Jose Saramago’ya
Her şey o kitabı okumamla başladı. Yoğun iş seyahatleri nedeniyle kitaba bir hafta ara vermek zorunda kaldım. Şehrime cumartesi günü döndüm. Pazar günü ev işlerini hallettim, ardından kitabı okumaya devam ettim. Çok az sayfam kalmıştı. Kalanı da sabah işe gitmeden okurum diye düşünerek yattım.
Uyandıktan sonra hazırlandım. Kitabın son sayfalarını okudum. Bitirdiğimde sehpanın üzerine bıraktım. Saate baktım. Her zamanki çıkış saatimi biraz geçmiş. Acele etmeden evden çıktım. Arabama bindim. Oturduğum bölge yapılaşmanın yeni başladığı bir yer. O yüzden fazla kalabalık değil. Bu sayede iş yerine kadar fazla trafiğe girmiyordum. Hareket ettikten bir kilometre sonra trafik ışıkları vardı. Oradaki ışıklara yakalanmadığım bir gün hatırlamıyorum. Yaklaştığım sırada gene kırmızı yandı. Yavaşladım. Durdum. Anlık gözlerimi kapattım. Açtığımda olamaz dedim. Her yer bembeyaz. Görmüyorum. Sis kaplı gibi. Aklıma kitap geldi. Böyle bir şey mümkün müydü. Körlük kitabını okumuştum ve oradaki insanlar gibi bir körlük mü yaşıyordum. Bu, kitabı okuduğum için olabilir miydi. Bu düşünceler arasında gidip gelirken el yordamıyla dörtlü düğmesini bulup bastım. Yanımdan geçenler birkaç korna bastılar ama dediğim gibi trafik yoğun olmadığı için sorun olmadı. Ya da bana öyle geldi. Bilemiyorum. Ne yapmam gerektiğine dair bir fikrim yoktu. Polisi mi aramalıydım yoksa acili mi. Ya da arkadaşımı arayıp sosyal medyadan insanları bilgilendirmesini mi söylemeliydim. Bu yaşadığımı kitaba bağlamak doğru muydu, o an sorgulayamayacağım bir konuydu ama buna neden olanın kitap olduğu düşüncesi baskındı. Nitekim yanılmamıştım.
Ağlamaya başladım. Yanımda bir araba durdu. Kornaya basıyor. Başımı o yöne çevirdim ama bir şey göremediğim için adam ya da kadın ne demeye çalışıyordu anlayamazdım. Kapı kapanma sesini duyduktan sonra bütün kapıları kilitleme tuşuna bastım. Arabama hâkimdim. Zaten çoğu düğmeye gördüğüm zamanlarda bile bakmadan basardım. Camı tıklattı. Azıcık açtım. “İyi misiniz?” dedi kadın. “Çok üzgünüm ama sanırım geçici bir körlük yaşıyorum. Sizinle etkileşime geçmesek iyi olur çünkü bulaşıcı olabilir,” dememe kalmadı. Kadının arabasının hızla uzaklaşan sesini duydum. En mantıklısı sırasıyla polis, hastane ve arkadaşımı aramaktı.
Gerekli aramaları yaptım. Beklemeye başladım. Aklıma radyoyu açmak geldi. Acaba arkadaşım sosyal medyada paylaşmış mıdır, derken, radyoda “Körlük kitabını okuyanlarda başlayan beyaz körlüğün ülkemizde de görüldüğünü az önce öğrendik,” diye haber geçiyordu spiker. Demek ki yalnız değildi. Peki ya, bizim ülkemizde başkaları var mıydı. En önemlisi bu olayın başlamasından çok önce okuyanlarda olmuş muydu ya da o zaman olmadıysa yakın zamanda olabilir miydi. Sanırım soruların cevaplarını zaman verecekti. Ki verdi. Önceden okuyanlara hiçbir şey olmadı. Sadece kitabı bitirdiğim gün okumayı bitirenleri etkiledi.
