Her çocuğun güzel olduğunu ben de onaylıyorum. Ama şunu söylemeden edemem, ben bir başka güzelmişim. Fotoğraflarımı her çıkardıklarında kendi çocukluğuma, o güzelliğe hayranlıkla bakıyorum. Bu Narkisos’un suya bakışından daha farklı. Bu sanki geçmiş zaman aynasına bakmak, geçmişteki kendine hayran olmak ve şimdiyi yeniden yaratmak gibi. Yıllarca bu fotoğraflar ve anlatılan çocukluk hikayeleriyle verdiğim savaşı yeni, şimdi fark ediyorum. Belki de zafere en yaklaştığım anda.
Çocukluktan ve çocukluğa dair anılardan bağımsız bir benlik yaratılmayacağını elbette biliyorum. Ama ortaya çıkan bu ben, o küçük şeytanla ilan edilen bir savaşın sonucuymuş. Bu şeytanı bir yılan gibi aklıma sokan ve bir daha cennete girmemi engelleyen tanrı kesinlikle annem. Bana sürekli küçüklüğüme dair anılar anlatırdı. Bir tatil beldesinde, çocuklar için düzenlenen güzellik yarışmasında birinci olma hikayemi birçok kez dinledim. Oradaki herkesin ilgisinin üzerimde olduğunu, tüm gözlerin bana baktığını hatta nazar değmesinden bile korktuğunu anlattı. Birçok kez! Evimizden anneannemin evine yürürken bile insanlar tarafından durdurulup “ne güzel çocuğunuz var”, “bu tatlı çocuk sizin mi?” gibi yol eşkıyalarının yolumuzu kestiğini dinledim. Birçok kez! Berberlerin saçlarımı onların dükkanında kestirmem için girdikleri yarıştan birçok kez bahsetti. Dayımların ve amcamların hafta sonu beni bir yere götürmek için birbirleriyle yarıştığını, hepsinin beni ayrı ayrı sevdiğini söyledi. Çok kez! Bunları yalnızca bana da söylemezdi. Beni bilen teyzelerime, yengelerime, bilmeyen ablalarıma, komşulara herkese, konusu bir şekilde açılırdı. Fotoğrafı görüp beni tanımayan kişiler için ben odamdan çağırılırdım. Her kim olursa, bir fotoğrafa bakar bir bana bakardı ve o an ne kadar aptal bir konumda olduğumu anlardım. Onun yüzündeki şaşkınlık beni birden aynanın karşısına götürürdü. Uzun uzun ve dikkatle kendime bakardım. Mümkün değildi, o fotoğraftaki çocuk kadar neşeli bir hayranlık uyandırmam. Biliyordum.
Büyüdükçe annemin gözünde değersizleştiğimi düşünmüş olmalıyım. Böyle olmalı ki ilkokul yıllarında yapılan yıl sonu müsameresinde alfabenin ilk harfi olmak için repliğimi hemen ezberlememin açıklaması bu olmalı. Öğretmen tüm harflere ait replikleri sınıfa dağıttığında, “kim hangisini ezberlerse o olur” dedi. Ardından “A harfi sahnenin en önünde olacak ve diğerleri arkadan çıkacak” diye ekledi. İşte o saniye kâğıdı elime aldığım gibi “A ben olayım öğretmenim” dedim. Sonra başladım. “Alfabenin ilk basamağıyım. Anne, ata benimle başlar. Uzanır merdivenimin ayakları dünyadan aya kadar.” O yaşlarda bir şeyi hemen ezberlemek kolay olmasa gerek. “Aferin. Tamam sen A ol dedi.” Bana bunları yaptıranın ne olduğunu şimdi anlıyorum. Bu, ismimi şimdiye yazdırma duygusu. Yeni fotoğraflar değil, yeni anlatılar oluşturma isteği.
