Adsız
Gül İnce Beqo

Artık kaçış yoktu. Yolun yarısına gelmeme üç sene kalmıştı, kalan diğer yarısı artı üç yılı da dişçiye gitmeden tamamlamamak için hiçbir sebebim yoktu ancak işler beklediğim gibi gitmeyecekti anlaşılan. Kendimi bildim bileli her gün -en az- üç kez dişlerimi fırçalarım, diş ipi kullanırım zira dişlerim çok sıkıdır ve ağız bakım suyu ile ağzımı düzenli olarak çalkalarım. Sol alt çenemdeki üç kanallı azı dişimin çürüyerek enfeksiyon kapmasını engellemek için gereken her şeyi yapmama rağmen ben, o mağrur delikanlı, gecenin ikisinde çaresizce ve şaşkınlıkla ‘hakikaten direk beyne vuruyormuş’ derken buluyordum kendimi. Teori, ağzımın içinde sinsice pratiğe dönüşüyordu. Üstüste içtiğim ağrı kesiciler işe yaramıyordu. Aklıma hiç olmayacak lokman hekim reçeteleri geliyordu. Berelenmiş alna sürülen, ağızda güzelce çiğnenmiş ekmek içi. Böyle zeytini çekirdeğiyle ezeceksin, burkulan yerin üzerine sürüp üzerini sıcak bezle saracaksın. Yok, olmadı. Yatağın içinde bağdaş kurmuş oturuyordum, azıcık bükülsem dişimdeki zonklama vücudumdaki tüm sinirlere yayılıyordu. Bir şey yapmalıydı, evet bir şey bulup bu işe, en azından sabaha kadar, son vermeliydi, ama ne? Rakı! Tabii ya! Peki aklıma birdenbire geliveren bu tavsiyenin bana bir faydası oldu mu? Pek tabii hayır, zira ben alkol kullanmıyorum. Neden kullanmıyorum, çünkü sağlığıma dikkat ediyorum. Peki kullansaydım, şu an sağlığıma kavuşmamla, geçici bir süre için bile olsa, aramda bir engel kalacak mıydı? Hayır. Evet, ben bu hayatta hep yanlış seçimler yapıyorum. Alkolle aramdaki mesafe diş ağrımı arttırıyordu ve ben, batı tıbbının her türlü imkânını kullanmış ve karşılığını alamamış bir şekilde kendimi ilaçsız doğu tedavisinin ellerine teslim etmek zorundaydım. Öylece bekleyerek, başım ellerim arasında acımı kontrol etmeye, ona hükmeteye çalıştım. Olmadı. Acı, benden ve kendisine hükmetme arzumdan kudretli çıktı.

Sabah yediye kadar dayanabildim. İşe gitmek için köprüyü kullanacağını bildiğim arkadaşlarım çoktan uyanmıştı. O saatte bana istediğim bilgiyi verebileceğinden emin olduğum üç kişi belirledim. İlk ikisi cevap vermedi. Çaresizce telefon rehberimde son şansım olan Semih’in numarasını arıyordum. Sonunda buldum, cevap vermesi için dua ederken, Semih’in boru gibi sesiyle ‘Günaydın adamım, hayırdır bu saatte?’ demesiyle kendime geldim.

“Semih, hani sen geçen bir dişçiden bahsediyordun, kimdi o söylesene allahaşkına!”

“Deme! Dişin mi tuttu? Hay Allah bee! Dur, dişçi Lale’yi diyorsun, cebimden numarasına bakayım, iki dakika sonra arayacağım ben seni, dur.”

“Acele et Semih, ne olur.”

“Tamam adamım, tamam dur.”

Sonunda dişçinin numarasını almıştım. Eveeet, Allah’ım daha ararken bile içim bir hoş oluyor. Ben dişçiye nasıl gideceğim?

“Alo, merhaba beyefendi, ben Lale Hanım’dan çok acele bir şekilde randevu almak istiyorum.”

“Lale’den mi?”

Telefondaki adamın sesinden gülümsediğini anlayabiliyordum. Ne vardı bu dediğimde gülecek?

“Yanlış mı aradım beyefendi? Dişçi Lale Hanım’ın muayenehanesi değil mi?”

“Evet, evet, yani bir nebze. Ne zamana lazımdı randevu?”

“Çok acil, mümkünse hemen.”

“Madem öyle buyrun gelin efendim, bekliyorum.”

Kapıyı telefona cevap veren adam açmıştı, sesinden tanıdım. İlk defa erkek sekreter görüyordum. “Merhaba” dedim “Lale hanımla bir randevum vardı, demin aramıştım.”