Polis geldi. Megafonla sesleniyor. Yanıma yaklaşmamayı tercih etmiş olmaları doğruydu. Arabamın önüne bir çekici yanaştığını, arabayı boşa almamı, dediğini duymuş ve istediğini yapmışsam kornaya üç kere basmamı, söyledi. Kornaya üç kere bastım. Araba yavaşça ilerlemeye başladı. Rampa çıkıyorduk sanki. En sonunda durdu. Damper yavaşça indi. Hareket ettik. Kimse bir şey dememişti. Sadece beni götürüyorlardı ama nereye? Bana bilgi verilecek miydi ya da öylece bir yere götürüp atacaklar mıydı. Sonsuz sorularda boğulmuş gibiydim. Telefonum çaldı. Açtım. Arkadaşım, nasıl olduğumu falan sorduktan sonra süreçle ilgili haberleri sıralamaya başladı. “Sosyal medyada müthiş bir korku başladı. Sanırım yanından geçen birkaç araba da fotoğrafını çekip paylaşmış. Devletten henüz ne yapılacağına dair bir açıklama gelmedi ama şimdilik seni şehrin dışında kullanılmayan bir ambara götürdüklerini söylediler. Ben de en kısa zamanda sana ulaşmaya çalışacağım. Bazı insan hakları savunucuları bu uygulamaya hemen itiraz ettiler ama bir sonuç alabileceklerini sanmıyorum.” Oktay’a teşekkür ettim. Telefonumu şarj edemem düşüncesiyle, genel anlamda anladığımı, şimdilik kapatsak iyi olacağını söyledim. Durumumdan dolayı en ufak kırgınlık emaresi göstermeden haklısın diyerek kapattı telefonu. Ardından sevgilimin araması çok sürmedi. Tabii ki arayanları göremezdim. Telefon arabaya bağlı olduğu için çalmadan önce arayanın ismini söylüyordu. Açtım. Ağlıyor. Ben de ağlamaya başladım. Baktım konuşamıyoruz kapattım. Bir dakika sonra tekrar aradı. Daha sakin. Az önceki durum için özür diledi. Önemli değil dedim. Nereye götürdüklerini sordu. Bilmediğimi ama öğrendiğimde kendisine haber vereceğimi söyledim.
Arabayı bir hangarın içine bırakıp gittiler. Dolayısıyla beni de. Yankıdan öyle olduğunu tahmin ettim. O an Oktay’ın bunu söylemiş olduğu aklıma dahi gelmedi. Hiçbir şey söylemediler. Artık radyo da çekmiyor. Telefonumun da çekmediğini tahmin ettim. İlerleyen saatlerde ve günlerde arayan olmadığı gibi internete de bağlanamamıştım. Sesli komutla video ya da canlı yayın yapan yerlere bağlanamadığım zaman bu kesinleşmişti. Neyse ki kayıtlı müziklerim ve sesli kitaplarım vardı. Uzun yolculuklarda kitap dinlemeyi severdim.
Beni karantinaya almalarından iki saat sonra hoparlörlerden biri konuşmaya başladı. Aynı zamanda kamera da olmalıydı çünkü bulunduğum yere göre bana tuvaletin yerini, yatacağım yatağı ve bıraktıkları yemeği alacağım kapıyı tarif etti. Sırasıyla hepsini kontrol ettim. Yaşam alanımı keşfettim. De, bunların bir önemi yoktu ki. Ne diye birileri gelip beni tedavi etmiyordu. En çok sinirime giden durum buydu. En azından bunu neden yapmadıklarını açıklayabilirlerdi. İletişimim de kesilmişti. Çaresizdim. Alternatifsizdim. Karantina altındaydım. En kötüsü de göremiyordum.
