19.Mart.20

Ahmet Oktay’ın [Yılmaz Yayınlarından çıkan 1991 tarihli baskısından] Gizli Çekmece’sini okuyorum. Anı okumayı seviyorum. Bilhassa geçmiş günlerin edebiyat dünyasına dair anıları. Ahmet Oktay, gazeteciliğe başladığı 1961 yılıyla başlıyor Gizli Çekmece’sini açmaya. Yeni İstanbul gazetesinin [evet, öykü yarışması düzenleyen o meşhur gazete] Ankara ofisindeki günlerinden, TRT’de çalıştığı dönemden, o dönem sanatçıların bohem yaşantılarından açıyor.

Zamanın Özen Pastanesi’nden de açıyor Oktay. Ataç’ı ilk orada görmüş: “Gözlüklerini burnunun üstüne düşürmüş, okuyor”muş. İşte tam o sırada İlhan Berk’e de geliyor sıra:

Özen’den kalkılıyor. Çankaya’ya doğru yürünüyor ve şiirler okunuyor. Ağabeyler bir ara dönüp, “Hadi bakalım sen de oku” diyorlar. Çok güvendiğim bir şiirimi okuyorum. Şöyle dizeleri var ki bayılıyorum:

“Daha belalı değil,
sokak muharebeleri
seni sevmekten”

Şiir çok beğeniliyor. Ama ertesi ay, dergilerden birinde benim bu dizelerimi İlhan Berk imzasıyla okuyorum. Çeken bilir acısını. Yıllar sonra yanılmıyorsam Ülkü Tamer, benzer acıyı sineye çekmeyip şöyle bir ilan yayınlıyor: “Bundan böyle şiirlerimi İlhan Berk’e okutmayacağım.” İlhan her türlü eleştiriyi kesinlikle karşılıyor sohbetlerde: “Şair mısra çalar.”

Mahmut Temizyürek de, Üç Çınar adlı kitabında benzer bir şey söyler Berk hakkında: “İşlerine taklit, parodi, çalıntı, apaçık esinti denmesinden hiçbir dönemde korkmadı, gocunmadı.”

Tabii Ülkü Tamer’in ilan vermesine neden olanın, esinlenmeyi ziyadesiyle aşmış olduğunu Tamer’in, Erdal Öz’e yazdığı mektuplardan anlıyoruz.

26 Şubat 1962’de Antep’ten yazdığı mektupta şöyle der Tamer:

Değişim’e bir yazı. Bu sayıda yayımlanacağını umarım. Benim için çok önemli bu. Yazıyı ağır, terbiyesizce bulma sakın. Çünkü ortada düpedüz bir hırsızlık, karşımda da edepsizin biri var. Hakkımı korumama fırsat verirsin sanıyorum.”

1 Mart 1962 tarihli mektubunda ise yazının başlığıyla ilgili bir düzeltmeden açar Tamer:

“İlhan Berk yazısının başlığını değiştirip “Ey İlhan Berk, Ey Fil Hamdi, Ey Hırsızlık?” yapsak nasıl olur? Çekinecek bir şey yok bence. Sen bilirsin.”

Ahmet Oktay’ın bahsettiği ilanı ve Ülkü Tamer’in Erdal Öz’e yazdığı mektuplarda bahsettiği yazıyı bulamadım. İlhan Berk’le tanışma fırsatı da bulamadım ama Ülkü Tamer’le kısacık bir sohbetimiz olmuştu, 2011’de, Ayvalık’ta. Muhabbet olsun diye “Yaşamak Hatırlamaktır” kitabını imzalatmıştım büyük şaire. Çok güzel sigara içiyordu.

20.Mart.20

Öykü Gazetesi yeniden çıkmaya başlamış. Bu bilmemkaçıncı ilk sayısında Hulki Aktunç’un daha önce yayımlanmamış bir öyküsü de var: “Kutsal Kumru”.

Usta, şöyle bir notla başlamış öyküsüne:

artist-fb5b6eee6aa5b2addfd140f6f6a6eaa6 - Kopya

(…kumruların uğuruna inanan, kendilerine Mükerrem hanım ve Tahsin bey adını verdiği bir çift kumruyu koruyup gözeten, ancak, kumrular başka bir komşuya dadanınca ömrünün zevki biten kadının öyküsüdür…)

23.Mart.20

başka bir göğün yollarında şimdi
bahçede gül diye açan gamze
yamaçlar tırmanan arzu
ve sözün yarı yolda bıraktığı izler
endam, göz ve sülüs… yola düşen kim?

[Aydın Afacan, Âteşîn Beyaz, s. 33]

24.Mart.20

İngilizce sözcüklere yeni bir kelime girmiş: “covidiot”. Bir birleşik sözcük covidiot. Malumunuz, covid ile idiot sözcüklerinden türetilmiş. İki anlamı verilmiş sözcüğün:

  1. Sosyal mesafe kurallarını uygulamayı inatla reddederek Covid-19’un yayılmasına neden olan aptal kişi.
  2. Gereksiz yere yiyecek istifleyerek Covid-19 korkusu yayan ve başkalarını hayati malzemelerden mahrum eden salak kişi.

İki de “cümle içinde kullanalım” örneği verilmiş:

“Nenenin elini öpmeye mi gideceksin harbiden? Bilader, covidiot musun sen!”

