
Aşağıdaki metin, Kasım 2019’da AHMÜ, Edebiyat ve Felsefe Fakültelerince ortaklaşa düzenlenen “Gençler için Edebiyat ve Felsefe Okumaları” seminerinin açılış konuşmasıdır.
Her şeyden önce, nazik davetinizden onur duyduğumu teşekkürlerimle belirtmek isterim. Bu tür seminerlerin yaygınlaşarak sürmesi en samimi dileğimdir.
Gençliğimde, hayatın buruşmuş halde bulduğum haritasının kırışıklıklarını düzelterek önüme serecek ve bana yol gösterecek bir mucize metnin peşine düştüm. Hayatı bir anlama kavuşturmayı düşünme işi benim dünyaya gelmemi beklememişti ya! İlla ki, benden önce yaşayanlar dünyayı ve içinde yaşanan olayları açıklayan ve olabileceklere de ışık tutan bir düşünce sistemini –hadi buna felsefe diyelim– yaşadığım âna kadar yaratabilmiş olmalıydılar. Peki ama, böyle bir damıtılmış düşünce var mıydı, varsa ona nasıl ulaşabilirdim?
Genç yaşımda hayatı anlamama yardımcı olacak bir felsefe arayışına girdim girmesine de (Kütüphane kütüphane dolaşıp, antik çağ düşünürlerinden modernlere, Doğu’dan Batı’ya adı anılan anılmayan tüm filozofları araştırmıştım), beni sonunda böyle bir felsefi sentezin var olmadığı kanısına vardırarak büyük bir hayal kırıklığına uğramama neden olan uğraşım, yıllar içinde umut kelimesinin anlamının da yavaş yavaş tükenmesiyle tarafımdan unutulur hale geldi. Bu arada gençliğim de elden gitti; konu, benim için nostaljik bir proje olarak kaldı.
Derin hayal kırıklığımın nedeni, felsefe dünyasının birbirine zıt şeyler söyleyen filozoflarla dolu olduğunu fark etmemin yanında, hayatı bütünüyle yorumlayan bir felsefeye bu zamana değin sahip olamayan insanlığın hazin durumu idi. Bölük pörçük parçalarla yetinmeliydik. Kaderimiz bu muydu?
Konu üstüne, hâlâ bir umut varmış gibi konuşmamın nedenselliği hakkında sizden önce, kendime bir açıklama borçlu olduğum gün gibi açık. Hâlâ mı bütünsel bir düşüncenin peşindeyim, daha da önemlisi gençlik bunalımım hâlâ mı devam ediyor?
Son araştırmalara göre, insanın kendi kendine konuşma yetisi zekanın yüksekliğine bağlanıyor. Keşke bunu gençliğimde öğrenseydim; etrafa caka satardım. Gençken, dünyayı anlayamama sıkıntımdan kaynaklanan, bunalım derecesindeki huzursuzluğum beni iyice rahatsız edip arttığında kendi kendime konuşarak bir çıkış yolu aramaya çalışırdım. Bulduğum yöntem, beni içimdeki sıkıntıdan daha fazla rahatsız etmiyor da değildi. Sonuçta, bir akıl hastası gibi kendi kendimle konuşuyor olmam ve içinde yaşadığım toplumun eylemimi bu gözle göreceğinden emin olmam, bunu en yakınlarımdan saklamak zorunda kalarak yapmamı gerektiriyordu ve bu da az şey değildi. Kendi kendimle konuşma seanslarımı oturarak değil de odamda dolap beygiri gibi dönerek hedefsiz yürüyüşler halinde gerçekleştirdiğim için de durumumu, değil başkalarından, kendimden bile saklar hale gelmiştim. Peki, bu dönerek kendime dönme seanslarım bir sonuç veriyor muydu? Dürüst olmam gerekirse: Bir süreliğine, evet!
