Etgar Keret çağımızın en önemli yazarların arasında gösteriliyor. İsrailli yazar bir iki sayfayı geçmeyen, kara mizahla karıştırdığı kısa öyküleriyle tanınıyor. Ölüm, bahtsızlık ve bir dolu insanlık trajedileri onun öykülerinin ana saç ayağını oluşturuyor. Keret’in kitaplarında ölüm, kayıp gibi konuların bu kadar öne çıkmasının ana sebeplerinden biri de Orta Doğu gibi yüksek tansiyona sahip bir coğrafyada yaşaması görülebilir. Bileneceği üzerine Keret yazarlığa askerde depresyona girip intihar eden arkadaşının ardından başlamıştı.
Keret, yazar olarak beynelmilel şöhretin haricinde sinemayla da içli dışlı bir yazar. Yönetmenlik ve senaristlik denemeleri haricinde 2006 yılında Kneller’in Mutluluk Kampı adlı öyküsü “Wristcutters: A Love Story” (Kesik Bilekler: Bir Aşk Hikâyesi) sinemaya da uyarlanmıştı. Kneller’in Mutluluk Kampı kısa öykülerine aşina olduğumuz yazarın en uzun öyküsü olma özelliğini taşıyor. Film, Goran Dukic tarafından yönetilmiş, senaryosu ise Dukiç ve Keret ortaklığında hazırlanmıştı. Oyuncu kadrosunda ise Tom Waits, Shannyn Sossamon, Leslie Bibb ve Will Arnett gibi isimler yer almaktaydı.
Hayat ve küçük mucizeler
Kesik Bilekler: Bir Aşk Hikâyesi, kız arkadaşı Desiree’den ayrıldıktan sonra intihar eden Zia’nın hikâyesini anlatıyor. Zia, intiharının ardından gözünü öbür dünyada açar. İntiharının ardından tüm sıkıntılarının sona ereceğini düşünen kahramanımız kendisini başka bir bunaltıcı bir dünyanın içerisinde bulur. Zia’nın geldiği yeni dünya tıpkı kendisi gibi intihar eden insanlardan oluşmaktadır üstelik en az fanilerin dünyası kadar sıkıcıdır. Herkes bedeninde öbür dünyadan kalan yaralarla yaşamaktadır. Bürokrasi yoktur ama barınmak ve yemek ücretlidir. Dolayısıyla insan olduğu her yere eski düzenini götürmektedir. Ne berbat bir alışkanlık! Herkes yine berbat işlerde çalışmakta, birlikte paydos birası içilmektedir. Zia da öbür dünyada Kamikaze adı verilen bir pizzacıda çalışmaktadır. Yeniden intihar etmeyi aklına getirir ama bu zaten başlı başlına saçma bir fikirdir. Bir gün barda Eugene isimli bir adamla tanışır. Fanilerin dünyasında sağlam bir gitaristtir, fena olmayan bir grubu vardır. Dış görünüş olarak Gogol Bordello’nun solistine benzemektedir.
Eugene ve Zia kısa süre içerisinde yakın arkadaş olurlar. Eugene’nin ailesi, onun ardından peş peşe intihar etmişlerdir. İçinde bulundukları garip dünyada yine hep birliktedirler. Kalabalık aile yemekte bir araya gelir, futbol maçı izlerler, kafaları çekip televizyonun önünde sızarlar. Her şey çok tanıdık ve aynıdır. Zia özlem doludur, o burada tek başınadır, ailesi öbür tarafta kalmıştır. Sevgilisi Desiree’yi delicesine özlemektedir üstelik. Günlerden bir gün, Zia Desiree’nin de intihar ettiğini ve bu dünyaya geldiğini öğrenir. Hemen onu bulmak ister; uzun uğraşlar sonucu Eugene’i ikna edip farları çalışmayan ve eşyaların bir şekilde kaybolduğu eski püskü arabalarına atlayıp Desiree’yi bulmak için yola çıkarlar. Geceyi gündüze katarlar, kimsenin olmadığı otobanlardan, sonsuz gün batımlarından geçeler ama Desiree’nin izine bir türlü rastlayamazlar.