“Lale’yle benim kaç senedir randevum var biliyor musun sen,” dedi, sıcacık bir gülümseme eşliğinde. “Gel içeri, gel!” Muayenehaneye gelen bir hastayı değil de evine gelen eski bir dostu karşılar gibi kolumdan şöyle hafifçe iteledi beni içeriye doğru. Ben ki, bizim mahalle bakkalına bile sizli bizli hitap ederim, bu adamın samimiyeti karşısında nedense hiç rahatsız olmadım. Buna tek sebep, çenemi oyan diş ağrısını bir an önce dindirmek isteği değildi, bu adamın yüzünde benim içimi ısıtan yumuşacık bir gülümseme vardı.

“Laleli’den değil, Lale’den dolayı dişçi Lale derler bana”. Hop diye, bir lokma ekmeği ağzında hiç çevirmeden yutar gibi söylemişti bu son cümleyi, tekerlemeyi ya da.

“Tamam” dedim. Ne dediğini anlamamıştım belki ama ne demek istediği gün gibi ortadaydı. Kendimi rahatlamış bir şekilde koltuğa bıraktım. “Cem Baba, bir de Lale olmadan çalışamam ben. Artık kusuruma bakmayacaksın” dedi, müzikçalara bir kaset koydu. Yanlış görmüyordum, mp3 değil, cd bile değil, bayağı bayağı kaset dinliyordu.

İki dudağından, bir gerdanından bi’ datmak isterim, sakın reddetme

Ağzım burnum uyuşmuş bir şekilde bu garip sandalyede rahatladıkça rahatlıyordum. Cem Baba, ki ben şarkıcıları böyle baba, üstat gibi sıfatlarla anmaktan hiç hazzetmem, bi’ datmak isterim diyordu, o öyle dedikçe nedense benim burnuma dedemin misket üzümlerinin kokusu geliyordu. Anestezi iyi gelmiş, diş ağrımı falan unutmuştum, misket üzümleriyle tatlı tatlı uyuşuyordum. Matkap sesini andıran sesler eşliğinde, elleri ağzımın içinde, yüzünün yarısını kaplayan maskesinin arkasından, sanki uzun zamandır bana, özellikle bana anlatmak istiyormuş gibi, anlatmaya başladı. O an, benim dişçi Lale’nin hayatına girip bir daha çıkmayışımdır.

“1971’in Mayıs ayında gördüm ilk defa Lale’yi. Ben on sekizimdeyim, o da on altısında daha; etli butlu, balık gibi kız. Tutayım dersin elinden kayar gider. Öyle güzel de değil ha, çirkince hatta ama havası var. Bir havası var ki sorma. Lale diyorsun, ağzında isminin tadı kalıyor. Lale diyorsun, burnuna kokusu geliyor. Bir gören daha da unutmaz, o kadar. Bak bana… Bir elbise vardı o gün üstünde, yünden, kahverengili, sarılı böyle alacalı bulacalı bir elbise. Vay anasını demişim. Aşık oldum. O zamanlar moda, ilk bakışta aşık olacaksın, başka şansın yok. Herkes mütemadiyen aşık oluyor, açık hava sinemalarda bütün aşklar ilk bakışta doğuyor. Biz kızla aynı okuldayız, benim bakışlarımın farkında, biliyorum, ben baktıkça süzülüyor, böyle bir nazlar. Sinemaya davet edeceğim, nasıl etsem bilemiyorum, Ali diye bir kızın filmi gelmiş diyorlar, efsane bir aşk filmi. Oraya götürmem şart. Neyse punduna getirip soruyorum, tamam diyor, gül kokan bir gülümseme ile. İlk gördüğümde aşık olmuştum, tomurcuk tomurcuk gülünce bir baktım ki sevmişim. Filme gittik, çok güzel diyenlerin Allah canını alsın. Başroldeki kız filmin sonunda hastalanıyor, ölüyor, ben ağla babam ağla, kız ölüyor ben Lale’nin kolunu sıkıyorum, o da gitmesin diye. Lale ise bana gül koka koka gülümsüyor. O gece birbirimizi çok sevdik, ben onu güldükçe, o beni ağladıkça. Ama sanki bir şey kırıldı içimde o gece, ağlaya ağlaya bir şeyleri kırdım ikimizin kaderinde. O kadar korkmasaydım bir şey olmazdı belki. Çok korktum ama, öyle böyle değil, onca sevdiğin birinin ölmesi fikrinden o gece çok korktum. Korktukça da kendime doğru çektim zaar.”

Uyuştukça hassaslaşıyordum. Utanmasam ben de ağlayacaktım. Aşk sürdükçe bitiren, bittikçe süründüren bir illet değil miydi? Değilmiş demek. Öyle olmayanı da varmış demek. Bu adam Lale’yi yokuş aşağı koşar gibi seviyordu. Üstüne basa basa, önüne çıkanları ite kaka, ayaklarını yere vura vura, ve pek tabii düşe kalka. Ah ben de sevsem böyle.

