Bu söyleşi, 2008 yılında, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”un ABD’de yayımlanmasından hemen önce yapılmış ve L.A. Weekly sitesinde, 5 Ağustos 2010’da yayımlanmış.

Söyleşiyi gerçekleştiren Scott Foundas, Saramago’yla görüşmek için Kanarya Adaları’na gitmeden önce, yazarın ajansından talep etmiş olduğu halde Portekizce-İngilizce çeviri yapacak bir çevirmenin olmadığını, bunun yerine, tek kelime Portekizce bilmeyen ve İngilizcesi çok iyi olmayan bir genç adamın çeviri yaptığını belirtir. Bu durumda Saramago İspanyolca konuşmak durumunda kalmış. Foundas’ın ABD’ye döndükten sonra ses kaydını başka bir çevirmene emanet etmesiyle ortaya çıktığı üzere; kendisinin bazı soruları yazara yanlış şekilde çevrilmiş, Saramago’nun uzun cümleleri ise kendisine anlaşılır, basit bir İngilizce ile aktarılmış. Foundas, Saramago’nun ölüm haberinin gelmesi üzerine söyleşiyi yayımlamaya karar vermiş.

Bahsedilen dil engeli ve çevirideki kayıplar nedeniyle olsa gerek, söyleşinin İngilizce metni de sorunlu. Olabildiğince Türkçeleştirmeye çalıştım.

Onur Çalı

Birçok kitabınızda ölüm var.

Ölüm yaşamlarımızın her gününde var. Marazi cazibesinden hoşlanıyor değilim ama ölüm hayatın bir gerçeği.

Ressamın Elkitabı’nda ressam H., bize gençliğinden beri ölüme takıntılı olduğunu söyler.

Ressamın Elkitabı’nda, anlatıcının, babasının kafatasını ellerinde tuttuğunu söylediği bir bölüm vardır. O benim. Babam Birinci Cihan Harbinde savaştı. Lizbon’daki mezarlıkta, tüm mezarlıklarda, Birinci Cihan Harbinde savaşmış askerlerden kalanların olduğu bir kısım vardır. Babamdan geriye kalanlar küçük bir kutuya konmuştu. Şimdi Lizbon’da. Tam olarak nerede olduğunu söyleyemem ama Yorick’in kafatasını tıpkı Hamlet’in yaptığı gibi kaldırdığımı hatırlıyorum. Felsefi bir şey yok bunda, yalnızca babam var.

Soruya dolambaçlı yollardan gelmiş olduk: Ölüm’ü bir romanda ana karakter yapmak neden? Bu kararı nasıl verdiniz? Ölüm birçok romanınızda göründükten sonra, şimdi de, tabiri caizse, romanın yıldızı.

Esprisi de orada, çünkü hiçbirimiz ölme fikrinden hazzetmiyoruz. Ancak gerçek şu ki hepimiz ölmek zorundayız. Yaşamın devam etmesi için ölmek zorundayız. İnsanlığın nesillerdir süren hikayesi böyle, öleceğiz. İnsanın yaşamını kaybetmesi haricinde bunda hiçbir trajik yan yok. Dünyada, altı milyar sakini olan bir gezegende, anlık bir şey bu. Gerçekten tuhaf olan şey, ölümün tekinsiz ya da merhametsiz olmak zorunda oluşu; en azından rahatsızlık verici olması. Romanım buradaki humor’a, ironiye bakış atıyor.

Elbette ölüme gülmüyorum, çünkü ona kimse gülemez. Ama bu kadar ciddiye almak zorunda mıyız? Ölüm bir insan, bir kadın oluyor ve bu kadın bir viyolonselciye aşık oluyor. Gördüğüm kadarıyla bazı okurlar, ama daha çok eleştirmenler; Aşk, Ölüm’ü mağlup ediyor gibi kolaycı bir çıkarıma varıyorlar. Öncelikle, hiç kimse, hiçbir şey Ölüm’ü yenemez. Bunun kanıtı da romanın son cümlesinin, ilkiyle aynı olmasında: “Ertesi gün, hiç kimse ölmedi.” Bu da Ölüm’ün kadın olarak çok mutlu olduğu, adamla aşk yaptıkları ama sonraki gün her şeyin tekrarlanabileceği anlamına gelir. Ölüm kabul edilmeli.

