627x0
Max Blecher

Tuhaftır, Acil Gerçekdışılıkta Maceralar’ın son satırına vardığımda aklımda Go ve satranç ustalarını alt eden bilgisayar programları vardı. Hayatını o oyunlara adamış insanlar donakalıyordu ellerinin kollarının bağlandığını fark edince. “İnsanlar gibi düşünmüyorlar!” diye, çaresizce birbirlerine bakıyorlardı. Boyun eğdiklerinin kaba kuvvete dayanan, arapsaçı bir saldırı olduğunu iş işten geçtikten sonra seçebiliyorlardı ya, bugün baktığımda, Max Blecher’in o yöntemleri kendi bedeninden tanıyacağını düşünmeden edemiyorum. Yapıtını beden ile zihin arasındaki çatışmadan onun payına düşen cepheye, etin düşünceyi salkım saçak bir acımasızlıkla alt etmesine borçluyuz: Kendini hapishaneye dönüştürmesine.

Niyetim hastalığı yüceltmek değil elbette; ürpererek tecrübe ettiğimiz, nasıl geride bırakacağımızı henüz kestiremediğimiz bu dönemde kıstırılmanın tanımadığımız bir türüyle baş etmeye çalışıyoruz. Kendimizi kapanın böylesinde konumlandırma araçlarına yabancıyız. Blecher tanıyordu onları: Acil Gerçekdışılıkta Maceralar zorba nesnelerin, merhametsiz etin yüreğinden, üçüncü hâlin olanaksızlığının kabulüyle çatılmış bir istila edebiyatı örneği. Bedeniyle kurduğu mazoşist ilişkiden olma bir aşk romanı. Benzetme zorlama gelebilir: Kitabın epigrafını, Shelley’nin Epipsychidion’ından alınmış dizeyi hatırlatmak isterim. İngiliz şairin manastıra kapatılmış, on dokuz yaşındaki Teresa Viviani için yazdığı o tekinsiz aşk şiirinden seçilmiş nefes nefese kalma, çökme, titreme, son nefesini verme güzergâhına genç yazarın saldığı fetişleşmiş anılar, Hertha Müller’in önsözdeki saptamasını haklı çıkaracak denli keskin: Anlatıcının eti düpedüz mıknatıs.

Yolun başında hapishaneyi çağrıştıracak hiçbir şey yok hâlbuki. Blecher 1909’da, Romanya’nın varlıklı ailelerinden birine gözlerini açar. Ortaöğrenimini bitirir bitirmez tıp eğitimi için Paris’e uzanır. Zihne, her şeyden önce, vaatleri karanlık, zaafları oyuncu bedenin ses çıkarmaması gerekir ama. 1928’de ihanet haberini alacaktır. Omurga tüberkülozu. Sonraki on yılı sanatoryumlarda geçirdikten sonra 1938’de, yirmi dokuzuncu doğum gününü göremeden söndüğünde arkasında bir şiir kitabı ile tanımlanması güç iki orta boy metin bırakır. Üçünü de günün birinde öleceğini bilmenin bir adım ötesinden, öleceğini anlamış olarak kaleme almıştır.

Acil Gerceklik_CC2015.indd

Acil Gerçekdışılıkta Maceralar’ın anlatıcısı Dostoyevski’nin epileptikleri kadar tutsak, onlar kadar esrik. Nesnelerin ataleti, hiçbir şeyin değişmeyeceğinin göstergesi olarak, ta çocukluğunda onu görülen dünyanın bir sahneden ibaret olduğu fikrine çıkarmış. Hızla gelişen teknolojinin gündelik yaşama müdahalesi yardımına koştuysa da, seçtiği matruşkalar içindeki yolculuğunda bedeninden başka bir şeye rastlamaya niyeti yokmuş gibi geliyor bana. Blecher’inki Bildungsroman değil, rahim arayışı çünkü: Sinemada kendinden geçer, fakat salonda yangın çıktığında, çevresindeki alevleri değil, ısıdan bozulmuş filmin perdedeki bulamacını asıl yangın sayar. Mumya müzesi onu büyüler, gelgelelim en büyük hayali bir mumyanın erimesini izlemektir. Sahteliğini hava ata ata sergileyen o heykellerin kalıntısında, ölümün kimseye göstermediği yüzünü seçeceğini kurmuş olsa gerek.

Sonunda kendinden de şüphelenmesi kaçınılmaz: Marangoz atölyesinden tavan arasına, kurmalı oyuncakların sergilendiği vitrinlerden yasak odalara savrulan adımları onu panayıra, bir çadırın girişine iliştirilmiş kendi fotoğrafına çıkardığında, sadece fotoğraflarda var olduğuna inanacaktır. Semereli olma isteğiyle gübrelenirmişçesine, kendini tepeden tırnağa çamura bulamaya dek vardırır keşif gezisini; fakat, elden ne gelir, hepimiz gibi, o da kendinden başka bir halt değildir. Burnunun dibinde, toplu iğne başı kadar bir noktada uzaklaştıkça uzaklaşan anıları yakalamaya koyulur bir kez daha, yolunun yine buraya çıkacağını bile bile.

Blecher’in kendini gördüğü her kar küresini avucuna alıp sallaması, üzerine yağanları dışarıdan izlemesi, sokulmaya çalıştığı karakterleri tek boyutlu tepkilerden ibaret kuklalara çeviriyor. Hastalığın pençesindeki bir commedia dell’arte kumpanyasının yarı yarıya doğaçlama piyesi bu – Clara’da Colombina’yı, Paul’de Arlecchino’yu, Samuel’de Il Capitano’yu görmek zor değil. O derme çatma sahnede aldığı her nefesi ölümünün görünür yüzü saymasına bakılırsa, genç yazarı çürümenin estetlerinden biri olarak kabul etmek gerekir. I. Dünya Savaşı travmasının atlatılamadığı yıllarda yazdığını unutmamak koşuluyla: Acil Gerçekdışılıkta Maceralar’ın satırlarında, siperlerde saygınlığını yitirmiş bedenlerin Medusa gözleri parlıyor. Ufukta yıkımların daha büyüğü, II. Dünya Savaşı bekliyordu ama; Blecher’den birkaç yıl önce Leh Schulz Tarçın Dükkânları’yla, birkaç yıl sonra İspanyol Cernuda Ocnos’la aynı göle farklı kıyılardan eğildiyse de, nergislerin hiçliği olanca berraklığıyla görmesine daha vardı.

Bizler, yani odalara çekilmekten başka bir şey yapamayanlar, belki yaşadıklarımızın daha sahicisini bulmak, belki hep başka bir yerde gerçekleşmesine alıştığımız felaketin aynı anda, her yerde patlamasının elden düşme bir espri olabileceğine inanmak için salgın romanlarıyla, filmleriyle dinlendirmeye çalışıyoruz zihnimizi. Şimdiden gövdemize dişlerini geçirmiş olabilecek biricik önemsizliğimizden oyalanma araçları yontmaya çalışıyoruz. Şansı yaver gidenlerin avuntularımızı yavan bulacağını tahmin ediyorum. Gözbağının, istenirse, kim olduğumuzu sil baştan görmekte de kullanılabileceğini hatırlamak isterlerse Blecher’e bakabilirler.

Emre Ağanoğlu