“Kötü filmler sizi koltuklarınıza çiviliyor. Sizi rehin alıyor. Her şey ekranda ve hepsi de yoruma kapalı, nasıl hissetmeniz gerektiğini size yönetmen söylüyor. Işıkların yanmasından sonra birkaç dakika içinde ise her şeyi unutuyorsunuz ve kendinizi aldatılmış hissediyorsunuz.”
Abbas Kiyarüstemi, “Sinema Dersleri”

2008 yılında, yirmili yaşlarımın hemen başındayken, üç yıldır kör-topal devam eden ilişkimin bitmesiyle bir çeşit bunalıma girmiş, bir ay içerisinde neredeyse 12 kilo kaybetmiş; tabiri caizse ruh gibi gezer olmuştum. Yaşadığım sıkıntıyı kontrol edemediğimden bir an gülüyorsam, bir an sonra ağlamaya başlıyor; içimdeki boşluğun ruhumda depremler yarattığını hissediyordum. Düşünceler girdabı beni en ufak fırsatta yakalıyor ve behemehal dibe doğru çekmeye başlıyordu; hatırlıyorum, o dönem acıktığımı dahi açlıktan elim ayağım titremeye başladığında fark ediyordum. Şimdi geriye dönüp günceme o dönemde yazdıklarıma baktığımda, bu tuhaf acının altında ezildiğimi; çamura batmış bir araba gibi, çıkmak için gaza bastıkça patinaj çekip daha da dibe gömüldüğümü görüyorum. Günce tutmanın tuhaflığını, bilhassa o dönemlerde yazdıklarımı okuduğumda anlıyorum: Artık o çocuk değilim; ama o çocuğun dertlerine bütünüyle yabancı da değilim. O çocuğa hak vermiyorum; ama onun neler hissettiğini, zihninin derinliklerinde yaşadıklarını anlayabiliyorum.

Geçmiş, biraz da, yaşanan olayların damağımızda bıraktığı tattır. Küçüklüğümüzden itibaren biyoloji derslerinde öğrendiğimiz dört temel tatla geçmişimizi tasnif ederiz: Bazı olayları hatırlamak canımızı acıtırken, bazıları suratımızı ekşitir. Kimi anılarımızı anlatmak yaramıza tuz basmakla birdir; kimileriniyse yıllarca ballandıra ballandıra, tatlı tatlı anlatır dururuz.

Mîna Urgan, anılarını kaleme aldığı Bir Dinozorun Anıları’nda yakından tanıdığı iki büyük şairin kendi üzerinde yarattığı intibadan dem vurur:

“(Ahmet Haşim) ara sıra beni iyi bir lokantaya yemeğe götürürdü. Midesine düşkündü. Ama Yahya Kemal gibi obur değil, gerçek bir ‘gourmet’ idi. (…) Lokantada yerken, bir yemeğin neden lezzetli ya da neden lezzetsiz olduğunu bana açıklardı. Şiiri ondan öğrendiğim gibi, güzel yemeklerden haz almayı da ondan öğrendim.”

Urgan’a göre Haşim, gözlerinden fışkıran zekasının ışığıyla güzelleşen, hayattaki nüansları fark eden ve fark ettiren; yeteneğini şiirlerine, dehasını ise kişiliğine koyan bir gourmetdir; oysa Yahya Kemal, hadi biraz yumuşatalım, usta olmasına usta; ama büyük şair olamamış bir şikemperverdir!

unnamed

Yaşarken, Zenon’un hareket paradoksundaymışçasına hiçbir yere gitmediğini, hep yerinde saydığını sandığımız “zaman”, bize fark ettirmeden ağır ağır akar; tattığımız acılar, ekşi de olsa bizim bağın koruğu diyerek arşivimize aldığımız hikâyeler, hayatımızın tuzu biberi olan tartışmalar ve tatlı uykularla geçirdiğimiz öğleden sonralar çeşitlenir. Damak tadımız geliştikçe, tasnif yeteneğimiz artar; zamanla, o anıların neden öyle bir tat bıraktığı üzerine düşünür; anılarımızı, artık bir şikemperverin karnını doyurma gayesiyle masadaki her şeyi peşi sıra ağzına atmasındaki çiğlikle değil, bir gourmetnin her bir lokmanın tadına varmasındaki, dilindekinin derinliğini kavramaya çalışmasındaki olgunlukla tartmaya başlarız. Anılarımızın derinliğine dalmaktan çekinmezsek, hasta yatağında İstanbul’un değişik kaynaklarından gelmiş sulardan birer yudum alıp nereden geldiğini bilecek bir damak keskinliğine erişen Haşim gibi, bir yaşam gourmetsi oluruz.