Bu romanda bir güldürü unsuru olduğunu söylediniz. Bazı kitaplarınızdan daha neşeli, belki de Lizbon Kuşatmasının Tarihi’nden beri en neşeli kitabınız olduğu söylenebilir ki o kitabınızda da, belki romantik komedi denebilecek bir unsur vardı.

İkisi tamamen farklı çünkü Lizbon Kuşatmasının Tarihi’nde iki insan duygularını paylaşıyordu. Aşık oluyorlar ve herkes gibi mutlu olmak istiyorlar. Bu romanda durum tamamıyla farklı çünkü viyolonselci, kadının kim olduğunu bilmiyor. Kadın, adama bunu söylemiyor; “Ben Ölümüm.” Belirsiz bir ilişki denebilir ama kuşku duymamız gerektiği ya da adamı kuşkulandıran bir ilişki olduğu anlaşılıyor. Her şeyin sonraki günde de tekrarlanacağı gerçeğinden bağımsız olarak; bir noktada Ölüm, viyolonselciye Ölüm olduğunu söyleyebilir ya da itiraf edebilir. Söyleyecek olsa adam muhtemelen ona inanmayacaktır. Çünkü adamın gözünde o bir kadın; hoş, güzel bir kadın. Onun gözünde Ölüm bambaşka bir şey.

tanri-yedinci-gunden-beri-istirahatta-listelist-620x375

İnsanlar bir ateistin neden sürekli İsa’nın yaşamı, ölümün kişileştirilmesi gibi dini konular ya da körlük salgını ya da İber Yarımadasının Avrupa’dan kopması gibi doğal afet olarak nitelenebilecek şeyleri yazdığını merak ediyor olabilir.

Bu bana hep sordukları bir soru. Neden bunun hakkında yazıyorsunuz? Çünkü orada, toplumda var olan bir şey. Ateist olsam da ben ahlaki açıdan, bu dinin, Greko-Hristiyan prensiplerinin bir ürünüyüm. Beni, kısmen, bugün olduğum insan yapan bir şeyler hakkında yazıyorum. Din dünyanın bir parçası, din soluyorum.

Bununla birlikte, romanlarınızdaki ilahi karakterler, bir nevi insani karakterle ya da incelikle sunuluyor. Kilise ya da cenaze endüstrisi gibi dünyevi kurumlar onları çarpıtıyor.

Eğer İsa’nın ilahi bir karakter olduğuna inanıyorsanız şunda anlaşmaya varmamız gerekir: O, kendisinin ilahi bir karakter olduğunun tam olarak ne zaman farkına vardı? İsa’ya Göre İncil’i işte bu yüzden yazdım.

İsa bizler gibi bir insan ve diğer insanlarla birlikte yaşıyor. Sonra kendini, ummadığı bir durumun içinde buluyor. Kutsal Kitap’ta, İncil’lerde, İsa’ya Tanrının oğlu diyen ilk kişi –kişi diyemeyiz çünkü o bir kişi değil ama daha iyi bir sözcük yok işte– şeytandır.

İsa, içinde bir tümen cin olan adamın –adamın adı Tümen– içindeki cinleri kovmak için ortaya çıktığında, adam İsa’ya “Ey İsa, yüce Tanrı’nın Oğlu, bana işkence etme!” diyor. Sorun şu ki şeytan İsa’nın, Tanrı’nın oğlu olduğunu nereden biliyordu? Ayrıca cinlerin def edilirken domuzların içine girmeleri, domuz sürüsünün Celile Gölü’ne atlayarak boğulması neden mucize olsun? Nasıl bir mucize bu? Bunlar efsanedir, kadim masallardır, Binbir Gece Masalları’nı okumak gibidir.

Din bir salgındır. Zamanla biri diğerine dönüştü, küçük dinler ya da mezhepler oluştu ki bu da insanlığın hasta olduğu, çıldırmış olduğu tezimi teyit ediyor.