Ne kadar süre geçti bilmiyorum. Akşam olmuş muydu, saat kaçtı en ufak fikir yürütemiyordum. Ara ara uyumuştum. Hoparlörlerden kapıya yakınlarım tarafından hazırlanan bir çanta bırakıldığı söylendi. Olabildiğince hızla gidip aldım. Kıyafet. Aklıma dışarıda ne olduğuna dair bir mesaj bırakılmış olma ihtimali gelse de bunu nasıl yapacaklarını düşündüm. Bir yerlere kâğıt gizleseler okuyamazdım. Kayıt cihazını hemen bulurlardı. Eşofman olduğunu düşündüğüm kıyafetleri giydim. En azından takım elbiseden kurtulmuş olmak rahatlatmıştı. Şirketi, patronu, iş arkadaşlarımı düşündüm. Aslında yurt dışı sorumlusu olduğum için şirkette bulunduğum günler az olurdu. Genelde o ülkeden bu ülkeye gezer dururdum. O yüzden en son benimle on gün önce görüştükleri için rahat olmalılardı. Evraklar yanımdaydı. Son bağladığım işler, sözleşmelerin hepsi arabadaydı. Patronun bunları düşüneceğini zannetmiyorum. Her ne kadar mesafesini korusa da aramız iyiydi. Beni severdi. Ben bu haldeyken iş düşüneceğini sanmıyorum. Belki de benimle görüşmek bile istemiştir. Bir şekilde iletişime geçse de çantamı ona ulaştırsam iyi olur diye düşündüm.
Sadece siz benimle konuştuğunuzda mı iletişim kuracağız. Birileri bana bir açıklama yapmayacak mı? Kimseyle görüşemeyecek miyim? Hey orada süreci yöneten kimse beni bilgilendirebilir mi? Bu sözleri ani gelen sinirle söylemeye başlamıştım. Birkaç dakika içinde hayatım değişmiş ve nerede olduğumu bilmediğim siktir boktan bir yere getirilmiştim. Hiçbir açıklama yapılmadığı gibi ahıra atılmış bir hayvan muamelesi görüyordum. Deniz bey, diye bir ses geldi hoparlörlerden. “Size henüz bir açıklama yapmadığımız için özür dileriz ama durumunuzla ilgili henüz net bir bilgi sahibi değiliz. Tek endişemiz, durumunuzun bulaşıcı olup olmadığı. Malum kitaptan bahsettiniz ve bu yaşadığınızı sizin gibi başka ülkelerde yaşayanlar da varmış. Henüz ülkemizdeki tek kişi sizsiniz. Diğer ülkelerle iletişime geçmeye çalışıyoruz. Bu süreçte bize biraz vakit vereceğinizi ve anlayışla karşılayacağınızı düşünüyoruz.” Sustu. Sesin geldiği yöne bakıyorum. Bir şey demeden bir süre bekledim ve geri yatağa uzandım.
Kitapta doktorun sadece karısı görebiliyordu. Onun dışında herkes hızla beyaz körlüğü yaşamaya başlamış ve ülke kaosa sürüklenmişti. Eğer adam doğruyu söylüyorsa tek vaka benmişim. Buna sevinmeli miydim, bilemedim. Belki üzülmemem daha doğru olurdu. Başka birinin daha aynı körlüğü yaşaması beni asla mutlu etmezdi. Edecek olsa okuduğum kitaptan sonra körlük yaşadığımı hızla yaymaya çalışmazdım. Evet, bu noktada biriyle yüz yüze görüşmem doğru olmazdı ama en azından sevdiğim insanlarla telefonla konuşabilseydim. Bu neden engellenmişti? Sorumun cevabını elbet öğrenecektim ama o an değil.
Zihnimi kurcalayan düşünceler eşliğinde bütün vaktimi yatarak geçirdim. Ara ara uyudum. En son gelen yemekten başka uzun süre yemek gelmedi. Bunun gece olduğunu gösterdiğine kanaat getirdim. Sonraki günlerde yediklerimden ve yemeklerin gelişlerinden zamanı takip edebildim. Sabah gelen doğal olarak kahvaltılık bir şeyler oluyordu. İlkin çatal kaşığı kullanmakta zorlansam da el desteğiyle o işi çözdüm. Tuvalette zaten sıkıntı olmuyordu. Bazen sıvı sabunun ya da tuvalet kâğıdının bittiği oldu. O zaman bittiğini söyledim. Onların da kapıya bırakmaları uzun sürmedi.