Peki, şimdi burada yüz yıllık bir sıçrama yapalım ve 1908 yılına gidelim. Kimyager Kikunae Ikeda, duyumsadığı; ancak acı, tatlı, ekşi ya da tuzlu diyerek tasnif edemediği bir tat keşfeder ve adını umami koyar. Koyar koymasına ama tüm dünyanın bu yeni tadı kabul etmesi için neredeyse 80 yıl geçmesi gerekecektir. Nedir umami? Vedat Ozan, umamiyi kalın kontur çizgileriyle şöyle tarif eder:

Umaminin diğerlerinden farkı şu: Tatlıyı, tuzluyu, acıyı ve ekşiyi tek başına tattığınızda da anlamlı bir şey olabiliyor, onu tanımlayabiliyorsunuz; ama umamiyi tek başına tanımlamakta zorluk çekiyorsunuz. Dolayısıyla, tek başına çok fazla anlamlı olmasa da diğer temel tat ve aromalarla birleştiği zaman bir çarpan etkisi yaratıyor. Aldığınız haz duygusu, umami varken katlanarak büyüyor.

Fermente peynirlerde, anne sütünde, mantarlarda, domates salçasında, ketçapta o çarpan etkisini; umamiyi buluruz.

İlkgençlik, duygularımızın yaşadıklarımız üzerinde, ketçap misali, umami etkisi yaptığı bir dönemdir. Öylesine dalgalı deniz bir dönemden geçeriz ki, ufacık olaylar bile duygularımızı patlatır; hayatı dev aynasında görürüz: Her şey olduğundan daha büyük, daha sancılı, daha zor, daha karmaşık, daha şiddetli, daha acılı veya daha kahkahalıdır. Sanki bir Yaşar Kemal romanındaymış gibi, coşkuyla, destansı bir büyüklükle yaşarız hayatı; bir fincan kahveyi höpürdeterek içmemiz tâ Fizan’dan duyulur, kulağımıza çalınan bir dedikodu içimizde büyüyerek sayfalar boyu devam eder; arkadaşımızın bir mesaja yanıt vermemesi onları defterden silmemiz için yeterlidir; hayattaki en büyük mutluluk o sınavda başarılı olmaktır. Sevdiğimiz bir gruba, yazara veyahut tuttuğumuz takıma edilen bir lâf, sanki bize edilmiş bir küfür gibidir; behemehal savunmaya geçer, değerlerimizi müdafaa ederiz. Dalgalı deniz haleti ruhiyetimiz yüzünden, bir gün kendimizi bütün dünyayı fethedecek, yerinden oynatacak güçte hissederken bir başka gün cılız bir karınca misali, en ufak kuvvetin altında ezilir; korkak bir kedi gibi, ilk “Pist!” dendiğinde kaçacak delik aramaya başlarız. Yıllar sonra geriye dönüp baktığımızda bu halimiz bize komik gelir; gelişen damak tadımız sayesinde, o zaman umaminin çarpan etkisiyle dilimizin kendinden geçtiğini; duygularımızın her bir yanımızı uyuşturduğunu fark ederiz. Yaşadıklarımızı, fast-food zincirinden aldığı hamburger menüsündeki patates kızartmalarını, üzerine bol ketçap sıkarak yiyen bir çocuk gibi tüketiriz; bir yandan bunun zararlı olduğunu bilir, bir yandan bundan gizli gizli, sinsice bir keyif alırız. Geçen yıllarla birlikte bu lezzet de bize çocukça gelmeye başlar.