Bu da kitaplarınızın çoğunda olduğunu düşündüğüm bir şey, doğru kelime mi bilmiyorum ama sürpriz nevinden bir şey, 20. asırda, 21. asırda insanın hâlâ Orta Çağ’a ait batıl inançların gölgesinde yaşıyor olması.

Bu benim suçum değil. Ben ifşa ediyorum, gösteriyorum, kitaplarıma koyuyorum ama birinin düşüncesini değiştirmek zordur, sonra toplumdaki yerini değiştirmek… Hepsinden zoru da eleştirel bilinç yaratmaktır. Köktencilik, hepsini bir kenara itiyor. ABD de buna dahil.

Muhtemelen başka yerlerde olduğundan daha fazla. Birleşik Devletler’in bir sonraki başkan yardımcısının, yaratılışçılığa inanan bir kadın olması epey muhtemel.

Bu beni şaşırtmıyor. Seneler önce, Barselona’da, fizik, kimya, tıp ve edebiyat dallarında Nobel Ödülü alanlarla bir toplantıdaydım. Edebiyatçı olarak [Wole] Soyinka ve ben vardık. Bir ara, fizik dalında Nobel almış biri, söz isteyip kalktı ve bizi şoke etti. Adam, yaratılışçılığın evrimle birlikte öğretilmesini gerektiğini söyledi. Bu ikisi birbiriyle çelişir ama fizik dalında Nobel almış olan adam böyle diyordu. Hepimiz sustuk. Hiç kimse tek söz etmedi ve hiçbir şey olmamış gibi devam ettik.

Evrenin yaratıldığı hafta, altı gün değildi, daha sonra güne dönüşmüş olan altı uzun devirdi. İnsan, her zaman göründüğünden daha aptaldır.

buyulu-gercekciligin-ilk-adimlari-listelist1

Daha önce dediğimiz üzere, bu kitap [Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş] bir nevi komedi olsa da, geçerli olan daha ciddi bir düşünce de var ki bu da dünyanın faşizmin iki ateşi arasında kaldığı.

Evet, elbette öyleyiz. ABD buna da cevap vermeli. Örneğin biri Birleşik Devletler’e seyahat ettiğinde, göç ettiğinde, eğer dizüstü bilgisayarı varsa, görevliler bilgisayarının hard diskini kopyalayabiliyorlar. Birleşik Devletler’de demokrasi adına yapılıyor bu. Mahremiyet hakkı nerede?

Buna şahane bir ad buldular: “Vatanseverlik Yasası”

Vatanseverlik Yasası mı deniyor? Harika! [gülüyor] İyi bir espri anlayışınız var. Buna kara mizah denir. ABD’de bulunmayalı yıllar oldu ve gideceğimi de sanmam. Gümrükten geçerken hayatım hakkındaki her şeyin bilinmesi, benim açımdan kabul edilemeyecek bir şey. Birleşik Devletler, bensiz idare edebilir, ben de onsuz. Birleşik Devletler büyük bir ülke, bunu kimse inkar edemez. Amerikalılar büyük bir halk, bunu kimse inkar edemez. Gizli (ya da açık) bir tutuculuk var ama bu da değişebilir. Obama, kazansın ya da kazanmasın, buna dair bir işaret. Bir işaret çünkü onun için hiç kolay değil. Siyahi, hiçbir desteği yok ve Demokrat Parti’nin adayı, bu devrim gibi. Kaybetse bile devrim niteliğinde bir işaret bu, çünkü gelecekte de tekrar edebilir.

İster istemez fark ettiğim şey, kitapta Ölüm, gazeteye mektup gönderdiğinde, Saramago gibi yazıyor. Küçük harf kullanıyor ve pek noktalama işareti kullanmıyor.

Ölümün el yazısını icat ederken kendi elyazımı kullandım.

Bu üslubu nasıl geliştirdiğinizi sormak istiyorum çünkü Ressamın Elkitabı’nda bu üsluba neredeyse varmış gibisiniz ama tam olarak değil.

Aradan zaman geçti. Ressamın Elkitabı’nı daktiloda yazdım. Şimdi bilgisayarda yazıyorum. İkisi ayrı dünyalar. Bilgisayarda yazmanın zanaatkarlıkla benzerliği var bence. Çömlekçinin kil alıp çarka koyması ve kafasındaki fikre uygun olarak onun üzerinde çalışmasına benziyor.

