Türkiye’de romanlarıyla bilinen Norveçli yazar Per Petterson, 1987’de yayımlanan ilk kitabı “Aske i munnen, sand i skoa”da (Ağzımda Kül, Ayakkabılarımda Kum), 1960’lı yıllarda ailesiyle Norveç kırsalında yaşayan Arvid adlı küçük bir çocuğun başından geçen geçenleri anlatır. Aşağıda okuyacağınız “Bugün Tanrıya Dua Etmelisiniz” adlı bölüm, kitabın İngilizce çevirisinden (Ashes in My Mouth, Sand in My Shoes) Türkçeye çevrilmiştir.

AshesMouth-1024x555
Bugün Tanrıya Dua Etmelisiniz

Bir sabah öğretmen ilk derse geldi, masanın ardındaki koltuğuna ağır ağır kuruldu, etrafına bakındı ve şöyle dedi: “Tanrıya dua etmelisiniz, bugün muhtemelen bir nükleer savaş başlayacak.”

Boğazını temizledi, soluklandı ve bir kez daha şöyle dedi: “Nükleer savaş.” Gerdanı titredi bunu söylerken, sınıfın üstüne sessizlik çöktü.

Nükleer savaş.

Arvid, evde konuşulurken duymuştu, bunun ne anlama geldiğini biliyordu. Herkes için ölüm demekti bu, işin şakası yoktu.

Ziyaretlerine gelen Rolf amcasının oturma odasından gelen sesi korkulu ve telaşlıydı. Rolf amcası, Ruslardan neredeyse çiftçilerden nefret ettiği kadar nefret ediyordu ve Arvid, konuşulanları fark edilmeden dinlemek istediğinde yaptığı üzere merdivenlerin başına sinmişti. Babası, Rusların zalim olduklarını düşünmüyordu, en azından Rolf amcasının sandığı kadar zalim olmadıklarını düşünüyordu ama tam olarak emin değildi. Emin olmadığı, Rolf amcasının aksine sesi odada çınlamıyor olsa da sesinden belli oluyordu.

Arvid, Küba’nın nerede olduğunu bilmiyordu, coğrafya dersinde daha o konuya gelmemişlerdi, Küba’da neler olup bittiğini de bilmiyordu ama bunun bir önemi yoktu, öyle ya da böyle sonumuz gelmişti, işin şakası yoktu.

Ders bittiğinde eve gitmek üzere yola koyuldu. Teneffüs vakti gelince, sırasına astığı çantasını aldı, kolunun altına sıkıştırdı ve kimsenin bakmadığı bir anı kollayıp oyun alanının oradaki kapıdan sessizce sıvıştı.

O gün dört ders daha vardı ama nükleer savaş başlayacağına göre okulda kalmanın bir anlamı yoktu. Eğer son yaklaşıyorsa, evde annesiyle kalmayı tercih ederdi doğrusu.

Eve ağır adımlarla yürüdü, Elvis’i seven kendisi değil annesiydi ama Elvis etiketli kahverengi çizmelerini giymişti Arvid, üzerinde zikzaklı mavi kazağı vardı ve yazları bile çıkarmadığı beresini takmıştı. Torolf Engan’ın daima taktığı ve herkesin taktığı ucu beyaz çizgili bu bereyi Arvid gözlerine kadar indirirdi çünkü böylesi çok havalıydı.

Korkmuyordu, yalnızca bütün bunlardan dolayı birdenbire çok yorgun düşmüştü, attığı her adım büyük çaba gerektiriyordu, derisinin altında giderek daha fazla, öbek öbek toplanmış gibi hissediyordu bezginliğini, neredeyse parmaklarıyla tutabilecekti ve botları, içlerine kum dolmuş gibi ağırlaşmıştı. Ağlamıyordu çünkü babasıyla konuşup çok ağlamayacağına dair anlaşmaya varmışlardı ama yüzünü kartona dönmüş gibi sert ve kuru hissediyordu, gözlerini kırpıştırmak büyük irade gerektiriyordu.

Her zamankinden daha erken bir vakitte eve vardığında annesi ona tuhaf bir bakış fırlattı ama bir şey demedi. Arvid, bunu gayet doğal buldu çünkü ölmek üzereysen tartışmanın manası yoktur. Annesinin yemek hazırlamamış olması da tuhaftı. Arvid biraz düşündükten sonra ölümü aç acına beklemenin bir faydası olmadığına kanaat getirdi, mutfak masasına çöktü, fıstık ezmesi sürülmüş iki dilim ekmeği bir bardak sütle birlikte hapır hupur mideye indirdi. “Teşekkürler,” dedi ve bundan sonraki dört gün tek bir kelime daha etmedi. Vücudu buza kesmişti, neden hiçbir şey olmadığını anlayamıyordu, neden kimse üzgün değildi. Eskisine dönene ve vücudu çözülene kadar neden bu kadar süre geçtiğini anlamıyordu.

Tanrıya dua etmedi, Tanrıya inanmıyordu ama bazı sınıf arkadaşları dua etmiş olabilirdi. Tavana gözünü dikerek yatağa uzandı ve aşağı kattaki oturma odasında bulunan radyodan duyulan sabah dualarını dinledi. Babasının işe gitmek için evden çıktığını, öğlen eve geldiğini duydu. Akşamleyin annesiyle babasının mutfaktan duyulan atışmalarını dinledi.

Orada öylece, kalkmayı reddederek yattı durdu; sonunda, babası bunun saçmalık olduğunu söylemesine rağmen annesi kaygılandı ve Arvid’i doktora götürdü. Tuhaf bir doktordu, boğazına bakmadı, göğsünü filan dinlemedi, yalnızca konuştu ama sonunda Arvid halen bitkin olmasına rağmen daha iyi hissetmeye başladı ve gün ortasında uykuya yenik düştü.

Per Petterson

Çeviren: Onur Çalı