Haruki Murakami 1949 yılında Tokyo’da doğdu ve Tokyo yakınlarında yaşıyor. Eserleri elliden fazla dile çevrildi ve aralarında Franz Kafka Ödülü ve Kudüs Ödülü’nün de olduğu bir dizi uluslararası ödüle layık görüldü. Ayrıca, Liege Üniversitesi ve Princeton Üniversitesi tarafından eserlerine hürmeten Murakami’ye fahri doktora unvanı verildi.
Mieko Kawakami 1976 yılında Osaka’da doğdu ve 2006 yılında edebiyat dünyasına adımı atmadan önce kariyerine şarkıcı ve söz yazarı olarak başladı. 2007 yılında yayımlanan ilk novellası My Ego, My Teeth, and the World Akutagawa Ödülü’ne aday gösterildi ve Yeni Genç Yazarlar İçin Tsubouchi Shoyo Ödülü’nü kazandı. Kawakami ertesi sene Breasts and Eggs’i kısa novella olarak yayımladı. Eser, Japonya’nın en prestijli edebiyat ödülü Akutagawa Ödülü’nü kazandı ve meşhur yazar Yoko Ogawa’nın övgülerine mazhar oldu. Kawakami aynı zamanda Heaven ve The Night Belongs to Lovers romanları ile yakın zamanda genişletilen ve İngilizce yayımlanacak ilk romanı Breasts and Eggs’in de yazarı. Japonya’da yaşıyor.
Mieko Kawakami: Kumandanı Öldürmek’teki Mariye Akigawa karakterini merak ediyorum. Ne kadar stresli olduğu, kimliğinin göğüsleriyle bu kadar bağlantılı olmasından anlaşılıyor. Diğer romanlarınızdaki genç kadınlarda böyle bir durum yoktu. Dance Dance Dance’teki Yuki veya Zemberekkuşu’nun Güncesi’ndeki May Kasahara gibi karakterlerle kolaylıkla bağlantı kurabiliyorum.
Aklıma May Kasahara’nın “ölünün yoğunlaştırılmış bir parçası… esnek bir sinir yumağı, bir top gibi”[1] dediği sahneyi düşünüyorum. Kahraman tartışmasını bir kenara bırakırsak, May roman boyunca kendine zarar vermek ile başkalarına zarar vermek veya kendi ölümü ile başkalarının ölümü arasındaki bulanık ayrımla ilgili inanılmaz etkileyici şeyler söylüyor. Muhteşem bir düzyazı. Bir kız olmanın nasıl bir şey olduğunu çok iyi yansıtıyor. Bu bölümleri çok seviyorum. Yuki ve May göğüsleri veya bedenleriyle ilgili fazla konuşmuyorlar. Ama Kumandanı Öldürmek’teki Mariye…
Haruki Murakami: Göğüslerine takılıp kalmış gerçekten. Neredeyse takıntı gibi bir şey.
MK: Tabii ama sizce biraz fazla takılıp kalmamış mı? Birinci şahıs anlatıcıyla, daha önce hiç tanışmadığı bu adamla yalnız kaldığı an ağzından çıkan ilk sözler “Sence de göğüslerim çok küçük değil mi?” gibi bir şey oluyor. Bunu çok şaşırtıcı buldum. Bu göğüs takıntısı nereden geliyor?
HM: Pek bir yerden geldiğini söyleyemem. Sadece böyle hisseden kızlar vardır diye düşünüyorum.
MK: Peki Mariye ile anlatıcı arasındaki boşluk ne olacak? Mariye ona göğüsleriyle ilgili sorular sormaya başladığında anlatıcının nasıl yanıt vermesi gerektiği konusu sizi hiç zorladı mı?
HM: Ne demek istediğinizi anlıyorum. Fakat Mariye’nin anlatıcıya göğüsleri hakkında ne düşündüğünü sorması onu aslında bir erkek olarak görmediğini gösteriyor. Mariye için o cinsel bir obje değil. Bu da diyaloglarının içgözlemsel yönünü veya felsefi niteliğini güçlendiriyor. Mariye anlatıcıdan böyle bir ilişki istiyor. Bana Mariye bir süredir bu tür şeyleri sorabileceğini birini arıyormuş gibi geliyor. Genel olarak ifade edecek olursak, birinin gözünde cinsel objeye dönüşme ihtimaliniz varsa işe göğüslerinizin büyümediğinden veya meme uçlarınızın ne kadar küçük olduğundan bahsederek başlamazsınız bence.