Bilgisayarda yazmak tam olarak böyle. Daktiloda yazdığınızda veya kalemle yazdığınızda, cümlelerinizi iyi düşünmek zorundasınızdır çünkü düzeltmek için çok az yer kalır. Bilgisayarda yazarken tam tersi oluyor. Bir fikriniz var, bunu öyle ya da böyle ekrana koyuyorsunuz ve sonra çömlekçinin yaptığı gibi üzerinde çalışmaya başlıyorsunuz. Bir şeyler ekliyorsunuz, çıkarıyorsunuz; isterseniz ilk yazdığınızdan eser kalmayıncaya kadar sürdürebilirsiniz bunu. Düzeltirsiniz, değiştirirsiniz, ta ki sonunda, “Tamam, budur” diyene kadar.

Bu kitaptan (Ressamın Elkitabı) öncesine gitmek istiyorum. Okula gittiğinizde size yazmakla ilgili belirli kurallar öğretirler. Bu kurallara az çok uyarak yazan birçok yazar var. Ve Shakespeare, Joyce, Pessoa gibi –yüz isim daha sayabilirim– kendi dilini, kendi kurallarını oluşturmuş yazarlar var. Benim size sormak istediğim, bu dile ve üslubunuza nasıl vardığınız. Örnekse, 1947’de yazdığınız Günah Ülkesi’ni okusaydık, bu kitabı kıyaslarsak…

Bugün olduğum kişiyle o zamanki beni nasıl kıyaslayabilirsiniz?

Benim de sormak istediğim buydu.

O ilk roman, Günah Ülkesi 1947’de, hiç hayat tecrübesi olmayan biri tarafından yazılmıştı. Kitapların mahsulü olan bir romandı aslında. Yazar, okuyarak öğrenir yazmayı ve o vakitlerde okumuş olduğum kitaplar şüphesiz önemli yazarların kitaplarıydı. Büyük bir roman değildir Günah Ülkesi ama kötü yazılmamıştır. Yayımlanmamış olan bir roman daha yazmıştım. Sonra neredeyse yirmi yıl yazmadım ve sonunda 1976 ya da 1977’de Ressamın Elkitabı’nı yazdım.

Peki bu aradaki yıllarda neler oldu? Hiçbir fikrim yok, sadece yazar olmak istediğimi biliyorum. Daha işin başındayken yazmayı bıraktığımı kabul ediyorum ama söyleyecek hiçbir şeyim olmadığının farkındaydım. Söylemek için harcayacağım zamana değmeyeceğinin farkındaydım. Eğer söyleyecek bir şeyiniz yoksa en iyisi susmaktır. Burada bir soru sorulabilir; bütün bu zaman boyunca yazar olmaya mı hazırlandın? Hiçbir şeye hazırlandığım yoktu. 1960’ların sonunda, kendimi şiirle ifade etme ihtiyacı çıktı ortaya. Bu ihtiyaç da üç kitapla sonlandı: Belki Şiirdirler (1966), Belki de Neşe (1970) ve Bu Dünyadan ve Başkasından (1971). 1973 yılındaki kitap [Seyyahın Valizi] bir geçiş kitabıydı.

1975 yılında, kitap oylumunda bir şiir de yazdınız: “1993 Yılı”

Belli bir açıdan, ortaya çıkacak kurguyu haber veriyordu. O zaman farkına vardığım şey, söyleyecek bir şeyim olduğu ve onu söylemeye başladığımdı. 19 yaşımdaydım sanırım, şöyle bir şiir yazdığımı hatırlıyorum:

Her kim suskunsa
benim olduğum gibi
ölemez
diyeceğini demeden.

Bu aptalca bir şeydi ama 19’umda ne söyleyebilirdim ki? 19 yaşındayken söyleyecek bir dolu şeyimiz vardır ama onları nasıl söyleyeceğimizi bilmeyiz. Beklemek gerekir. Zaman, öğretmeniniz olacaktır.