İkinci gün biraz daha kabullenmiştim. Arabada biraz müzik dinledim. İndirdiğim kitaplarımdan dinledim. Akü ne kadar dayanırdı. Fikrim yoktu. Bir süre arabayı çalıştırıyordum ama içerisi egzoz dumanına boğuluyordu. Kapıyı açıyordum. Açtığım kapının dışarıya açıldığından şüpheliydim. Birkaç defa bunu yapmamın ardından uyarı geldi. Kapıyı açmamın fayda etmeyeceğini, bu sebeple bana hoparlör vereceklerini söylediler. En azından arabayı çalıştırmak zorunda kalmayacaktım. İyi ki şarj aletimi yanıma almışım. Onu çantamda bulduğumda çok sevindim. Gerçi onu da isterdim. Gerek kalmamıştı. Şarj aleti elimde kalakaldığımda gene hoparlörden prizin yerini tarif eden anons geldi. Bu bir anons değildi ama sadece sesini duyduğum birisiyle iletişim halinde olduğum söylenemezdi.
Günleri rutine bağlamıştım. Dışarıyla hiç iletişimim yoktu. Yakınlarımla, olanlarla, durumumla ilgili bilgi vermiyorlardı. Benden dışarıya haber ulaşıp ulaşmadığına dair ise en ufak fikrim yoktu. Haberleri varmış ama. Bunu on gün sonra beyaz körlüğü yaşamaya başlayan sevgilim geldiğinde öğrendim. Tabii daha başka olağan dışı işleri de öğrenmiştim. Günlük yaptığım işler belliydi. Müzik, kitap dinleme, belirlediğim rota üzerinde yürüme, şarkı söyleme ve duş. Yürürken zihnimde gezdiğim, gördüğüm yerleri canlandırmaya çalışırdım. Epey terledikten sonra duşa girerdim. Bazen şampuanımın bittiğini unutur, sıvı sabunla yıkanırdım.
Onuncu günün akşamı kapı tıklatıldı. Tuhaftı. Daha önce kapıya yemek ya da ne istediysem onu bıraktıklarını söylerlerdi. Ardından da gidip kapıdan bırakılan her neyse alırdım. Bu defa kapıyı birisi kibarca tıklatıyordu. Hızlı hareket etmeye çalıştım. Meraklanmıştım. Açtım. “Deniz, hayatım,” dedi Ezgi. Elimle yoklayarak memelerine dokundum. Ardından birbirimize sarılmamız uzun sürmedi. “Sen de mi?” diye sordum. Evet, diyebildi. Elinden tutup yatağa götürdüm onu. Ağlıyoruz.
Sakinleştik. Derin soluk alıp verişmelerimizi duyuyorum. Sanki her şeyi tahmin edermişçesine soru sormak istemedim.
“Kitabı okudum,” dedi.
“Neden?”
“Öncelikle seninle görüşememeye dayanamadım.”
“Sonrasında.”
“Müziği açsana dedi.”
Sorgulamadan bir şarkı açtım.
“Sesi de biraz arttırır mısın?” Arttırdım. Eliyle başımı tutup bağdaş kurduğu bacaklarının üzerine yatırdı. Saçlarımı okşamaya başladı. Uzun zamandır yaşamadığım harika bir duyguydu. Huzur bulmuştum.
“Şu an canlı yayında tüm ülke bizi izliyor,” dedi. Kulağıma eğildi ve oldukça kısık sesle söyledi bunu. Tam kalkmaya meyletmiştim ki eliyle başıma bastırıp engelledi.
“Dur. Sakin ol. Olmasan da bir şey yapamazsın zaten. İnsanlara bunun şov olduğuna ikna etmek için böyle bir uygulamaya gittiler. İnsanlar en son senin rol yapıp yapmadığını tartışıyorlardı.”
“Nasıl bu hale geldi?”