Peki, tekrar 2008’e gidelim. Aslında yaşadıklarım, tatsız bir olayın ilkgençliğin son demlerinde cereyan etmesinin tezahürüydü; her şeyin bir umami etkisiyle yaşandığı, küçücük bir kırıntının bile muazzam bir anlam taşıdığı bir dönem, benim için böyle kapanıyordu; ruhumdaki depremler de, oluşumuna devam eden yumuşak yer kabuğunun, üzerinde biriken stresle kırılmasından başka bir şey değildi. İlkgençliğin yavaş yavaş gençliğe dönüşmesinin neticesi olan bu kırılmalar bir yandan canımı yakıyor, bir yandan da yerkabuğunun stresini atmasını; hadi yalın bir dille konuşayım, kişiliğimin oturmasını sağlıyordu. Bugün geriye dönüp o günleri düşününce damağımda umamiyle büyümüş acı-ekşi bir tat kaldığını hissediyorum. Bu tuhaf haleti ruhiye, yaklaşık üç ay kadar sürmüş; 2008’in sonlarına doğru hayatımdan çıkıp gitmişti. 2009, benim için, yoğun tatlardan yorulmuş damağımın nadasa bırakılması demekti. O güne dek mutfağımda umamiyi yoğun bir şekilde kullanmış; neredeyse her yaşadığıma bir çimdik umami katmıştım; ancak bunu, ucuz bir fast-food mutfağındaki malzemelerle yapmıştım. Şimdi, yeni bir mutfak kurmam gerekiyordu.

nuri-bilge-ceylan-dirensanat-malatya-flm-festival

Nuri Bilge Ceylan bir söyleşisinde “Özellikle benim kuşağımda sinema daha büyülü bir şeydi ve hepimizin hayatında etkili bir şeydi. Nasıl yaşayacağımızı, doğruları, yanlışları ya da kendimiz hakkındaki bilgileri biraz sinemadaki kahramanlardan öğrenirdik; onlarla özdeşleşirdik.” der. Kamera, kadrajına aldıkları ve kadrajından attıklarıyla bir gerçeklik inşaa eder. Endüstriyel sinema, bize bu gerçekliği o denli dayatır ki, zamanla onu, gerçekten daha gerçek kabul eder; hayatımızı, farkında olmadan, bir Hollywood filminin protagonisti gibi yaşamaya başlarız. Bu, sinsice, zaman algımızı da değiştirir; hayatın doğrusal bir çizgide aktığını tefekkür eder, her daim geleceğe yetişmeye çalışan bir tren gibi yaşarız. Başımıza gelen kötü olaylar, bir Hollywood filminin protagonistinin başından geçen kırılmalardan ibarettir ve aynı onun gibi, tüm bunları aşacağımızı; hayatımıza “ve sonsuza kadar mutlu yaşadı” cümlesiyle devam edeceğimizi düşünürüz; oysa zaman, çoğu kez, doğrusal değil dairesel bir döngü çizer: Tekrar zorluklar yaşarız, tekrar mutsuzluklar olur, tekrar acı çekeriz, tekrar bazı şeyler her şeyin tuzu biber olur, tekrar yaşadıklarımız karşısında suratımızı ekşitiriz.

Ünlü romancı John Fowles, modern roman tekniklerinin klasik anlatı ile birleşmenin harikulade bir neticesi olan Fransız Teğmenin Kadını’nın 45. bölümünde okuru şaşırtan, aynı zamanda gülümseten bir numara yapar: Bir önceki bölümde, protagonistimizi, yaşadığı olayları atlatmış, nişanlısıyla evlenmiş, yedi çocuklu başarılı bir iş adamı olarak bırakırız; ancak Fowles, bir sonraki bölümde, kameranın önüne geçer ve yarattığı bu gerçekliği bizzat kendi elleriyle yıkar: Şimdi, bu romanı tümüyle geleneksel bir sona bağladığımıza göre son iki bölümde anlatılan her şeyin aslında sizi inandırmaya çalıştığım şekilde gerçekleşmediğini açıklamak zorundayım.” Kendimizi aniden Brechtyen bir tiyatroda hissederiz: Oyuncular toparlanırlar ve sahnenin farklı bir şekilde cereyan etmesi için derin bir nefes alırlar, yönetmen herkesin önüne çıkıp özrünü diler ve her şey olmasa da, bazı şeyler yeniden başlar. Anlatıların aksine hayat, “ve sonsuza kadar mutlu yaşadı” cümlesi ile devam etmez.