O gün karar verdi ki kanal tedavisi gerekiyormuş dişime. Eğer iltihaplanmaya devam etmezse üç veya dört seansta bitermiş. Devitalize olmuş zaten dedi, ölmüş yani. Bazen ölüyorsun ama işte yaşamaya devam ediyorsun, dedi sonra. Haklısın dedim, kendim geldim aklıma. Haklısın dedim.

Bir hafta sonraya randevu verdi, gene Laleli’de, Lale muayenehanesinde. Sol tarafım hafif uyuşmuş şekilde yürüdüm Laleli’den Çapa’ya, aklımda Aşk Hikayesi. Ali ölmeseydi Lale ölür müydü?

O bir hafta uzadı da uzadı. İşyerinde ofis arkadaşlarımın anlattığı Nevizade maceraları hepten bayat gelmeye başlamıştı. Bir sonraki Çarşamba gelsin ve ben gene gideyim istiyordum.

Bir hafta sonra kendimi gene o garip sandalyede bulmuştum. İlkin dişinin bir filmini çekelim dedi, neredeyse üçüncü filmdi bu. “Niye bu kadar çok film çekiyoruz?” diye sormuş bulundum. “Altını üstünü iyice görmemiz lazım,” dedi “gözün görmediği yerlere iner bazen mikrop, bakarsın görmezsin ama alttan alta yer dişin içini. Parası için diyorsan takma kafana sen, filmler benden” dedi gülerek. “Yok, öylesine sordum” dedim ben de, uzun zamandır anneme bile gülümsemediğim gibi gülümseyerek.

Ağzımda sürekli fokurdayan ve tükürükleri emen küçük bir boru eşliğinde diş köküme, küçük, minyatür kılıçlar sokuyordu. Normalde kanal tedavisinin düşüncesi bile beni bayıltmaya yeterken şimdi burada olmaktan garip bir keyif duyuyordum.

“Yemekteki acı biber gibidir benim Lale,” dedi birden, “hani baksan, arasan tabağın içinde göremezsin ama ağzını burnunu yakar ya, onun gibi işte.”

“Anlamadım, nasıl ağabey?”

Çok ilginç, Lale’sinden başka hiçbir konuda fikir sahibi olmadığım ve hiç tanımadığım bu adama içimden gele gele, hep söylemek istediğim şekilde “ağabey” demiştim. O zamana kadar hiç kimselere yakıştıramadığım o ağabeylik mertebesine bu adam işte bu kadar kısa bir zaman içinde yükselmişti. Hepi topu ikinci seansımdı, ama ağzımdan bir anda çıkan bu ‘ağabey’deki samimiyeti ve güveni birileri hissetse bizi yıllardır tanıyor, dahası, hakikaten ağabey-kardeş olduğumuzu sanabilirdi. Neydi peki bu ağabeyi diğer tanıdığım adamlardan farklı kılan? Bir şey vardı onda, ille de beni ona kardeş hissettiren bir şey. Çok düşündüm, yalnız onda olan şeyin ne olduğunu anlamak için; onun gibi kıvırcık saçlı bir sürü insan tanıdım, saçları değildi beni ona kardeş eden, kaşı gözü, eli kolu, hepsi şu ana kadar tanıdığım adamlarınkiyle birdi. Sürekli bu beyaz-açık yeşil önlükler içinde gördüğümden giyim kuşam tarzı da olamazdı aramızda kurulan ani yakınlığın sebebi. Böyle gözle görülmez, elle tutulmaz bir şey olmalıydı, bir hâl, ya da bir hissiyat, Lale gibi belki, baksan göremezsin ama ağzını burnunu yakar ya. İşte bu! Tabi ya, nasıl da düşünemedim! Onu bana abi yapan şey Lale’ydi. Daha doğrusu Lale’ye duyduğu özlemdi. Bu zamana kadar birini bunca özleyen birine hiç rastlamamışım demek. Ne garip, o Lale’den uzaklaştıkça ben ona yakınlaşıyordum. Benim gibi –vay ağabeyim, müdürüm, kardeşim ya da devrem gibi hitap sözcüklerini, yerinde ve gereken tonlamayla kullanmayı beceremeyen– birine bile içinden gelerek, tam da denmesi gerektiği ağırlıkta “ağabey” dedirten bir nostaljiydi bu.

O ise benim bu ilklerimin farkında bile değildi. Keyifle anlatmaya devam ediyordu.

Böylece bir seans daha bitti. Gene bir hafta sonraya randevu verdi ve ben gene sol tarafım uyuşmuş şekilde yürüdüm Laleli’den Çapa’ya. Otobüs duraklarında boy boy afişler asılıydı, rengarenk. Kocaman harflerle İSTANBUL’DA LALE ZAMANI yazıyordu. Gülümsedim, sol yanım hariç yüzümün her yeriyle doyasıya gülümsedim.