“İlk zamanlar insan hakları savunucuları yaptıkları insanlık dışı uygulamadan dolayı eylemler yapmaya, halkı da bu eylemlere davet etmeye başladılar. Millet sokaklara dökülmeye başladı. Hükümet de bunu engellemek için bu yola başvurdu. Bir çeşit Truman şov anlayacağın. Görüşmek isteyenleri görüştürmediler. Tabii senin buraya getirilmenin ardından bütün Körlük toplatıldı. Evinde Körlük olanlar, kitaplarını yaktı. Tutup çocukları okur aynı duruma düşer diye yakmışlar. Belki de seninle aynı körlüğü yaşayıp durumunu bildirmeyenler de olmuştur. Çünkü birçok kişi nerdeyse kitabı bitirmek üzere olduğunu ama hemen bıraktıklarını ve gaflete düşmemek için kitabı yaktığını söyledi. Dünyada buna benzer birkaç vaka daha olduğu tespit edildi fakat o ülkelerin yöneticileri o kişilerin durumunun düzeldiğini iddia ettiler. Belki orada yaşayanlar ardını aramışlardır ama bizim ülkemize bununla ilgili hiç bilgi gelmedi.”
“Peki bizimkiler nasıl işi döndürüp bunu şova çevirmeyi başardı.”
“Aslında bu bilinçli yapılmadı. Sana iyi bakıldığını ispatlamak için yirmi dört saat yayın yapılacağını söylediler. Sen zaten duruma alışmış görünüyordun. İsteklerini belirtiyordun, onlar da hızla yerine getiriyorlardı. Bir kanalda yirmi dört saat senin yayınını yaparlarken, yayını satın alan grubun diğer kanalında oturumlar yapılmaya başlandı.”
Susmasını söyledim. “Gerisini tahmin etmek zor değil. Yaşadıklarımı bir şekilde paraya çevirmeyi başardılar. Acı bir durum. En kötüsü de elimizden bir şey gelmemesi. Annem, babam, arkadaşlarım. Patronum, onlar ne düşünüyorlar. Bir bilgin var mı?”
Minik bir kahkaha attı. “Hepsi senin star olduğunu ve bu işten iyi para kazandığını düşünüyorlar.”
“Yok daha neler?”
“Maalesef. İlkin patronun şirkete zarar getirebileceğini düşünmüş olmalı ki yıllar önce kendilerinde çalıştığını ama iki yıldır şirketin önünden bile geçmediğini söyledi. Bir anda popüler olunca fotoğraf falan paylaşıp herkese minik bir şaka yaptığını ve en son şirket için Katar’a gittiğini ispatladı.”
“Anladık krizi fırsata çevirmişler de ne diye beni salmadıklarına dair bir şey söylemediler mi?”
“Defalarca birilerine ulaşmaya çalıştım. Hatta beni kobay olarak kullanabileceklerini, eğer bir şey olmazsa böylelikle seni de salabileceklerini söylemeye çalıştım. Sosyal medyadan bunu belirtmeye, sesimi yükseltmeye çalıştım ama kimse inanmadı. İlk başlarda senin için eylemler yapanlar sahtekâr olduğuna karar verdi.”
“Kitap?”
“Şu an dünyada bile kopyasının olmadığı söyleniyor. İnternet üzerindeki kopyaları kaldırıldı. Bilgisayarında ya da telefonunda kitabın olduğunu söyleyenler, kendileri silmemelerine rağmen kopyasını bulamadıklarını söylediler. Ama ben ne yaptım?”
“Evime gidip kitabı okudun.”
“Evet.”
“Neden yaptın bunu?”
“Çünkü yanında olmak istedim. Her şeyi bilmeye hakkın olduğunu düşündüm.”
“Sana bunları anlatmaman konusunda tembihlemediler mi?”
“Hayır, müziği açtırmamı ve kulağına doğru eğilip konuşmamı söylediler.”
“Kesinlikle bunun üzerinden de epey prim yapacaklar.”
“Kuvvetle muhtemel. Umurumda değil. Tek tesellim yanına gelmeyi başarmış olmak. Bu illetin geçeceğine adım gibi eminim. Eğer kitapta düzeldiyse bizim de düzelecektir.”
