
Bütün gece uyuyamadı. Sonunda vakit gelmişti. Yataktan kalktı. Musluğu açıp aynaya baktığında kaşlarının arasında dikey bir çizginin belirginleştiğini gördü. Yüzüne değen suyun soğukluğuyla kendine geldi. Tekrar aynaya baktı. “İyiyim” dedi. Büyük gün gelmişti. Odaya döndüğünde çiçeğin olduğu köşede sabaha karşı gördüğü sarı saçlı çocuğu hatırladı. İçi ürperdi. O da neydi? Ateşim çıkmış olmalı, diye söylendi. Belki de rüya. Hızlıca giyindi. Midesi tuhaf bir biçimde bulanıyordu. Kan kokusu gibi. Kapıyı kilitleyerek evden çıktı.
Ağzında hâlâ o iğrenç tat. Adliyenin önündeki koca meydanda biraz soluklandı. Telaşla yürüyen insanlara baktı. Herkesin akıp giden bir hayatı var, diye söylendi. “Benimki neden akmıyor?” Güneş, geceki yağmurdan kalma su birikintilerinde parça parça ışıldıyordu. Kırmızı montlu küçük bir çocuk annesinin elinden kurtulmuş meydandaki güvercinleri kovalıyordu. Çocuğumuz olsaydı şimdi bu kadar olmuştu herhalde. Sarı saçlı çocuk da beş altı yaşlarındaydı galiba. Rüyamda gördüğüm. Ellerine bakmıştı, ben varım der gibi. Avuçları kanıyordu, hayal meyal hatırlıyorum.
Mahkeme salonuna geldiğinde karşılaştılar. Sakin görünüyordu. Yüzünde tanıdık bir şeyler aradı, bulamadı. “Canlanmasından korktuğum hiçbir duygu yerinde yok. Onca acıyı bir yabancı için mi çektim?” diye geçirdi içinden. Gözüne daha bir yaşlı göründü sanki. Uzaktan selamlaştılar.
İşlemler kısa sürede halloldu. Her şey bitmişti işte. “Kendine iyi bak” dedi adam. “Sen de.” Hayalini bile bırakmadan gözden kayboldu. “Gülüşü bir yabancının çalmıştır senden sevdiğini” diye başlayan şiiri hatırladı. Sarı saçlı çocuk rüya mıydı? Deliriyorum galiba. Adliyeden çıkınca kendini meydandaki bir banka bıraktı. Güneş tepedeydi, çevredeki ağaçlardan kuş sesleri geliyordu. Tuhaf bir hafiflik hissetti. Uzun zamandır özlenen şey. Zihnim dün gece yaptığının tersini yapıyor olmalı. Hafıza kaybına uğradım sanki. Karnı acıkmıştı. İyiye işaret. Ayağa kaktı.
Adam meydanın karşısındaki kafede onu bekleyen sevgilisiyle buluşmuştu. Bütün çekiciliğini yitirmiş gibi geldi. Sabahki kadın değildi. Zihninde karısının hayali canlandı. Uzaklaştıkça belirginleşen rengarenk bir hayal.
“Nasıldı?”
“İyi, iyi. Sorun yok. Her şey halloldu.” Kadın uzanıp elini tuttu. Beklediği sevinci bulamamıştı. “Kalkalım artık.” Çantasına uzanıp telefonunu hızlıca içine attı. Telaşlı adımlarla kafeden çıktı.
Adam hesabı ödedi, hiç konuşmadan yürüdüler. Aktarın olduğu köşede, ağacın altında tek başına dikilen beş yaşlarında, sarışın bir çocuk fark etti. Avuçlarına bakıyordu. Kan mıydı o? Tek başına ne yapıyor burada? Kaybolmuş olmalı.
“Ne oldu?”
“Yok bir şey,” dedi, “yanlış gördüm herhalde.”
Emel Çarkçı
Tuhaf hafiflik, varlığımızı adadığımız şeylerle aramıza attığımız düğümler çözüldüğünde gelen… Ne güzel duygudur 🙂
Teşekkürler Asya, sevgiler…
”Ağzında hala o iğrenç tat.”
Böylesi kısa bir öyküde keşke Türkçemizin ”hâlâ” kelimesinin var olduğu gerçeğini es geçmeseydiniz. Ve keşke çok değerli sayfa editörü bu gerçeği gözden kaçırmasıydı. Uzayan öyküler için belki bir nebze ama öykünüz kısacık. Hata götürmez.
Bu büyük hatamız için özür dileriz. Hemen düzelttik. Teşekkürler.