Tüm yaşamımı anın içinde var olabilmeye, geçmişi unutturmaya çalışmam lise yıllarında da devam etti. Etmiş…
Lisede ilk olarak tiyatro kulübüne katıldım. Orada birçok oyun sahneleyip binlerce kişinin karşısına çıktım. Taktir edilip alkışlandım. Ama bu hiçbir zaman başrol oynayan oyuncu kadar olmadı. Ben ne kadar başarılı bir performans sergilesem de sahnede en çok duran, en çok konuşan oyuncu, en çok alkışı alıyordu. Her yeni proje okumalarında, başrol olabilme ihtimalim içimi gıdıklasa da asla güldürmüyordu. Ama bu şansım üniversiteye gittiğimde değişti. Dahil olduğum topluluğun başrol oyuncusu o dönem mezun olmuş ve gitmişti. Var olan boşluğu direkt benimle doldurdular. Bu rolde kendimi göstermek için gecemi gündüzüme katarak çalıştım. Kendimce başardığımı da düşünüyorum. Gösteri gecesi oyun başlamadan şehrin valisi çıkıp konuşma yaptı. Ardından oyun başladı ve bitti. Fuaye alanına gittiğimde tüm ilginin üzerimde olmasını beklerken gördüğüm manzara şaşırtıcıydı. Herkes valinin etrafında çember oluşturmuş, onunla sohbet edip gülüşüyorlardı. Oyuna davet ettiğim sınıf arkadaşlarım tebrik ettiler. Çok beğendiklerini söylediler. O akşam beni avutan tek şey onlardı. Eve döndüğümde annemi arayıp valinin bile beni tebrik ettiğini söyledim. Yarın odasında ağırlamak istediğini bile söylemiş olabilirim.
Son sınıfta bölüme yeni gelen bir hoca dersimize girdiğinde, sınıftaki herkesi tanımak adına, adımızın yanında en son hangi tiyatro oyununa gittiğimizi de sordu. Sınıftan gelen cevaplar hem şaşırtıcı hem onore ediciydi. Çünkü sınıfın neredeyse tamamı birinci sınıfta rica minnetle çağırdığım oyunu izlemişti. Tam üç buçuk yıl başka bir oyun seyretmemişlerdi. Bense senede en az on oyun seyredip yaptığım şeyin tiyatro olmadığına kesin kanaatler getiriyordum. Ömürlerinin sonuna kadar tiyatro sandıkları şey benim oyunum olacaktı. Onlar adına üzüntü ve utanç karışımı bir his içindeydim. Yazık ki o gecenin avuntusu, bu ayak takımının, sanattan anlamayan andavalların alkışlarıydı. Çok daha öteye geçmeliydim. Bir şeyleri birileri için yapmak, birilerinin taktirini istemek, bunlar çocukça ve ahmakçaydı. Tiyatroda işler zaten bozulmaya başlamış, belediye yaptığımız oyunları oynamamıza çeşitli bahanelerle izin vermiyordu. Sanatın siyaset karşısında el pençe divan duruşu, sadece sanat yapabilmek adınaydı. Ve buradan da sanat çıkması zordu.
O tatlı çocuğu yenmenin başka bir yolunu aramaya başladım. Ama bunun hiç farkında değildim. Göz önünden uzaklaşmak istiyor, sanatın gücüyle dünyanın değiştirilebileceğine hala inanıyordum. Ve yazmaya başladım. Yıllarca okudum ve yazdım. Taklit ettim, yazdım. Dönüştürdüm, yazdım. Sadece yazdım ve kimsenin okuyup beğenmesi için değil, gözlerinden ne düşündüğünü anlamaya çalışabilir miyim, demeden, aynalardan korkmadan yazdım.
Bu akşam prömiyer var. İlk kez yazdığım oyun sahneleniyor. Oyun, eşsiz bir güzelliğin dünyaya gelmesiyle başlıyor. Bunun o eski fotoğraflardaki çocukla bir ilgisi olabileceğini şimdi fark ediyorum. Ve o tatlı küçük sincabı yenmenin tek yolunun akıldan geçtiğini anlıyorum. Elveda güzellik. Merhaba dünya.
Burak Şentürk
ah şu valiler