2009’un ocak ayı, benim için yeni bir başlangıç demekti; ama bir Hollywood protagonistinin aksine, bu dönem “ve sonsuza kadar mutlu yaşadı” cümlesiyle devam etmedi: Üzüldüğüm, ağladığım, şansıma küfrettiğim, kırıldığım, mutsuz hissettiğim, acı çektiğim, yaşananların her şeyin üzerine tuz biber olduğu, suratımı ekşiten şeyler de oldu; ancak bugün geriye dönüp baktığımda, 2009’un Ocak’ından 2010’un Haziran’ına kadar olan bu bir buçuk yıllık dönem, damağımda bir tatlı huzur bırakıyor. Bugün, en yeni anısının üzerinden neredeyse 10 yıl geçmiş, artık huzurbuçuk diye andığım bu dönemle ilgili neden böyle düşündüğümü tartmaya; Ahmet Haşim gibi, o dönemin benim için neden o denli özel, güzel ve huzurlu olduğunu anlamaya çalışıyorum.

Yılmaz Erdoğan’ın Sen Hiç Ateş Böceği Gördün mü?” oyununun protagonisti Gülseren ile onunla röportaj yapmaya gelen haberci arasında şöyle bir diyalog geçer:

– Hiçbir şeye benzemez, biliyor musun?

Ne?

– Bir şeye inanmanın tadı…

O günleri bu denli huzurla anmamın esas sebebi, sanırım, bir şeylere inanmanın o hiçbir şeye benzemeyen güzellikteki tadını almamdı. İnancın tadı da, aynı ilkgençlikte duygularımızın yaşadıklarımız üzerinde yaptığı gibi, her şeyin üzerinde bir umami etkisi yapar; o, sanki her şeyi biraz daha tatlı hale getirir. Yaşanan acılar bile, sanki, inanılan şey uğruna olduğunda, daha bir tatlı gibi gelir. Huzurbuçuğu benim için bu denli özel kılan inanç üzerine düşünüyorum da; neydi her şeyi tatlandıran o inanç?

0000000238308-1

Murathan Mungan, sinema üzerine denemelerini derlediği Kullanılmış Biletler’deki Seyretmenin Hatırası” isimli yazıda şöyle der:

“Gördüğümüz filmlere ve sinemalara ilişkin anımsadıklarımızın çoğunun çocukluk ve gençlik dönemlerine ilişkin olması boşuna değildir. Yalnızca belleğimizin değil, hayallerimizin ve ümitlerimizin de taptaze zamanlarıdır; hayatımız seyrettiğimiz filmler gibi olsun isteriz. Seyrettiklerimizden öğrendiklerimizle içimiz belirsiz bir geleceğe kamaşır. Onlar yalnızca birer film değil, ümit etmenin de hatırasıdır. Bu nedenle yalnızca o filmleri değil, gençliğimizi de özleriz.”

Benim için Stanley Kubrick’in 2001: A Space Odyssey”ini izlemek, biraz öyledir: İlk defa huzurbuçukta izlediğim bu filme geri dönmek, primatların kavgasını izlemek, gökyüzüne fırlatılan kemiğin uzay aracına dönüşmesini görmek, uzay boşluğunda ağır ağır dolaşmak, o günleri bana geri getirir. Yalnızca izlediğimiz filmlere değil; gençliğimizde okuduğumuz kitaplara, dinlediğimiz müziklere, çektirdiğimiz fotoğraf karelerine, içtiğimiz biralara, namütenahi meyhane sohbetlerine, astığımız derslere, geçtiğimiz finallere, kendimize bile itiraf etmekten korktuğumuz kıskançlıklara, kimi zaman baldan tatlı olan öfkelere, umami çarpanıyla büyüyen ümidin tatlılığı siner. Yıllar sonra bu anılara geri dönüp baktığımızda yüzümüzde beliren mütebessim ifadede, yalnızca burnumuza çalınan naftalin kokusu değil; aynı zamanda damağımızda duyduğumuz bu tatlı ümidin nefaseti de bulunur.