MK: Söylemek istediğinizi anlıyorum ama ben aslında tam tersi olasılığı düşünmüştüm. Yani Mariye, anlatıcının kendisine cinsel bir gözle bakması için konuşmaya bu şekilde başlıyor. Ama siz bu durumun aralarındaki herhangi bir cinsel gerilim havasını ortadan kaldırdığını ve etkileşimlerinin felsefi yönünü güçlendirdiğini mi söylüyorsunuz?
HM: Evet. Bunun bir sonucu olarak da Mariye ile anlatıcı arasındaki diyalog, romanın itici güçlerinden biri haline geliyor. Etkileşimleri hikayeye yeni bir bakış açısı kazandırıyor.
MK: Başka şekilde ifade edilecek olursa, bu diyalog bize durum başka türlü olsa okuyucu için bir nevi gizem olmayı sürdürülecek anlatıcının kişiliği ve davranışları ilgili daha fazla bilgi sunuyor.
HM: Doğrudur. Anlatıcı, on iki yaşında bir kızın, yanında göğüsleriyle ilgili konuşmaktan çekinmeyeceği türden biri. Öyle bir kişiliği var.
MK: Bu da beni romanlarınızdaki kadınlarla ilgili bir diğer soruya getiriyor. Eserleriniz üzerine konuşulurken sık sık açılan bir konu. Kadınların nasıl betimlendiğini, onlara atfedilen rolleri düşünüyorum.
Kadın arkadaşlarım bana sık sık “Haruki Murakami’nin kitaplarını bu kadar seviyorsun da kadınları betimleme şeklini nasıl temize çıkaracaksın?” derler. Hikayelerinizdeki kadın betimlemelerinde rahatsız edici bir şeyler olduğunu düşünerek söylerler bunu. Hem erkek hem kadın bazı insanları irrite ediyor bu.
HM: Gerçekten mi? Nasıl?
MK: Mesele karakterlerin gerçekçi olup olmamalarının veya “gerçek hayattaki kadınları” andırıp andırmamalarının ötesinde. Daha ziyade oynadıkları rollere ilişkin. Mesela daha önce de bahsettiğimiz gibi kadın bir çeşit kahin işlevi görüyor, yani kaderin bir aracı olarak hareket ettiriliyor.
HM: Sizi elinizden tutup bir yerlere götürüyor.
MK: Kesinlikle. Kahramanda bir metamorfozu tetikliyor. Birçok durumda kadınlar dönüşüme açılan kapılar veya dönüşüm fırsatları olarak sunuluyor.
HM: Tabii, [kitaplarımda] böyle unsurlar olduğunun düşünülmesini anlayabiliyorum.
MK: Bu dönüşümlerde seks bilinmeyen bir aleme giden yol varsayıldığı sürece heteroseksüel kahramanla karşı karşıya kaldıklarında kadınların seks partneri rolünü oynamaktan başka bir seçeneği olmuyor. Konuya belirli bir açıdan bakıldığında bence çoğu okur, kadınların sırf kadın oldukları için her zaman bu duruma düştüklerini, aşırı seksüel bir rol oynamaya zorlandıklarını öne sürecektir. Bununla ilgili ne dersiniz, duymayı çok isterim.
HM: Anladığımdan emin değilim. Gerekenden fazla bir rol derken demek istediğiniz…?