“Bugün artık dolgunu yapacağız” dedi. Tedavim bitmişti. Cem Baba çalıyordu içerde, bi’ datmak isterim diyordu. Anlaşılan hoşgeldin ve güle güle şarkısıydı bu. Ben de hoşgelmiştim ve güle güle gitmesini bilecektim.

“Bu sefer uyuşturmayayım, bir tek dolguyu yerleştireceğiz” dedi. Yok, dedim, uyuştur lütfen, acıdan korkarım ben. Ağlamaklı olmuştum, gözyaşımı taa genzimde hissediyordum. Bu da nesi, insan diş tedavisi bitiyor diye ağlar mı?

Reddedersen beni, sebep olursun, kıyarım canıma kanlım olursun

“Bazen ne geliyor biliyor musun aklıma” dedi, karşıma oturmuş dişime yerleştireceği dolguyu hazırlıyordu. “Gideyim diyorum, şurdan bir dolmuşa binip 1971 durağında ineyim.” Gülmüyordu bunu söylerken, gülümsemiyordu bile.

“De mi ya!” Ne dediğini anlamamıştım ama ne demek istediği gün gibi ortadaydı. 1971 dolmuşu nereden kalkar ki? Çenem titremeye başlamıştı. Ene kona ağlayasım geliyordu. Daha fazla bir şey söylemek istemiyordum, bir konuşsam, o zamana kadar ağlayamadağım her şey için bir seferde bağıra bağıra ağlamaktan korkuyordum. Dişimi uyuşturan ilaç azıcık şu içimi de uyuştursa. O da bir süre bir şey söylemedi. Sonra elindeki beyaz dolgu hamurunu masaya bıraktı, eldivenine yapışan minik parçaları temizledi, ayağa kalktı, eldivenleri çıkarıp elini elimin üstüne koydu, izin ister gibi “hakikaten ben gidip bir bakayım nerden kalkıyor şu dolmuş. Hem şimdi İstanbul’da Lale zamanı” dedi. Müziğin sesini iyice açtı, kapıya doğru yöneldi, gitmeyecek herhalde derken, gitti. Cem Baba’ya rağmen, ayağındaki galoşları sürükleye sürükleye merdivenlerden indiğini duyabiliyordum. Maskesini bile çıkarmamıştı yüzünden. Bense, biraz daha yaklaşsa ağzımın içine girecek olan ışığın ortasındaki metal yerden kendimi görüyordum. Uzanırdan çok yatar pozisyondaydım. Ağzımı daha rahat açabilmem için yanağımın iki tarafına küçük metal ‘ağız açıcı’lardan yerleştirmişti. Ağzımın içinde tükürükleri emen minik hortum hor hor çalışıyordu, ağzım dilim kurumuştu iyice. Bu mekanik sese Cem Karaca eşlik ediyor, son ses bi’ datmak isterim, sakın reddetme diyordu. Bu sefer daha da güzel söylüyordu ya da uyuşturucudan kafam güzelleşiyordu ve her şey olduğundan tatlı gelmeye başlamıştı. Bilmiyorum. Sonra birden keşke ben de aşık olsam böyle diye düşündüm, dişçi koltuğunda, ağzım açık, kafam hoşça beklerken, onun bir daha geri dönmeyeceğini bile bile beklerken. Onu değil belki de sevmeyi beklerken. Nisan 17’si olacak herhalde, bir Cuma günü, Laleli’de, rutubetli bir dişçi muayenehanesinde, öylece uzanıp, taş çatlasın on yedisinde, etli butlu, çirkince, ama havası olan bir kıza aşık olmayı bekledim. Çok seveyim istedim, durup durup istedim, bi’ datmayı istedim, Lale gibi çirkince ama havası olan bir kızı. İstemesin beni başta ki ben de ona bak kıyarım canıma, kanlım olursun diyeyim istedim. Sonra ölsün istedim, Lale gibi belki, ölsün ve ben de yavaş yavaş delireyim istedim. Onu biraz da deli halimle severdim; “önemi yok birader” derdim Lale’den sonra gelen herkese, seninki gibi tok sesimle, “bu film benden sana gelsin”. Sonra birdenbire, en olmayacak ya da belki en olması gereken anda, o ana dek film ısmarladığım herkesi arkamda bırakıp giderdim. Babacan, aşk illetinden anlayan bir şoförün dolmuşuna binip 1971 durağında inecek var abicim derdim. Yazlık sinemaya götür beni, o geceye götür, tamam Ali ölsün gene ama ben öyle ağlamayayım oldu mu, derdim.

Gül İnce Beqo