
Onu sakız sardunyaların arasından gördüm. Sevgilim, “Oraya bu saksıları asmayalım, evde kedi var, sürekli pervazda dolanıyor,” demişti. Dinlememiştim.
Kedi temkinli hayvandır, kolay kolay düşmezdi. Düşermiş. Bana kalırsa açık pencereden firar edip kendini lodosa teslim eden tüldü nedeni veya kesin suçlu arıyorsak lodosu işaret edebiliriz. Çünkü lodos olmasa, tül dışarıya kaçmayacak, kendisini engin denizlerde şişip şişip dalgaları yaracak güçte yelkenli bezi gibi hissetmeyecek böylelikle yarı kör kedi pervazda usulcacık yürürken onun karşısına çıkıp korkmasına neden olmayacak dolayısıyla kedi, dengesini kaybedip düşmeyecekti.
O esnada kendimi tam şezlong sandalyeye bırakmıştım. Aylardan temmuzdu, hava sıcak, bira soğuktu ve lodos getireceği baş ağrısına rağmen şahaneydi ki kedi düştü. Sakız sardunya saksılarından kırmızı olanına tutunmak istedi, başaramadı. Kedinin düşüşüyle beraber “Ben yapmadım, benim suçum değil!” demem bir oldu. Evde dört kişiydik, diğer üçü kediye mi koşsunlar, benim ani ve gereksiz çıkışıma veremedikleri anlam nedeniyle yüzüme bön bön baksınlar mı, bilemediler…
Öyle demiştim, tam olarak aynı cümleyi kurmuştum. Aylardan cüceydi, hava soğuktu, ben ve kardeşim avluda hemen merdivenlerin başında bekliyorduk. Kardeşimin kafasında yanları pomponlu, pembe renkli yün bere vardı. Bir yaşında ya vardı ya yoktu. Yürüyebildiğine göre yaşını geçmiş olabilir, dengesiz yürüdüğüne göre yaşını çok fazla geçmemiş olabilir. -bunu hep çok düşündüm, her zaman…- çünkü onun yaşının kaç olduğunu bilirsem kendi yaşımı hesaplayabilirim; aramızda sadece dört yaş olduğuna göre… henüz beş olmalıyım veya altıya yakın ama asla yedi değil.
Ellerimi, boyu boyuma gayet uygun olan duvarda gezdiriyorum. Yüzey pürüzlü. Parmaklarım, minik engebelerin üzerinde ilerliyor, bu nedense hoşuma gidiyor. Duvarın tatlı pürüzünü, parmaklarımın üzerinde takıla takıla ilerleyişini bugün bile hissedebiliyorum. On parmağımının onu da oradaydı, duvarın yüzeyinde. Sonra kafamı çevirdim. Gürültülü değildi düşüşü; üzerinde peluştan beyaz palto vardı. Onun kar tanesi yumuşaklığında ve sessizliğinde yuvarlandığını gördüm. Sadece gördüm.
“Hayır,” dedim, “ben yapmadım. Benim suçum değil!”
Babamdan çekinirdim, öyle sevdiğini gösterebilen adamlardan değildi, sevmediğinden değil nasıl sevileceğini bilmemekten, babasız büyümüşlükten.
Top gibi, hem de işinde başarılı bir top gibi yuvarlanmıştı kardeşim. Toplam sekiz basamağın her birinde az süre durmuş, yuvarlanmaya devam etmiş sonunda sırtüstü kalmış, hacıyatmaz gibi olduğu yerde debelenmeye başlamıştı.
Babam kahraman gibi fırladı yanına, tosundan hallice küçük kızını kucakladı, elleri titreyerek sağını solunu yokladı, koca kafasını öptü. “Arabaya! Arabaya!…” diye bağırdı.
Arabada, sürekli aynı soruyu sordu, “Neden ittin kardeşini, neden?”