Ressamın Elkitabı’nı yazdığınızda, kolayca mı oldu mu? Demek istediğim, söyleyecek bir şeyiniz olduğunu hissettiniz ve yazmaya oturduğunuzda bir çırpıda yazdınız mı?

Ressamın Elkitabı’nı en iyi romanlarımdan biri olarak gören eleştirmenler var.

Ben de onlardan biriyim.

Kurgunun deneysel yönüyle baştan çıkmaya hazır bekleyen eleştirmenler var, o romanda da deneysel bir şeyler var. Diyebilirim ki bilerek yaptığım bir şey değildi. O zamanlar kendimi, doğduğundan beri nesir yazdığının farkına vardığında afallayan bir Molière karakteri [Kibarlık Budalası’ndaki] gibi hissediyordum biraz. Kendine sorar hani, “Nesir mi yazıyor muşum?” Kendimi içinde bulduğum durum biraz böyleydi. Bence bu, içten içe tüm yazarlar için geçerlidir. Kendi sesimi arıyordum ve onu bulduğumda zaten yazar olmuştum. Eğer kendi sesinizi bulabilirseniz, kendinizi bu sese uygun olarak ifade edersiniz. Küçük ama sadece sizin olan, başkasının olmayan bir küçük ülke, kendi sesiniz.

Söyleyeceği bir şeyi olmadığını düşünürken, aslında söyleyecek bir şeyi olduğunu fark etme düşüncesi sizin bazı kitaplarınızda tekrarlanan bir şey. Ressamın Elkitabı’ndaki ressam H. için geçerli bu, Lizbon Kuşatmasının Tarihi’ndeki düzeltmen Raimundo Silva için de geçerli ve bir biçimde, Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş’taki viyolonselcide de benzer bir şey olduğunu hissettim çünkü kendisinin iyi bir viyolonselci olduğuna inanmıyor ama Ölüm ondaki yeteneği görüyor. Sizin bu kendini keşfetme anlarına ilginiz var sanki.

Kadınlar sadece dahilere aşık olsaydı yanmıştık. Viyolonselci, sıradan bir viyolonselci. Kendindeki dehayı bulmaya çabalamıyor. Viyolonselcinin aradığı, anlayamayacağı bir insan. Bu karakter viyolonselci yerine mağaza çalışanı da olabilirdi. Bach çalmak isteyen bir viyolonselci… okurlar buna bayılır.

Demek istediğim, karakterlerinizin çoğu kendilerini ifade etmenin bir yolunu arıyorlar.

Benim karakterlerim normal, sıradan insanlar. Zaman zaman kendilerini karar vermek zorunda oldukları durumların içinde buluyorlar. Örneğin, Bütün İsimler’deki nüfus memuru viyolonselci değildir. Bir noktada, hayat onu değiştirir. Adete hayat şöyle der gibidir, “Evet, bakalım şimdi ne yapacaksın?” Hakkında hiçbir şey bilmediği bir kadının dosyasını aldığında, o anda hayatın ona meydan okuduğunun farkında değildir. Ve neler olup bittiğini anlamaya başladığında –dediğim gibi, hakkında hiçbir şey bilmediği bu kadınla tanışmak istediğini anladığında– hazırlıksız yakalandığı yeni bir yaşamın başlangıcı olur bu. Okur da, bunu bilmeden, memurun aslında karşılaşacağı şeylere hazırlıklı olduğunu fark etmeye başlar.

Daha önce sormaya çalıştım ama belki iyi ifade edemedim, kitaplarınızdaki fantastik öğeler hakkında…

Fantastik dediğiniz, aslında basitçe, anlamadığımız ya da henüz gerçekleşmemiş olan şeylerdir.

Açıklanamayan.

Yüzyıllık Yalnızlık’ta García Márquez çarşafa binip göğe uçarak kayıplara karışan bir kızdan bahseder. Burada önemli olan gerçek olup olmaması değildir. Önemli olan, bağlam içerisinde inandırıcı olup olmadığıdır. Eğer hayalgücüne sığıyorsa, makuldür.