Bugün kafamı huzurbuçuğa çevirdiğimde, damağıma bir tatlı huzur çalınmasını sağlayan inançta en çok, gençliğe özgü o köksüz ama saf ümidin tadı öne çıkıyor. O yıllarda, yani yirmili yaşlarımızın başında, büyük bir içtenlikle, atımızın terkisindeki ümitle dünyayı fethedeceğimize inanırız. Küçüklüğümüzden beri büyük bir hasretle beklediğimiz dümene geçme zamanı artık gelmektedir; senelerdir planladığımız, gerçekleşmesi için geminin kontrolünün başına geçmemiz gerektiğini düşündüğümü şeyler, günbegün yaklaşırlar. İstikbal açık, diye düşünürüz. İstikbalimizi yapacaklarımız şekillendirecektir; öyle ya, her şey bizim elimizdedir! Kendi kaderimizi çizeceğimizi ve bunu yaparken de, izlediğimiz filmlerdeki protagonistler gibi, zorlukların üstesinden bir bir gelip destanlar yazacağımızı; tıpkı kadim metinlerdeki kahramanlar gibi, yapacaklarımızla kendi adımızı kendimizin koyacağını tahayyül eder ve buna bütün saflığımızla inanırız. Hadi kabul edelim, bu inancımızı paylaşmayan herkes, bize biraz aptal gelir. Bizde iz bırakan her şey, biraz da bu inancın umamisiyle çoğalır. O yaşlarda büyüklerle konuşmak moral bozmaktan başka bir şey değildir. Gençliğin hayatımız üzerinde derinlemesine bir umami etkisi yaratan saf ümidi, sanki kimsenin bilmediği bir sırrı içimizde taşıdığımızı hissettirir. Bizim inancımıza bıyık altından gülen kişilere istikbalde günlerini göstereceğimizi düşünerek kızarız. Bu inanç uğruna çektiğimiz ızdırapların bile kendince bir tatlılığı vardır. İyi bir protagonist gibi, tüm bu acıları, filmin sonunda yaşayacağımız uçsuz bucaksız mutluluk için yaşadığımızı düşünürüz. Onlar hikâyeyi güçlendirmek, destanımızın değerini yükseltmek için başımıza gelirler; tevekkülle değil, içimizde hissettiğimiz inancın ateşiyle atımızı üstlerine süreriz. Hayat, bize dil çıkaranlara günlerini göstereceğimiz hikâyenin yazılacağı beyaz bir kağıt gibi önümüzde durmaktadır ve biz, kaderimizi elimize alışımızı bir modern destancı ağzıyla yazacağımıza; ilkgençliğin aksine, ayakları yere basan hayaller kurduğumuza inanırız.