Yolculukların seyri giderek anlamsızlaştığı bir vakit yoldan Mikal isimli çok güzel bir otostopçuyu arabalarına alırlar. Mikal, bu dünyaya yanlışlıkla geldiğini acilen yetkili birileriyle görüşmesi gerektiğini söyler onlara. Zia ve Eugene, Mikal’in bu isteğine pek anlam veremez. Yol ekibi artık üç kişidir, herkes bir şeyi aramaktadır. Üstelik saçma bir dünyanın içerisine hapsolmuşlardır. Arayışların amacı ve heyecanı günden güne azalırken şoför koltuğunda Mikal’in oturduğu bir anda arabanın asırlardır çalışmayan farları bir anda yanmaya başlar. Zia bunun bir mucize olduğunu, Mikal’i otomobil dünyasının en kutsal insanı olarak ilan eder. Bir süre direksiyonun yanından arabanın lambalarını açıp kapatırlar; mucizevi bir olaya tanık olmaktadırlar. Tam bu sürede yolun üzerinde yatan bir adamı görürler, ona çarpmamak için sert bir fren yaparlar. İsminin Kneller olduğunu öğrendiğimiz kişi sakince yerinden kalkar, tozlanmış üstünü başını temizler. Onlara dönüp kayıp köpeğini aradığını söyler. Üçü doğal olarak Kneller’in akıl sağlığından şüphe eder. Kneller, onları kendi adını taşıyan kampına götürür. Garip mucizelerin yaşandığı ve yine garip kamp sakinlerin ikame ettiği dünyanın en acayip kamp yerlerinden biridir. Eugene kampta Nanuk isimli bir kadınla tanışır ve kısa sürede abayı ona yakar. Mikal ve Zia ise bisiklete biner, deniz kenarına gidip günü bitirir, güneşin suya batarken çıkardığı “cup” sesini beklerler. Birbirlerine geride bıraktığı dünyada neleri özlediklerini, dönme şansları olsa neler yapacakları üzerine konuşurlar. Kaçamak gözler boşlukta birbirlerini yakalar; aşk en olmadık yerde insanın karşısına dikilir. Zaman, mekân, dünya ayırt etmez. Hem bakarsınız, Bob Dylan’ın unutulmaz parçası gibi belki de mucize gerçekleşmek, Cennetin Kapısı aralanmak üzerinedir.
Kneller’in kampında zaman rutine biner, her şey birbirine benzer. Günlerden bir gün, Mesih Kral isimli bir adamın gösteri yapacağı haberi alınır. Kahramanlarımız gösteriye gider. Mesih Kral’ın yanında Desiree de vardır. İki eski sevgili başka bir dünyada kavuşmuştur. Lakin ortada bir eksiklik vardır. Bildiğimiz aşk hikâyelerinde, kamera aşıkların etrafında döner, romantik bir şarkı çalar… Zia ve Desiree’nin kavuşmasında bu yoktur. Dünyalar ayrı olunca duygularda kaybolmuştur belki de. Hem Zia, Mikal’le hiç olmadığı kadar yakınlaşmaya başlamıştır. Kral Mesih, ikinci kez intihar teşebbüsünde bulunur. Kneller, bizi ters köşeye yatırır hareket etmeye başlayınca sırtında bir takım beyaz tüyler uçuşur. Kneller aslında kimdir? Zia ve Mikal hangi dünyada buluşacaktır? Desiree’ye ne olmuştur? Kral Mesih öldüğü yerde bir kez daha ölünce başına neler gelmiştir? Gerisi hayat, cevapsız sorular…
Bir tek aşk var
Etgar Keret, ölümle, kayıpla hep yakından ilgilenmiştir. Tüm yapıtlarında dünyanın aslında bu kadar ciddiye alınmaması gereken bir yer olduğunu hatırlatır. Yaşamın anlamının küçük, çoğu zaman gözle görülmeyecek anlarda saklı olduğunu vurgular öykülerinde. Kneller’in Mutluluk Kampı da Kesik Bilekler: Bir Aşk Hikâyesi de aynı hissiyatı taşıyan bir uyarlama. Film bize özetle insanın ruhun demir atan iç sıkıntısının hangi dünyaya giderse gitsin yok olmayacağını, bir süre sonra gidilen her yerin aynılaşacağını hatırlatıyor. “Ölümün olduğu bir yerde daha ciddi ne olabilir” sözlünü hatırlatırcasına, inatla yaşamın tarafını tutan bir intihar hikâyesi bu. Melankolik olduğu kadar hayatı çok da ciddiye almayan ama aşkı, âşık olmayı ölümüne ciddiye alan bir film. Bu hayatın gerçek bir anlamı varsa, çevremizle, dostlarımızla, sevdiğimizle kurduğumuz bağlarda ve anlamlarda gizli.
Hayatın aşırı kısa olduğu, lüzumsuz şeylere kafayı taktığımız şu galakside yalnız dönen mavi topta “bir tek aşkın” kıymetli olduğu, belki de şu günlerde aklımızdan hiç çıkmaması gereken tek şey.
Can Öktemer