“Şu 200 rulo tuvalet kağıdı alan adamı görüyor musun? Süzme covidiot.”

Covidiot insanlar çok tabii ama bu yeni sözcük en çok devletlere yakışıyor. Gerekli önlemleri zamanında almayıp göz göre göre insanları ölüme götüren resmi şahıslara.

278700930c7ee3afcd67199e9e1b53b4-1

Julio Cortázar, kedisine Theodor W. Adorno adını vermiş ve her defasında adını tam söylermiş.

25.Mart.20

Dino Buzzati’nin “Colombre” kitabında bir öyküsü var: “İhtiyar Avcıları”.

Öyküde kırk yaşını geçmiş olanlar yaşlı kabul ediliyor ve gençlerden oluşan çetelerin zulmüne uğruyorlar. Tabii öykünün sonunda gören gözler için nice ibret bulunuyor.

İşin aslı, teknik bakımdan mükemmel bir öykü değil İhtiyar Avcıları. Nedir, öyküde yaşananlar Türkiye’deki mevcut durumu andırmıyor da değil. “Resmi makamların” yanlış politikaları yüzünden neredeyse bir linç var “yaşlılara” karşı.

26.Mart.20

Edebiyat içe dönmeyi, içine kapanmayı, popüler tabirle sosyal izolasyonu gerektirir diye düşünülür. Doğrudur da. Ve fakat edebiyat sayesinde, normalde asla tanıyamayacağım insanları tanıdım ben. Kıtalar arası dostluklar kurduk edebiyat vesilesiyle.

Bazen de yıllardır neredeyse kuyruklarımızın birbirine değeceği denli yakın mekanlarda bulunduğumuz, aynı parklara, aynı meyhanelere [corona’dan sonra bunlar artık bir hayal gibi geliyor], aynı okullara gittiğimiz biriyle edebiyat vesilesiyle tanıştığımız oldu.

Edebiyat, biraz da, bir araya gelmeden bir arada olma sanatı. Sanki.

27.Mart.20

The Platform filmini izledik. Mide kaldıran sahneleri yok değil. Nedir, günümüz kapitalist düzeni aslında tam olarak filmde gösterildiği gibi, bu denli vahşi, acımasız ve –büyük bir illüzyon ama– çıkışsız gibi.

The Platform Bertolt Brecht’in meşhur dizelerini hatırlattı bana:

kim mi kurtaracak seni aç insan
bize gel ekmek istiyorsan bize gel
kıvrananlara açlıktan
biz gösterelim sana yolu
biz açlar vereceğiz sana ekmeği

ya hep beraber ya da hiç birimiz
kurtulmak yok tek başına yumruktan ve zincirden
ya hep beraber ya da hiç birimiz

***

Her akşam aynı saatlerde boya sandığını yüklenmiş [ve belli ki bazı başka şeyler de yüklenmiş] olarak evimizin önünden türkü söyleyerek geçen abi epeydir yok ortalarda. Belki geçiyor da türkü söylemiyor. Bilmiyoruz.

0001862407001-1

29.Mart.20

Haşhaş tarlaları arasından geçeceksin,
Beyaz ve mor haşhaşları havaya savurarak
Yeni bir afyon bulacaksın kendine.
İşte o zaman beni unutma,
Şairini, onun şiir yazan ellerini,
İçine dizilen sıragölleri,
Kendi kendine konuştuğun seni,
Her şeyi, hiçbir şeyi unutma.

[Ülkü Tamer, Ben Sana Teşekkür Ederim, s. 78]

30.Mart.20

Geçenlerde TRT 2’de güzel bir filme denk geldik: Ölümsüzler Köyü adıyla gösterilen filmin orijinal adı “Piremardha nemimirand” ya da İngilizce adıyla Old Men Never Die.

Filmde ölmek isteyip bir türlü ölemeyen, yaşları dalya demiş ya da dalyaya çok yaklaşmış bir grup ihtiyar adam var. Ölmek için didiniyorlar. Ve fakat muvaffak olamıyorlar. İran Azerilerinin yaşadığı bu köyde ölüm faaliyetlerini durdurmuş gibidir çünkü.

saramago.jpg__2000x1200_q85_crop_subsampling-2_upscale

Tabii böyle söyleyince aklımıza Saramago’nun “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş” romanının düşmemesi olası değil. Saramago’nun bu romanında da ölüm [özellikle küçük harfle] adı belirtilmeyen bir ülkede faaliyetlerini yedi ay süreyle durdurur. Bu yedi ay içerisinde kimse ölmez ülkede. Nedir, ölümün yürürlükten kalkması büyük sorunlar doğurur. Saramago bu sorunları anlatarak kiliseye, devlete, topluma eleştirilerini her zamanki tatlı-sivri diliyle göndermiş olur.

Ölümün faaliyetlerini tamamıyla durdurması sorunlara yol açar elbette, doğrudur. Ve fakat bu salgın günlerinde ölümün işlerine biraz ara vermesi ne güzel olurdu.

Romanın ilk ve aynı zamanda son cümlesi, bana şu anda dünyanın en güzel cümlesi gibi görünüyor: “Ertesi gün hiç kimse ölmedi.”

Onur Çalı