olarak anlatabiliriz ki edebiyat tam olarak budur: Hikayeler yoluyla kendi hayatımızı başkasına devretmek ya da başkasının hayatını sahiplenmek. Kendi geçmişimizi, ailemizi ve başımızdan gerçekten de geçmiş bir olayı hikayeleştirebiliriz. Peki artık hikayedeki karakterlerin ya da olayların gerçek olduğunu kim söyleyebilir? Aslında olanlar gerçekoğlu gerçektir. Ve fakat başka bir alemin gerçekleridir artık.

Dilsiz Dere’nin adı neden Dilsiz Dere olmuştur? Buna dair rivayetleri öğrenebiliriz. Hatta rivayeti bir kenara bırakıp gerçeğe en yakın gerçeği öğrenip bilgi sahibi olabiliriz. Ya da bütün bunlara boş verip Dilsiz Dere’ye gerçek kumaşından kafamıza göre bir don biçebiliriz ki işte o zaman edebiyatın karasularına girmiş, bir hikaye kurmaya başlamışızdır.

İçimizin çok haklı nedenlerle karardığı bu günlerde, birkaç sene önce yazdığım ve eğlenceli olduğunu sandığım bir yazıyı yayımladım dün: Kod Adı: 1945 AD 1902. Yazının başına şöyle bir “uyarı” yerleştirmiştim: “Bu bir edebi polisiye hikayesidir ve hikayede geçen tüm kişi ve kurumlar gerçektir. Her şey bu kadar gerçekken nasıl hikaye oluyor o zaman? Onu ben de bilmiyorum ya da bilmiyormuş gibi yapıyorum sevgili okur.”

Twitter’da yazımı paylaşan kuzenim, şöyle bir notla paylaşmış: “Sahiden gerçekler nasıl, ne zaman, hangi koşullar yerine geldikten sonra hikayeye dönüşür?” Kuzenimin bu sorusu şüphe yok ki retorik bir soru. En azından kısmen. Biz akademisyen olmayan ve hikayelerin künhüne akademik bilgiyle değil de sezgiyle varmak isteyen okurlar ve yazarlar hikayeyi gördüğümüzde tanırız. İşte deriz, bu bir hikaye. Ya da, bu hikaye değil de anı gibi bir metin olmuş, deriz. Bazen anı gibi yazılmış hikayelere haksızlık ettiğimiz de olur ama genelde haklıyızdır: Fonda Coşkun Sabah’ın “Anılar” şarkısı çalıyormuş hissini veren, hikaye donuna bürünmeye çalışan o kadar çok anı okumuşuzdur ki…

image-from-rawpixel-id-426272-jpeg (1)

Çok dolaşıp yolumuzu kaybetmeden, Dilsiz Dere Çıkmazı’na ve sorumuza dönelim: Dilsiz Dere’nin adı neden Dilsiz Dere olmuştur?

Ben bu soruyu, kendimce ve öykü diliyle yanıtlamaya çalışmıştım. 2015 yılında yayımlanan Huma Kuşları kitabımda yer alan ve adı –tesadüfe bakın– “Dilsizdere Çıkmazı” olan öykü, sanırım, benim bu soruya cevap verme çabamdır.

Sanırım, diyorum çünkü –başkalarında nasıl olur bilmem ama– yazarken klavyenin dizginlerini her zaman elimde tutamam ben. Yazmanın, bilhassa öykü yazmanın en güzel taraflarından biri de budur bana kalırsa.