Sonunda, hayatın dediği oldu; hayatı yaşayarak öğrenmek, gerçeğin –ne yazık ki– yalnızca bir kısmını öğreteceğinden, kendimden öncekilerin ve çağdaşlarımın fikirlerine ve hayat hakkındaki dolaylı dolaysız yorumlarına başvurmak zorunda kalarak, edebiyattan yardım uman bir insan olmam kaçınılmazlaştı. Hayatı değerlendirmede yetersiz kalan birey –ki gençlik bunalımlarının kökeninde yatan en büyük etmen, parasızlıktan sonra, budur– felsefeden umudu kesince çaresizce edebiyata sarılır, felsefenin açığını şiirle kapatmaya çalışır, roman karakterleriyle kendini özdeşleştirir, öykü sonlarını hayatın şaşırtıcılığına yeğler.
Edebiyatın, hayatı anlamlandırma ve insanı –çok iyimser bir bakışla– dönüştürme gücü var mı gerçekten? Bu soruya cevap ararken edebiyatın her türünün bize sunduğu parçalanmış gerçeğin küçük bir parçasını bir anlık sahiplenir oluşumuzdan mutluluk payı çıkarmamızın zavallılığını sık sık yaşıyor olmamızın önemi üzerine size nutuk çekecek kadar kendimi aşağılamak da istemem.
Bertrand Russel’ın öğrencileri, felsefenin amacının anlamak olduğunu iddia etmişlerdir. Bana göre, anlamanın edebiyatın amacı olarak kalması gerekir. Olguların, toplumun ortak bilincine çıkarılarak anlaşılması, edebiyat ve yolunu açtığı sanat sayesinde olur. Felsefe ise zihinsel bir işlemdir, uğraşısında edebiyatın ve sanatın düşünsel ve duygusal verimlerini kullanır ve bilime öncülük eder.
Edebiyattan dersler çıkarıp yaşamımızı düzenleyemiyorsak, hiç değilse yaşamımızdan ders alıp edebiyatı şekillendirebilme şansımız var demektir. Yazarların da ancak bunu yapabildiğine tanık oluyoruz. Birçok yazar arkadaşım var. Birçoklarını da kitaplarından birebir tanıyorum: Bunu rahatça söyleyebilmemi, hiç değilse yaşamlarının bir döneminde otobiyografik öykü veya roman yazmayan bir yazarın dünyada varolmayışına borçluyum. İyi bir yazar, hem acemiliği hem de ustalığı bir arada götüren aydınlanma sanatçıları gibi, doğuyla batıyı, akılla duyguyu, coşkuyla dinginliği bir arada götürür.
Bir yazar olarak, bugünün postmodern yazın dünyasında önemi olmasa da, okuyucu tarafından anlaşılmaya özen gösteririm. Bir ara, basım hazırlığındaki bir kitabım için editörümün bu bağlamda fikrini sormayı düşündüm. Ama, o zaten anlaşılır olanı bile anlaşılmaz kılmak için bana bir dizi öneriyle geldikten sonra vazgeçtim. O işini yapıyor, neme lazım. Neyse ki, geçenlerde bir YouTube kanalındaki edebiyat söyleşimde iyi hazırlanmış bir programcıya rastladım da, romanlarımın kurgu dokusunun ‘üstü örtük rastlantılar’la oluştuğunu yerinde bir saptamayla onun ağzından duymuş oldum. Yaşamda, öngörü sınırlarının dışında kalan ve birdenbire ortaya çıkan rastlantıların yaşadığımız olayları nasıl etkilediğini biliriz. Ama, bunu her zaman fark etmeyebiliriz de. Ayan beyan, abartılı tesadüfler edebiyatta itici olur, hikaye inandırıcılığını kaybeder, şaşırtıcılığın dozu yaşamdakinin üstüne çıkmamalıdır. Bazı yazarların aşırı abartılı yazılarını, son söylediğim düşünce içinde savunmalarına da pek şaşırmıyorum.