MK: Yalnızca cinsel bir işlev yerine getirmek için var olan çok sayıdaki kadın karakterden bahsediyorum. Bir yandan olay dizisi, kaynaklar ve erkekler söz konusu olduğunda eserlerinizdeki hayalgücünün sınırı yok ama aynısını erkeklerin kadınlarla ilişkileri için söylemek mümkün değil. Bu kadınların kendi başlarına var olmalarının imkanı yok. Ve her ne kadar kadın kahramanlar veya hatta yan karakterler görece bağımsızlıkları sayesinde bir nebze kendilerini ifade etme fırsatı buluyorsa da kadınların erkek kahramanlar uğruna feda edilmesi şeklinde süregelen bir eğilim söz konusu. Yani soru şu: Murakami romanlarında neden kadınlardan bu rolü oynamaları bu kadar sıklıkla isteniyor?
HM: Şimdi anladım, tamam.
MK: Bu konuda ne düşündüğünüzü paylaşabilir misiniz?
HM: Bu çok tatminkar bir açıklama olmayabilir ama bence karakterlerimin hiçbiri o kadar karmaşık değil. Benim odak noktam arayüz veya bu insanların -hem erkeklerin hem kadınların- içinde yaşadıkları dünyayla nasıl hemhal oldukları. Hatta ben varoluşun anlamı, önemi veya çıkarımları üzerinde pek fazla durmamaya çok özen gösteririm. Daha önce de dediğim gibi, ben bireyci karakterlerle ilgilenmiyorum. Bu hem erkekler hem kadınlar için geçerli.
MK: Anladım.
HM: İlk defa 1Q84’te bir kadın karakterle hemhal olmaya bu kadar zaman ayırdığımı söylemek isterim. Aomame, Tengo için çok önemli ve Tengo da Aomame için çok önemli. Yolları bir türlü kesişmiyor gibi gözüküyor. Ama hikayenin odak noktası, birbirlerine doğru ilerlemeleri. Kahramanlar olarak ortak bir statüye sahipler. En sonda da nihayet bir araya geliyorlar. İkisi bir oluyor. Romanın sonuna kadar erotik hiçbir şey yok. Bu anlamda kitap ikisine de aynı oranda bel bağladığı için bence romanın genelinde ikisi eşit.
MK: Daha uzun romanlarınız sıklıkla daha büyük güçlere karşı verilen savaşları işliyor. Zemberekkuşu’nun Güncesi’nde Toru ve Kumiko Okada, Noboru Wataya’ya karşı konumlandırılıyor; 1Q84’te Aomame ve Tengo kudretli bir kötü güçle savaşıyor. Bu iki romanın ortak noktası, erkeklerin bilinçdışı aleminde savaşıyor olmaları.
HM: Bu şekilde ifade edecek olursanız, tabii. Belki de bu olağan cinsiyet rollerinin tersine çevrilmesi meselesidir. Feminist bir bakış açısıyla siz ne düşünürsünüz? Ben şahsen emin olamadım.
MK: Genellikle erkek karakterlerinizin savaşlarını farkında olmaksızın, kendi içlerinde verdikleri ve gerçek dünyadaki savaşı kadınlara bıraktıkları şeklinde bir okuma söz konusu. Örneğin Zemberekkuşu’nun Güncesi’nde yaşam destek sisteminin fişini çeken, Noboru Wataya’yı öldüren ve son kertede bedel ödeyen Kumiko. 1Q84’te ise Lider’i Aomame öldürüyor. Elbette her romana feminist eleştirel gözle bakmak zorunda değiliz ve yazarları kurgu yazmaya yönelten şey fazilet peşinde koşmak değildir ama bu kitaplar feminist bakış açısıyla okunduğunda genellikle şöyle bir tepki veriliyor: “Evet, işte bir erkek kendini gerçekleştirsin diye kan döken bir kadın daha.”
Gerçek dünyada çoğu kadın, kadın olmanın hayatı yaşanılmaz kıldığını deneyimlemiştir. “Aranmakla” suçlanan cinsel saldırı kurbanları gibi. Mesele dönüp dolaşıp kadın vücuduna sahip olduğu için bir kadına kendisini suçlu hissettirmenin, onun varlığını yok saymaya denk oluşuna geliyor. Muhtemelen daha önce hiç böyle düşünmemiş kadınlar da vardır ama toplumun, duygularını bastırmaları için kadınlara baskı yaptığı öne sürülebilir. Bu örüntünün -kadınların erkeklerin kendilerini gerçekleştirmeleri veya cinsel arzuları için feda edildiklerini hatırlatan bir şeyin- bir kurgu eserde kendisini göstermesi işte bu nedenle bu denli yorucu olabilir.