Son kitabım Filin Yolculuğu’nda gerçekleşmiş olması imkansız olan olaylar var. Fakat hikayeyi anlatırken oluverirler, inandırıcı diyemem ama olur, kitabın bağlamı içerisinde makul hale gelirler. En önemlisi okurun iyi hissetmesi. Okumaktan mutluluk duyması, fantastik olup olmaması fark etmez. Önemli olan budur.

Fantastik, homeopati gibi kullanılmalıdır. Küçük dozlarda.

viagem14

Bu tür fantastik hikayelerin siz küçük bir çocukken dedenizin size anlattığı hikayelerle bir ilgisi var mı?

Hayır. Dedem bana gerçekten olmuş şeyler hakkında hikayeler anlatırdı. Dedem çok görmüş geçirmiş biriydi ama hayalgücü zayıftı. Ona ihtiyaç duymazdı. Ya da ihtiyaç duymadığına inanırdı. Tabii kafasının içinde neler döndüğünü kim bilebilir? İhtiyaç duymazdı derken, belki de saçmalıyorumdur.

Eleştirmen Harold Bloom, Portekizli bir Stalinci olmanın gerçek dünyada yaşamadığınız anlamına geldiğini söyledi.

Belki de, belki de. Herkes her şeyi söyleyebilir. İnsanlarla ters düşmek istemeyiz, özellikle de Harold Bloom namındaki biriyle. Gerçek dünya, neocon’ların dünyası, Amerika’nın dünyası, hayal edebileceğiniz en gerçek dünya gibi görünür. Ama şimdi içinde olduğumuz duruma bakın. Birleşik Devletler, dünyanın süper gücü, mali krizde.

Öte yandan, ben yalnızca bir Komünist değilim. Pek çok başka şeyim de. Öncelikle, “reel sosyalizm” olarak adlandırdıkları şey tarafından işlenen suçlardan sorumlu değilim. İkincisi, hiçbir zaman Stalinci olmadım. Marx okuyarak bazı düşünceler edindim ve Marx’ın hiçbir zaman bugünkü kadar haklı olmadığını söyleyebilirim. İçinde yaşadığımız zaman dilimi, Marx’ın haklı olduğunu kanıtlıyor.

İsrail’le ilgili söylediklerim yüzünden Harold Bloom beni çok eleştirdi. Ben de İsrail’in gerçek dünyada yaşamadığını söyleyebilirim. Büyük İsrail olarak adlandırdıkları şeye ulaşmaya çalıştıkları bir fantezi içinde yaşıyor İsrail.

Kitaplarımda, hayatta olduğumdan daha haklı olduğumu söylerim bazen. Mümkündür.

Şimdi siz konuşurken, bazı sözcüklerin anlamının çarpıtıldığını ya da tamamen kaybolup gittiğini düşündüm. “Komünizm” gibi ya da “Sosyalizm”. Amerika’da bunlar tu kaka sözcüklerdir, giderek daha az sayıda insan bu sözcüklerin anlamını biliyor görünüyor.

Gerçekten ne anlama geldiğini bilmiyorlar. Yanlış anlaşılıyor, yanlış yorumlanıyor ve sonra insanların davranışları tamamıyla mantıksız hale geliyor. Öte yandan, sevmeme hakları da var. Ben de Amerikan köktencilerini sevmiyorum. Ayrıca Birleşik Devletlerin büyük sermayesinin mutlak gücünü de sevmiyorum. Evrensel sevgi fikrini savunuyor değilim. Böyle bir şey hiçbir zaman var olmadı ve olmayacak.

MV5BMjE0NDg1Njc1NV5BMl5BanBnXkFtZTcwOTUwNDM5Ng@@._V1_SX1777_CR0,0,1777,999_AL_

Yine de birçok kitabınızda, hatta belki tüm kitaplarınızda, sevgiye özlem ya da arzu var.

Evrensel sevgi değil, hayır, hayır, hayır. Sevgi hayli kişisel bir şeydir. Herkes, insanların yaşamları hakkında değil de ruhları hakkında kaygılanan Rahibe Teresa gibi davranamaz. Bazı yalan yanlış sevgi tahayyülleri var. Rahibe Teresa örneğiyle devam edelim, kendisine iki defa tam donanımlı ve kullanıma hazır hastane teklif edilmiştir. O bunları reddetti. Rahibe’nin sevdiği şey, ruhu çıplak kalmış ve ölmek üzere olan bir adam bulup onun için dua etmek. Elbette karımı seviyorum ama ona duyduğum sevginin herkes için olan evrensel bir sevgi içinde olduğunu hayal edemem.