Meramımı biraz daha iyi anlatmak için kendimden alıntı yapacağım maalesef. Huma Kuşları çıktıktan sonra Nazlı Karabıyıkoğlu ile yaptığımız bir söyleşide, Nazlı şöyle sormuştu: “Bazı öykülerinin yazılma süreçlerini merak ediyorum açıkçası. Dilsizdere Çıkmazı ve İsa’ya Göre İsa…”

Şimdi olsa tam olarak aynı şeyi söylemem tabii ama verdiğim yanıtın, bu yazının konusu olan Dilsizdere ile ilgili kısmı şöyleydi:

Yazma süreci –ilhama inanmamakla birlikte– ilham inermiş gibi, birdenbire oluyor bende. Muhtemelen daha önce kafamda farkında olmadan gezdirdiklerim birden ortaya çıkıyor. İşte o anda, onu yazmalıyım. Yazamadığım zaman huysuzlanıyorum. Yazdıktan sonra bir süre bekletip (deme bırakıp) tekrar bakıyorum ama genelde ilk yazdığım hali çok değişmiyor.

Daha önceki soruya verdiğim yanıtta dediğim gibi; hangi çağrışımın, hangi olayın bana öykü yazdırdığını bilmiyorum. Yazdıktan sonra baktığımda anlıyorum bazı şeyleri. Mesela “Dilsizdere Çıkmazı”, babaannemin evinin olduğu ve benim çocukluğumun geçtiği yer. Orada yarı ölü bir dere vardı. Ama gördüğün gibi, öyküyle ne kadar alakası var bilmiyorum.

Ne kadar alakası olduğunu bilmiyoruz çünkü benim anlattığım Dilsizdere hiç olmadı. Ve aslında benim anlattığım şekliyle var olduğu da apaçık bir gerçek. İşte bu iki gerçek bir arada olduğunda ortaya çıkan şeydir hikaye.

Ben Dilsizdere’yi koşup oynadığım, acıkınca zeytinyağı gezdirilmiş ve kuru nane ekilmiş salçalı ev ekmeği yediğim, babaannemin ve dedemin henüz hayatta oldukları çocukluğumun o nostaljik soslu tahtı üzerine kurabilirdim. Bu bir hikaye olur muydu? Büyük ihtimalle olurdu.

Nedir, benim Dilsizdere hikayemde dere kandan kızıla kesmiştir. Oyuna yer yoktur. Türklerin “Kurtuluş Savaşı”, Yunanlıların “Küçük Asya Felaketi” dedikleri zalimliğin, acının, gözyaşının ve kanın rol kestikleri sahnelerden biridir Dilsizdere:

Diğer yakanın zorunlu Mehmetçikleri (yani kandırılanlar ve Ahmet kadar şanslı olmayıp paçayı kurtaramayanlar) Ahmet’in kasabasını bastılar. Herkesin canı farklı farklı yerlere giderken geriye kanları kaldı, aynı yere toplandı. Kemikler, yanmış deri parçaları, çığlıklar. O kadar çok kan aktı ki kasabanın deresi kıpkırmızı oldu.

Ben belki de bu öyküyü, Kurtuluş Savaşı hengamesi sırasında kimseye hiçbir kötülüğü dokunmadığı ve hatta savaştan sonra Türk vatandaşlığına geçtiği halde ailesiyle birlikte katledilen, hemşerim, Kınıklı Rum tüccar Trendefil Efendi’den haberim olduktan sonra yazmışımdır. Belki de böyle spesifik bir bilgiye ihtiyacım yoktu yazarken, adı sanı artık bilinmeyen yüzlerce insanın dereyi dolduran kanını ve ahlarını zaten biliyordum.

Dere acıdan konuşamaz olmuştu. Sesi çıkmıyordu. Acıları dillendiremediği için dilsiz kalmıştı adı, dilsize çıkmıştı. Gerçek tastamam böyleydi. Ama belki de gerçek başka türlüydü.

İlk sorumuza, başlığa dönüp bitirelim, dere de artık ne kadar canı kaldıysa akmaya devam etsin: Gerçekler artık onlara katlanamadığımız kerteye vardığında hikayeye dönüşür ki bu, olsa olsa, insanoğlu ve insankızlarının binlerce yıllık hikaye okyanusuna doğru akan yüzlerce dereden yalnızca birinin tanımı olabilir.

Gerçekler hikaye doğurmaz, hikayelerin içine saklanırlar.

Onur Çalı