HM: Bence böyle bir örüntü varsa da tesadüfidir. Ben en azından böyle bir düzeni hiçbir zaman kasten oluşturmam. Sanırım bir hikayenin hiç farkında olmadan bu şekilde gelişmesi mümkün. Söylediklerinizi savsaklıyor gibi gözükmek istemem ama benim yazdıklarımda keskin çizgileri olan tasarılar yoktur. Naoko ve Midori’nin bilinçaltındaki ve bilinç seviyesindeki varoluşlarıyla boğuştukları İmkânsızın Şarkısı’nı ele alalım. İki karakter de birinci şahıs anlatıcıyı büyüler. Ve bu durum, anlatıcının dünyasını ikiye bölme tehlikesini ortaya çıkarır. Karanlıktan Sonra da var. Hikayeyi ilerleten neredeyse hepsi kadın olan karakterlerin iradesidir. Yani kadınların her zaman cinsel kahin şeklindeki yan rolünü veya buna benzer bir şeyi oynamanın dışına çıkamadıkları görüşüne katılamıyorum. Olay örgülerini unuttuktan sonra bile bu kadınları içimden atamam. İmkânsızın Şarkısı’ndaki Reiko veya Hatsumi gibi. Şimdi bile onları düşününce duygulanıyorum. Bu kadınlar benim için yalnızca romanım için kullandığım araçlar değiller. Her eser kendi koşullarını gerektirir. Bahane üretmiyorum. Duygularıma ve deneyimlerime dayanarak konuşuyorum.
MK: Söylemek istediğinizi anlıyorum. Bir yazar olarak duygularla neyi kastettiğinizi gayet iyi biliyorum. Aynı zamanda kitaplarınızın bazı okuyucularda neden tartıştığımız gibi bir okuma deneyimi ortaya çıkarmış olabileceğini de anlayabiliyorum.
Söylediklerinizde benim için çok önemli bir nokta var; size göre kadınların cinselleştirilmenin ötesine geçebilecekleri veya bundan tamamen ayrı şekilde var olabilecekleri ve hikayeyi bambaşka bir yöne çekebilecekleri düşüncesi.
HM: Doğru. Kadınların erkeklerden farklı işlevleri olduğunu düşündüğüm doğru. Belki klişe olacak ama kadınlar ve erkekler bu şekilde hayatta kalırlar; birbirlerine yardım ederler, diğerinde olmayanı öbürü telafi eder. Bazen bunun anlamı cinsiyet rolleri veya işlevlerini değiş-tokuş etmektir. Bence kişinin bunu doğal veya yapay, adil veya adaletsiz olarak görmesi kişiye ve koşullarına bağlı. Kişi, cinsiyet farklılıklarının katı zıtlıklar barındırdığını mı yoksa uyumlu bir denge halinde olduğunu mu düşünüyor, buna bağlı. Belki de bu diğerinde eksik olanı telafi etmekten ziyade birbirinin varlığını silmeye kadar gidebilir. Benim durumumda bu karmaşık soruları ele almanın tek yolu kurgu. Olumlu veya olumsuz olmasını talep etmeksizin yapabileceğim en iyi şey, içimdeki bu hikayelere oldukları gibi yaklaşmak. Ben bir düşünür, eleştirmen veya aktivist değilim. Yalnızca romancıyım. Biri bana belirli bir “-izm” açısından bakıldığında eserlerimin hatalı olduğunu söylerse veya üzerinde biraz daha düşünseydin daha iyi olurdu diyecek olursa tek yapabileceğim samimi şekilde af dilemek ve “Özür dilerim” demek olur. Böyle bir durumda ilk ben özür dilerim.
MK: Raymond Chandler’ın romanlarında kadınlar genellikle bir misyon veya erkeğin yerine getireceği bir görevle ortaya çıkar. Okuduklarımızın yazdıklarımız üzerindeki etkisi çok büyük olduğundan, sizin eserleriniz de bir dereceye kadar okuduğunuz romanlardaki kadın tasvirlerinden besleniyor olmalı.