Heyhat ki, yıllar geçtikçe çoğu kez, kurduğumuz hayallerin gökkuşağı misali davrandıklarını fark ederiz: Biz ne denli onlara koşarsak koşalım, bir türlü onlara yetişemeyiz; hayallerimiz, uzaktan seyretmeyi sevdiğimiz veya yalnızca belirli bir mesafeden seyredebildiğimiz ancak hiçbir zaman dokunamayacağımızı anladığımız soluk renkli gökkuşaklarına dönüşürler: Herkes, günü gelince kaderine râzı olur. Büyümenin biraz da uzlaşmak anlamına geldiğini tevekkülle kabul ederiz. Hayat, her bir karesi hesaplanmış ucuz Hollywood filmleri gibi değildir; kimi zaman sıkıntıdan patladığımız, kimi şeyleri yorumlayarak kendimizce yollar bulmaya çalıştığımız; bizi zorlayan, başından huzur içinde kalkamadığımız; hülasa, ekseriyanın bilet alıp gitmekten imtinâ edeceği bir filmdir. Kabul edelim; pek çoğumuz, böyle filmler izleyen arkadaşlarımızı züppe bulur; entelektüel görünmek gayesiyle, pek sıkıcı filmleri yücelttiklerini düşünür, hüzünle uzun uzun uzaklara bakan insanları izleyip pek çok anlam yükledikleri üzerine türlü şakalar yapar; oysa hayat, çoğu kez, tam da o sıkıcı filmlerdeki gibidir. Bizse ekseriya, bize 1 saniyede 24 yalan söylemeyi tercih eden filmleri tercih ederiz; onlara inanmak, bize daha tatlı gelir. Yaşımız ilerledikçe, kendi derinliklerimize dalmaktan korktukça, böyle filmlere daha da sarılırız çünkü onlar, gençliğimizdeki ümidi, o ümidin canlılığını bize geri getirmeseler de, kendimizi geçici bir süre de olsa protagonist sanmamamızı “ve sonsuza kadar mutlu yaşadı” cümlesinin gizli öznesi olmamızı sağlarlar. Kiyarüstemi gibi, sinemada sıkılmayı göze alanlar ise kendi derinliklerine doğru bir yolculuğa çıkarlar; zira sıkıldığımız anlar, aynı zamanda büyüdüğümüz anlardır. Arşivimiz genişledikçe, damak tadımız geliştikçe, içimizdeki Haşim konuşmaya başlar: Yaşadıklarımız, gördüklerimiz, acılarımız, hüzünlerimiz, kahkahalarımız, hüzünden veya mutluluktan damıttığımız gözyaşlarımız, bağımızın ekşi korukları, yaramıza bastığımız tuzlar; sinemadaki koltuğumuzda sıkılırken, dev ekranda hüzünle uzun uzun uzaklara bakan insanların yaşadıklarını anlayıp tasnif edebilmemizi sağlar. Hayatımızın derinliklerine doğru yol alırız.

Getty_2001Space-1200x630-e1439944867346

Bugün, güncelerimi açıp o dönemde yazdıklarıma baktığımda, bir Hollywood protagonistin aksine, yine umutsuzluklar, öfkeler, kırgınlıklar yaşadığımı görüyorum; ancak aşınan olaylardan müteşekkil hafızam, bir şekilde o günleri bana getirdiğinde damağımda baskın bir tatlı huzur hissediyorum. Hayatı, farkında olmadan, hayallerimi gerçekleştireceğim beyaz bir kâğıt gibi gördüğüm, yaptığım küçük şeylerin ileride büyük neticeler vereceğine dair köksüz ama dürüst, tadı başka hiçbir şeye benzemeyen o inancı içimde yeşerttiğim günleri özlüyorum. Huzurbuçuğu behemehal yanıma getiren 2001: A Space Odyssey”i arada açtığımda, sonsuz uzay boşluğundaki bu görkemli macera saatlerce sürsün istiyorum. O günleri düşünmek, damağımda o huzuru hissetmek, bana acı değil hüzün veriyor. Huzurbuçuğa geri dönmek düşüncesini değil, o günleri anmayı seviyorum. Artık hayatımı bir Hollywood filminin protagonisti gibi yaşamıyorum; zamanın, Zenon’un paradoksunun aksine, tepelerden aşağı koşan vahşi bir at hızıyla akıp gittiğini her geçen gün daha da içten hissediyorum. Yine de huzurbuçuğa dönüp soluk renkli bir gökkuşağına dönüşen hayallerimi düşünmek, sükut-u hayale uğramanın bedbinliğini değil, sükûnete ermenin huzurunu hissettiriyor. Bir gourmet olamasam da, en azından, hayatı bir şikemperverin çiğliğiyle de tatmıyorum. Dört baskın tadı kendi arasında tasnif edebiliyor; kimi zaman elimin ayarını kaçırsam da, umamiyi mutfağımda daha kontrollü bir şekilde kullanabiliyorum.

Belki bir gün, Haşim’in hasta yatağında kaynak sularının nereden geldiğini ayırt etmesini sağlayan damak keskinliğine de sahip olurum. Hem belki de, gençlik hayalleri, hayal olarak daha güzeldir, kim bilir…

Deniz Kıral