Günlerimiz Ezgi’nin yaşananları anlatmasıyla geçti. Benim dışımda gelişen epey olay olmuş. Zaten insanların bunun bir şov olduğuna ikna olunca o çerçevede konuşmaya başlamışlar. Aslında Ezgi’nin girmesi kanal yönetiminin işine gelmiş. Yeni bir soluk getireceği için hiç tereddütsüz benim yanıma getirilmesi konusunda hükümeti de ikna etmişler.
Bir sabah uyandığımda arabamın ateş kırmızısıyla karşılaştım. Demek ki lanet sona ermişti. Ama yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. İki gündür yemek gelmiyordu. İyice acıkmıştık. Görmeye başladığımı Ezgi’ye söylemedim. Hâlâ görmüyormuş gibi hareket ediyordum. İkinci günün akşamında da yemek gelmeyince Ezgi’ye artık gördüğümü söyledim. “Çaktırma lütfen. Sakin ol. Dışarıyı kontrol edeceğim,” diyerek kapıya gittim. İçerisi aydınlık değildi. Işıklar kapalıydı. Kapıyı açtım. Avlu gibi bir alana açılıyor. Orası da karanlık. Bir kapı daha var. Yavaşça kapıyı araladım. Etraf spot ışıklarıyla aydınlatılmış. Gözüme ilk ilişen gözetleme kulesi oldu. Nöbetçi olup olmadığını görmeye çalıştım. Herhangi bir hareket yok. Hava gayet güzel. Ilık. Yıldızlar görünüyor. Dışarı çıktım. Biraz ilerledim. Herhangi bir uyarı gelmedi. Çevreyi kontrol ettim. Hareket yok. Gözetleme kulesine kadar gittim. Boş. Dört kuleyi tek tek gezdim. Boş. Ne yani dedim. Bizi öylece bırakıp gittiler mi.
Hangara döndüğümde Ezgi büzülmüş titriyor. Korkmuş, ağlamış. Yanakları ıslak. Nemli gözlerle bana baktı. “Ben en başından beri görüyorum. Sırf senin yanına gelebilmek için numara yaptım. Senin evinde elimde kitapla fotoğraf çekip sosyal medyada paylaştım. Gelip beni almaları uzun sürmedi,” dedi. Parmağını dudaklarına götürüp susturdum. Sustu. Dudaklarımı yanaştırdım. Öptüm. Karşılık verdi.
Telefona baktım. Sinyal yok. Saat yarım. Arabayı içeri aldıklarını düşündüğüm büyük kapıya baktım. Umarım kilitli değildir diyerek oraya gittim. Değildi. İtmeyi denedim. Biraz zorlansam da kımıldatabilmiştim. Biraz aralanınca bıraktım. Ezgi’nin yanına döndüm. Uyumuş. Gerekli hazırlıkları yaptım. Gidecektik. Karar vermiştim. Burada aç acına beklemek anlamsızdı. Zaten görmeye başlamıştım. Ama büyük bir muallâk vardı. İki günde ne olmuştu da bizi böyle bırakmışlardı.
Ezgi’yi uyuklar vaziyette arabanın arkasına bindirdim. Orada uyumaya devam etti. Kapıyı açtım. Arabayı hangardan çıkardım. Keşfe çıktığımda gördüğüm tel kapının oraya geldim. Zincirle bağlı. Yokladım. Arabayla zorlarsam açılır diye düşündüm. Önünü iyice dayadım. Ağır ağır itmeye başladım. Biraz esnedi. Ama fazla gitmedi. Gaza iyice yüklendim. Zincir koptu ve kapı açıldı. Telefonu kontrol ettim. Sinyal yok. Radyoyu açtım. Bütün frekanslar boş. Nerde olduğumuza dair bir fikrim olmadığı için yolu takip edip anayola çıktım. Tabela görünmüyor. Sağ ya da sol. Bir tarafı seçmem gerekiyordu ve ben solu seçtim. Tepelik bir alana çıktığımızda şehrin ışıklarını gördüm. Sanırım doğru tarafı seçmiştim.