Ama yarattığınız onca kadından bende en çok iz bırakanı kısa öykünüz “Uyku”daki (The Elephant Vanishes, 1993) kahraman. Hem kadınlar tarafından hem erkekler tarafından yaratılan pek çok kadın karakter okudum ama bugüne kadar hiç Uyku’daki gibi bir kadınla karşılaşmadım. Olağanüstü bir başarı.
HM: O öykü The New Yorker’da, esasen Amerika’da tanınmayan bir yazar olduğum dönemde yayımlandı. Okuyanların çoğu “Haruki Murakami”nin kadın olduğunu zannetmiş. Aslında öyküyü bu kadar iyi yazdığım için birçok kadından teşekkür mektubu aldım. Hiç beklemiyordum.
MK: Uyku’da ilk defa bir kadının gözünden öykü yazmıştınız, doğru mu?
HM: Evet, öyle sanırım.
MK: O an ne olmuştu da bir kadın karaktere odaklanmak istemiştiniz? Yoksa kendi kendine mi olmuştu?
HM: O öyküyü Roma’da yaşarken yazmıştım. Tam olarak bir sinirsel çöküşün sınırındaydım diyemem ama Japonya’da kaçak bestseller olan İmkânsızın Şarkısı’na gösterilen ilgi beni epey yıpratmıştı. Canıma tak etti ve başka bir dünyaya kaçmak istedim. Bu yüzden de İtalya’ya gitmek üzere Japonya’dan ayrıldım ve bir süre ortalarda gözükmedim. Biraz bunalıma girdim ki bu da yazmayı imkansız kılıyordu. Ama bir gün tekrar bir şeyler yazma dürtüsü hissettim ve işte o zaman “TV People” ve “Uyku”yu yazdım. Baharın başlarındaydı, hatırlıyorum.
MK: Önce hangi öyküyü bitirdiniz? “TV People”ı mı?
HM: Sanırım önce “TV People” bitti. MTV’de Lou Reed’in bir klibini gördüm ve bana o kadar ilham verdi ki esasen öyküyü bir oturuşta yazdım. Daha sonra “Uyku” için bir kadın anlatıcıya yöneldim. Bu bana o dönemde hissettiklerimi ifade etmenin en iyi yolu gibi geldi. Biraz uzak kalmak istiyordum, hatta belki kendimden bile. Belki de bu yüzden bir kadın kahraman seçtim. Hatırladığım kadarıyla onu da epey hızlı yazmıştım.
MK: “Uyku” büyüleyici bir öykü. Uyuyamamak, ölümün olmadığı bir dünyada yaşamak gibi. O huzursuzluk, bir an bile azalmayan benzeri olmayan gerilim. Kadının varoluşu için mükemmel bir metafor… Herhalde birkaç günde yazmışsınızdır? Kısa öykü olduğu düşünülünce…
HM: Tabii ama son halini vermem bir hafta kadar sürdü.
MK: Ben de Uyku’nun üzerinden cümle cümle gitmek için birkaç günden fazlasına ihtiyaç duymuştum. Daha önce hiç böyle bir kadın okumamıştım. Bir kadın olarak, metinde bir “yeni kadın”la karşılaşmak çok güzeldi. Bir erkeğin yazmış olması ise durumu daha da şaşırtıcı kılıyordu. Uyku’yu okumak benim için muhteşem bir deneyimdi.
Kurgularınızdaki bütün kadın karakterler arasından Uyku’daki kadın benim için diğerlerinden ayrı bir yerdedir. Bu karakteri keşfetmek bir feminist olarak eserlerinizle aramda bir güven hissi tesis etmişti; hem de muazzam bir güven hissi. Esasen bu yazılanlara, kelimelerin kendilerine güvenmek demek… Kadın yazar Grace Paley’nin kısa öykülerini Japoncaya çevirdiğinizi biliyorum, belki bir nevi bağlantı söz konusudur. Kadın karakterleri yaratma şekliniz bakımından.