Demek istediğim, söz gelimi, Raimundo Silva’nın, Lizbon Kuşatmasının Tarihi’nin düzeltmen kahramanının bir sözcüğü değiştirerek Haçlı Seferini durdurması.

Tarihsel gerçek diye bir şey yoktur. Yoktur. Her şey bir yorumdur. Bir gerçek farklı biçimlerde anlaşılabilir, yorumlanabilir. Raimundo’nun varsayılan tarihsel gerçek karşısında yapması beklenen şey onu tekrarlamasıdır. Ama o olumsuzluk eki ekler ve böylece Haçlılar dönmez ve Portekizliker Lizbon’u fethetmez, bu da hikayenin seyrinin değişmesini getirir.

Fakat bu beni karamsarlık kadar sarsmıyor, siz hep karamsar olarak bilinirsiniz.

Ben kesinlikle karamsarım. İnsan türü bir felaket. Bugün içinde bulunduğumuz durumun nedeni bu. Milyonlarca insan açlıktan ölüyor, kolaylıkla tedavi edilebilecek hastalıklar yüzünden acı çekiyor, zenginlik eşit dağıtılmıyor.

Ve Haçlı Seferleri hâlâ sürüyor.

Finans şirketlerinin yöneticileri, krizin ortasında milyonlarca dolarla ödüllendiriliyorlar. Korkunç bir iş yaptılar ve bu korkunç iş için para alıyorlar.

Kapitalizmin falsosu burada: Yanıtın kapitalizm olduğu zannedildiğinde her şey mahvoluyor. Olan bu. Neocon’ların ekonomisinde her şey serbest. Birleşik Devletler’in durumunda, hür teşebbüs ve serbest piyasa rekabetinde, bu şirketlerin büyük borçlarını Amerikan halkı ödeyecek. Vergilerini bu kriz için ödeyecekler.

23400651

Bütün bunlar insanların ölüm korkusundan değil mi? Bütün bu konuştuğumuz şeyler –para, güç– insanların kendilerine ölümsüzlük sağlama çabaları değil mi?

Kırk ya da elli yaşınızda ölümsüz olabilseydiniz, bu ilginç bir deneyim olurdu. Ölümsüzlük ebedi yaşlılık gibi. Yıllar geçiyor ve ölümsüzler yaşlanıyor ta ki artık hareket edemez oluncaya kadar. Ama hâlâ ölümsüzler. Bu kitabın dile getirdiği sorun bu. Ölümsüzlük korkunç bir kabus. Ölmek iyidir, gereklidir. Bildiğiniz üzere, çok ağır bir hastalık geçirdim. Ölebilirdim. Ölüm yanıbaşımda duruyordu. Ama bir gün olacak, bu hastalık ya da bir başkası yüzünden bu dünyayı, kütüphanemi terk etmek zorunda kalacağım. Başka söyleşi olmayacak. Hepsi bitecek.

Ölüm nihayet geldiğinde, ona ne söyleyeceksiniz? [Not: Bu soru Saramago’ya “Ölümün ne zaman mutlak biçimde geleceğini düşünüyorsunuz?” şeklinde tercüme edilmiş.]

Her an olabilir. Umarım iki yılım daha vardır. Fakat bir yazarın mutlak ölümü, kitapları artık okunmaz olduğunda gerçekleşir. Bu nihai ölümdür.

Bence sizin bunun için kaygılanmanıza gerek yok. Tabii tüm kitapları yakmadıkları sürece.

Sadece yaşamak için kalan zamanım hakkında kaygılanıyorum. Gerisi benim elimde değil. Kitaplarımın gelecekte okunup okunmayacağını düşünerek kendime eziyet edecek değilim. Bunun üzerinde bir tasarrufum yok. Benim sorumluluğum yazabileceğim en iyi şekilde yazmak. Her gün bunu deniyorum.