Giderek kısıldı sesim, “Ben itmedim, dokunmadım bile, ellerim duvardaydı, itmedim ben. İtmedim. Ellemedim bile…”
Uzun, dar koridorda ilerliyorduk; bir tarafında yüksek pencereler, diğer yanı aralıklarla dizili banklar. Banklardan birinde yaşlı, başında kasketi ile bir adam oturuyor sanki az evvel birini kaybetmiş de, hangisi olduğunu bulmaya çalışır gibi parmaklarını sayıyordu… Babam en önde, kucağında sımsıkı sarıldığı kardeşimle koşar adım ilerliyor, kardeşim; düşerken, düştükten sonra değil de hastanaye girince başladığı ağlamasının dozunu giderek arttırıyor, annem ve kendisinden önde giden şıpşıp terlikleri hemen arkalarında koşuyor… ben epey geride takipte, ilk defa geldiğim hastene ve o koku…
Alacakaranlık konulu filmlerde olurdu ya hani, her ne hikmetse tam o an, o ânı anımsadım. Kıpırdamaya çalışıyor, çalıştıkça keskin ilaç kokusunu daha çok hissediyor, gereksiz anıları hızla çağırıyordum; insan kendini üzmeye programlanmış olsa gerek… Bu koku, bu beyazlık ve bu dingin ölüm sessizliğini arada bir bozan, yaşam ünitesi aletlerinin çıkardığı bip bip sesi. Ayılırken bipleyen aletleri kumru sanmış, saymıştım tek tek; bir iki üç… yediye varmamıştı, varsa yaz gelmiş demekti. Babaannem öyle derdi, sabahları kumrular yedi kere guklarsa yaz geldi demektir.
Sonra bahsettiğim alacakaranlık filmi sahnesine açtım gözlerimi, açmakta hayli zorlanarak. Anestezi böyle bir şeymiş demek; kirpiklerinizin her birine çakıl taşı bağlanmış gibi, bağlanmış da kör düğüm olmuş gibi… Tam karşımda yuvarlak, metal saat; sekizi mi on geçiyor, onu mu sekiz geçiyor, hangi sekiz, hangi on? Puslu havada iz isürmek gibi saati anlamak…
İki adam ve bir kadının sesleri birbirine karışıyor, “Pek gençmiş yahu…!” “Bir, iki ,üç deyince.” Hop. Havada çarşafın üzerindeyim; bulutların üzerinde zıplayan çocukluğumun Heidisi gibi… Hop. Öbür yatağa. Kadının elinde bir poşet. Poşetin içinde sarımtırak sıvı içinde yüzen bir kitle… Yarı kör kedinin gözleri gibi, ilk geldiği günkü gibi.. Kedinin gözü o sıvının içinden çıkarılmıştı, memem bu kitleden dolayı alındı; demek felaket için illa ki sarımsı bir şeyler olacak.
Tanının konulduğu gün de sarıya kesmişti şehir, nedeni hazan mevsimi… bulvarın iki yanında kalın gövdeleri, devasa yaprakları ile çınarlar, çamlar, arada dutlar… karışık. Yazın yemyeşil gölgeleri ile huzur içinde gezmemi sağalayan kutlu, ulu ağaçlar kurumaya başlayan yapraklarını, arada bir esen rüzgâra kurban veriyor; birer ikişer salıyordu caddenin dört yanına ama kupkuru değil, sarı ama az nemli… ondan dolayı bastığımda o çıtır çıtır sesler işitilmiyor. Keşke işitseydim yaprak kırılmasının seslerini. Çocukluğumdan beri ne çok severim! bir yere toplanmış kuru yaprakların üzerinde ileri geri yürümeyi; çıtır, pıtır… Her seferinde fırından yeni çıkmış üzümlü keki anımsatır.
Yine öyle bir mevsimde, okul dönüş yolunda, kuru yapraklara basıp basıp epey oyalandıktan sonra girmiştim eve, buram buram salınıyordu kekin kokusu. Kek, mutfak masasının üzerinde duruyordu, yanında bir bardak süt. Her ikisi de çeyizlik peçetelerle örtülü. Önce bir güzel karnımı doyurmuş, ondan sonra bulmuştum notu, yatağımın üzerinde. Büyük ihtimalle aç acına okumama razı gelmemiş; önce karnım doysun istemiş, kekle kandırmıştı. Derme çatma yazısını ilk o zaman görmüştüm, son o zaman gördüğüm gibi, annemin yazısı benimkinden bile kötüymüş diye düşünmüştüm ilk.
“Başımı alıp gidiyorum, babana söyle seni babaannene götürsün, kardeşin zaten orada. Beni aramayın.”
İlk terk ediliş böyle olunca sonrakiler hiç koymuyor insana, hastanede yatarken onu düşünmüş; annesizliğin ebedî hüznünü, mememin boşluğuna tütün gibi basıp ağlamamıştım. Kedinin düşüşünden tam üç ay sonraydı. Ağlamayı hiç sevmem.
Ayşe Başak Kaban