HM: Pek öyle diyemem. Grace Paley’nin kurgu eserlerini çevirmeye karar verdim çünkü çok enteresan buluyorum. Kadınları nasıl tasvir ettiğinin pek farkında değildim. Uyku’yu yazarken bu koşullarda bir kadının bu durumda olacağını düşünerek aklımdan ne geçiyorsa onu yazdım. Şans eseri anlatıcı kadındı. Bilinçli olarak kadın zihnini keşfetmeye çalışmıyordum.
MK: Bir kadın karakter yaratılırken, erkek veya kadın okurların kadın karakterin inandırıcı olmasına ilişkin beklentilerini karşılamak için kullanılabilecek belirli motifler vardır ama bu öyküde bunların hiçbiri yok.
HM: Akşam arabasını suyun kenarına park ettiği son kısım dışında. O sahnede ana karakterin bir kadın olduğunun son derece farkındaydım. İki adam gece karanlığında bir kadının arabasının etrafını sarıp arabasını sallıyor… Çok korkutucudur herhalde.
MK: Bir erkek için de epey korkutucu olurdu ama belki bir kadın için daha korkutucudur.
HM: Diğer bakımlardan karakteri bir insanı tasvir edecek şekilde, kadın olduğunun pek de farkında olmadan yarattım.
MK: Peki. En azından bana göre onun kadın oluşunu aydınlatan bu mesafe yaratma, insana -çünkü aslında olan bu, kadın karakterin insani yönleri- odaklanma işi. Başka hiçbir yerde böyle bir kadın okumadım. Ne kadar muhteşem bir öykü.
HM: Şimdi dönüp baktığımda ana karakter bir ev erkeği ve karısı da bir kadın doktor veya diş hekimi olsaydı, kocası uyuyamayıp bütün geceyi ayakta geçirseydi ve yemek, çamaşır falan filanla uğraşsaydı da olurdu diyorum. Yine de bazı yönlerden farklı olurdu herhalde.
MK: Bence çiftin bir oğullarının olması önemli. Doğumu yapan kadın. Buna ilişkin farkındalığı da onda babanın tam olarak paylaşamayacağı bir çaresizlik hissine neden oluyor.
HM: Bir de kocasına içerleme var. Bence o tür bir içerleme kadınlara özgü.
MK: İçerlemenin ötesine geçiyor ama orada bir mesele olduğu kesin.
HM: Evet. Bazen ben de evde dolanırken bunu ensemde hissederim. Odaya sızar.
MK: Ben sızmaya razıyım. Çoğu evliliği sel götürür! Evet, baba ve oğulun örneğin kadına el sallamak gibi bir şeyleri benzer şekillerde yaparken betimlenmelerini düşünüyorum. İçerleme açık seçik ifade edilmediği için okuyucu buna adı koyulamayan bir his muamelesi yapabiliyor. Kadının Anna Karenina okuması da güzel bir dokunuş olmuş.
HM: Anna Karenina. Kocaya içerlemenin bir diğer klasik örneği. Belki de Tolstoy da ev hayatında aynı türden gerilimin odaya sızdığını hissediyordu.
MK: Kariyeriniz boyunca birçok kadın karakter yarattınız ama sizce gelecekte kitaplarınızda Kumandanı Öldürmek’teki Menshiki gibi biraz daha gizemli veya bilinmedik, “Ooo bu daha önce yoktu” dedirten karakterlerin kadın versiyonlarının olması mümkün mü? Yoksa sizce kadın karakterler bu mitolojik rolü, daha ziyade faydacı işlevi üstlenmeyi sürdürecekler mi?
HM: Daha öncekilerden farklı yeni karakterler yaratmaya devam edeceğim ki bu elbette kadınlar için de geçerli. Örneğin belki bir yan karakter olan ama bana göre yazdığım çoğu karakterden ayrılan Shoko Akigawa gibi. Onun benim açımdan çok özel bir tarafı vardır. Onunla ilgili daha fazla şey öğrenmek isterim. Sanki yalnızca yüzeyi kazımışım gibi geliyor.