Çocukluk yıllarımda bana sır olan olguların varlığı beni en fazla huzursuz eden konular arasındaydı. İlkokula başladığım günü anımsıyorum. Elbette, okulda ilk günün hatırlanacak birçok yaşananı olabilir. Ben, çok genç yaşında hayatını kaybeden Polonya’lı yazar Max Blecher gibi, hatırlamanın ve hatırladığımız anıların şu veya bu şekilde, bir yönüyle cinsellik taşıdığına inanıyorum, ki hayatı kitaplardan olduğu kadar yaşananlardan öğrenmeye meyilli iseniz bu gerçek kaçınılmaz olarak yakanıza yapışıyor. Okulda ilk günümde ilk teneffüs ziliyle birlikte dışarıya bahçe adı verilen ve benim şimdi bina dışı olarak adlandırabileceğim toprak zeminli bir alana çıktık. Henüz arkadaşım yok, tek başıma dolaşıyorum. Okul binasının ‘L’ şeklinde bir köşesi var ve sınıfımızdaki bir kaç kızın bu köşede toplandığını fark ederek merakla oraya yöneldim. O da ne? Kızlar yaklaştığımı görünce köşede ne olup bittiğini anlamamam için iyice birbirlerine sokularak bir çeyrek daire halini aldılar ve bu yetmezmiş gibi kara önlük eteklerini elleriyle iki yana açarak ve dizlerinin üstüne çökerek benim köşeyi görmemi tamamen engellediler. Küçük aklımla kızların davranışının nedenini zar zor gördüğüm manzaraya dayanarak anlamaya çalıştım ve anladığım, onların okuldaki ilk günlerinde beceriksizce saklamaya çalıştıklarının, köşede çömelip çişini okul tuvaletine kadar tutamayıp oracıkta yapıveren bir kız öğrenci olduğuydu. Beni asıl hayrete düşürenin olayın kendisi olmayıp yaşıtım olan kızların işemek için saklanmak zorunda kalmalarıydı. Bu bana çok saçma geldiği için de, işin içinde bir sır olduğuna ve bu sırrın kızların doğasıyla yakından ilişkisi olduğuna inandım. Ailenin tek çocuğu olarak, bende belli belirsiz bir korku ve merak uyandıran gizemli grup davranışının nedenini o günler içinde anlayamayacağımı sezmek, sonraki günlerde kızlarla arkadaşlığımda üstüme bir çekingenlik duygusu getirdi. İlk kamusal alan deneyimimdi ve şanssızdım.
Yıllar sonra, çok arzulamama karşın, başka bir kamusal alan olan sırlarla dolu edebiyat dünyasına adım atmanın korkusu, ilk zamanlar bana yazma konusunda görmezden gelemeyeceğim bir engel oluşturdu. Yazarlar, editörler, yayıncılar, okuyucular ve eleştirmenler dünyasının gizemine uzaktım ve uzun bir süre, okuyucu kalmakla yazmak arasında gelgitler yaşadım. Çocukluğun ve gençliğin olduğu kadar daha birçok şeyin katili olan zamanın bu tür inanç, korku ve duyguları da öldürdüğünü küçüklüğümden beri ironik bir sevinçle gözlemlediğimi söyleyebilirim.
90’lı yılların sonunda, bir arkadaşımın hastalığına kanser tanısı kondu. Geleceğinin belirsizliğiyle bir gün bana, kendisine ruhen ne olduğunu anlamadan ölmek istemediğini söylemişti. Gücünün önemli bir kısmını hatırlamak fiiline harcıyordu. Anlamak, –inanmanın aksine– acılı bir süreçtir; ödülü de yaşamaktır. Onunla ara sıra haberleşmekten mutluyum.
Yaşayamadan ölmekten daha korkunç olan şey, anlayamadan ölmektir; edebiyatın varlığının bunun önüne geçmek olduğuna inanıyorum. Şairin şu dizelerini hepimiz biliriz:
“Sıkı sıkı sarıl bana cennette / belki o da geçicidir.”
Belki de şair, yaşadığımız dünyayı kalıcılaştıran edebiyata sıkı sıkı sarılmamızı öğütlüyor.
Nazmi Özüçelik