Otobana çıktığımızda bir tane bile arabayla karşılaşmadık. Saat dört. Şehre girdiğimizde arabalar gayet nizami şekilde sokaklara, evlerin önlerine park edilmiş. Herkes olağan bir gece yaşıyor sanki. Trafik ışıkları kontrollü geçişte. Ama insan yok. Evlerin pencerelerde ışık görünmüyor. Sanki herkes Çernobil’deki insanlar gibi yarım saat içinde şehri terk edip gitmişti. Tek fark bu şehirde Çernobil gibi bir olayın yaşanma ihtimali olmamasıydı.
Eve vardık. Sokak hep tanıdığım arabalarla dolu. Apartman girişine geldik. Herhangi birisinin ziline basıp basmama arasında gidip geldim. Belki de hepsine aynı anda basmalıydım. Ama yapmadım. Anahtarımı çıkardım. Kapıyı ardına kadar dayayıp kapanmaması için bir şey sıkıştırdım. Asansörü çağırdım. Sanki bir ölü gibi uyuyan Ezgi’yi almaya gittim.
Ezgi’yi yatağa yatırdıktan sonra salona girdim. Televizyonu açtım. Hiçbir kanal göstermiyor. Evi kontrol ettim. Her şey yerli yerinde. Hafiften uykum gelmeye başladı. En iyisi uyumaktı. Sabah dinç kafayla, gündüz gözüyle düşünmek ve ne yapacağımıza karar vermek daha mantıklı olacak diyerek yatmaya gittim.
Telefon çalıyor. Arayan patronum. Ezgi yanımda değil. Uyku sersemi aramaya yanıt verdim. “Beyimiz hâlâ uyanamamış herhalde. Ne o, Katar seni bu sefer çok mu yordu,” derken sesinde hınzır bir eda vardı. Nasıl yani dedim kendi kendime. Saate baktım. On olmuş. Yaşadıklarımız rüya olamaz değil mi? Patron suskunluğum sonrası alo, alo, alo demeye başlamıştı. Hızla kendime gelmem lazım. “Evet patron, uyuyakalmışım. Özür dilerim. Hemen hazırlanıp geliyorum,” dedim. “İstersen bugün de dinlen. Sorun olmaz. Seni idare edebilirim,” demesi üzerine gerek olmadığını, en kısa sürede geleceğimi söyledim. Tamam, sen bilirsin diyerek kapattı telefonu.
Hızla yataktan çıkıp evi dolaştım. Ezgi ortalarda yok. Yüzümü yıkamak için tuvalete gittim. Aynaya bir not iliştirmiş. “Günaydın Hayatım, işe yetişmek için hızla çıkmam gerekti. Seni uyandırmayı denedim ama o kadar derin uyuyordun ki yol yorgunluğun vardır diyerek zorlamadım. Akşama her zamanki yerde arkadaşlarla olan yemeğimizi unutma. Gün içinde gene haberleşiriz,” yazmış. Yüzümü bir güzel yıkadım. Nota bakarak kurulandım.
Salona geçtim. Kitap bıraktığım gibi duruyor. Elime aldım. Görmek. Olamaz dedim. Hızla telefonu aldım geldim. Kitap satış sayfasına girdim. Arama yerine, Jose Saramago, yazdım. Körlük diye bir kitabı yok. Hayatıyla ilgili sayfaları okudum. Öyle bir kitap yazdığına dair en ufak emare dahi bulamadım. Görmek’i elime aldım. Oradaki özgeçmişine bakacaktım. Kapağı kaldırdım. El yazısıyla, bazı yaşananlar hiç yaşanmamış, bazı görülenler hiç görülmemiş sayılmalı, yazıyor. Cevabımı almıştım. Yaşadıklarım gerçekti ama bunu sadece ben bilecektim. Bu yazdıklarımı ise herkes bir kurgu gibi okuyacaktı.
Özdemir Toprak