MK: Shoko Akigawa’nın ne okuduğunu bilmek isterdim. Sizce komodininde ne vardır? Eline geçen en acımasızca gerçekçi, nasırlaşmış kitaplar mı? Öğrenmek için can atıyorum. Mesela eline bir kitap alıp otursa o kitap ne olurdu? Kestiremiyorum.
HM: Muhtemelen Üç Krallığın Öyküsü gibi destansı bir şeyler.
MK: Shoko çetinceviz biri, değil mi? Mesela bir kadınla ilk karşılaştığımız zaman bize kadına ilişkin net bir imge sunan baştan aşağı bir betimlemenin olduğu Chandler kitaplarındaki gibi bazı romanlar size kadın karakterle ilgili bütün ayrıntıları verir; saç şekli, kıyafetleri… Sizin romanlarınızda karakterizasyon genellikle kıyafetlerle ilgili ufak ayrıntılarla başlar. Kadın giyimiyle ilgili bilgiyi nereden ediniyorsunuz?
HM: Bir yerden edinmiyorum. Ne düşünüyorsam onu yazıyorum sadece. Zamanımı böyle şeyleri araştırmaya ayırmam. Bir kadın karakter imgesi oluştururken kıyafetleri kendiliğinden oturur. Gerçi şunu söylemem lazım… gerçek hayatta kadın kıyafetlerine dikkat ediyor olabilirim. Biraz alışverişe düşkünümdür.
MK: “Tony Takitani”deki (Blind Willow, Sleeping Woman, 2002) eş, takıntılı bir alışveriş meraklısı, öykünün sonunda da bu yüzden araba kazasında ölüyor. Ne zaman kıyafet düşünse vücudunu bir titreme sarıyor ki ben bu detaya bayılıyorum.
Konuştukça yarattığınız kadın karakterlerin zenginliğini hatırlıyorum. Bence bütün kadınlar tek bir kategoriye girmiyor. Tabii bir kadın karakter yaratmak onu hikaye içinde önemli kılmakla aynı şey değil.
HM: Açıkçası bir örüntü olması düşüncesini anlamıyorum. Romanlarımdaki kadınları bir grup olarak ele alıp konuşabiliriz ama bence onlar eşsiz bireyler ve temel bir seviyede onları erkek veya kadından önce insan olarak görüyorum. Ama bütün bunları bir kenara bırakacak olursak, “The Little Green Monster”daki (The Elephant Vanishes, 1993) kadına ne diyorsunuz? Ürkütücü, değil mi?
MK: Evet, bir de o var.
HM: Kadınlara has gibi gözüken bir tür gaddarlık üzerine kafa yoruyordum. Bu gaddarlık gösteriliyorken hissedebiliyorum ama ona dokunabildiğimi iddia edemem. Cinsiyetler arasındaki farklar konusuna döndüğüm için sıkıntı yaşamak istemem ama bence bu türden bir gaddarlığa erkeklerde nadir rastlanır. Erkekler elbette gaddar olabilir ama bence onlar bunu daha planlı programlı yapar. Size mantıkla veya tam bir psikopat olarak hücum ederler. Fakat kadınların gaddarlığı daha sıradan, her gün karşılaşabileceğiniz bir şeydir. Bazen sizi hazırlıksız yakalarlar. Şaşırtıcı şekilde pek çok kadın okuyucu “Little Green Monster”dan keyif aldı. Ya da belki de şaşıracak bir şey yoktur.
MK: Evet, o öyküyü seven bir sürü arkadaşım var. Kesinlikle benim de favorilerim arasında. Nasıl ifade etsem… Sanki korkunçluk, korkunçluk gibi gelmiyor, bu da okuyucunun onu tamamen normal olarak görmesini sağlıyor. Aşina olunan bir gaddarlık.
Çeviren: Çağla Taşkın
Kaynak: Lithub, 27 Mart 2020
[1] Haruki Murakami, Zemberekkuşu’nun Güncesi, çev., Nihal Önol (Doğan Kitap, 2005).
Sıkı bir sorgudan, ince manevralarla, neredeyse çiziksiz çıkmayı başarmış büyük usta. Şimdilik ceza kesilmeyecek ama bir dahaki sefere bu kadar ucuz kurtulamayabilir.