Bugün yazmaya oturduğum öykümün ilk paragrafını bitirmiştim ki, gözüm gene TV haberlerine ilişti. Koronavirüsünün seyri endişe vericiydi. Öyküye boş verip güncel konu hakkında bir deneme yazısı yazmaya ve öykü başlangıcını da bu yazının ilk paragrafı olarak kullanmaya karar verdim. Öyküm şöyle başlıyordu:
Koştuktan sonra kulvarda dolaştırılan yarış atları gibi hissediyorum kendimi. Stratejik düşünmenin ve mücadelenin verdiği gerginlik, bütün sinirlerimi ele geçirdi. Ne yapsam normale dönemiyorum. Kendime bir bardak limon kokulu yeşil çay yaptım. Nasıl içtiğimi bile hatırlamıyorum. Aklım hep aynı konuda: Aşığım ve bir rakibim var.
Şimdi, izninizle “Aşığım ve bir rakibim var” cümlesini siliyorum ve onun yerine, şu masum olduğu kadar da aldatıcı soruyu soruyorum: “Aklım hep aynı konuda: Ne zaman normale döneceğiz?” Eğer, şimdiye kadar her şey normal olsaydı, böyle bir dehşetin içine yuvarlanır mıydık? O halde, şunu demeliyim: “Bizi virüsün kollarına atan anormalliklerimizi ne zaman normale döndüreceğiz?”
Düzenimizi alt üst eden, rutinimizi dağıtan, düşüncelerimizi felce uğratarak adımlarımızı kararsızlaştıran ve giderek bizi yaşamın en dar koridorlarına sıkıştıran ölümcül salgın hastalık karşısında direnerek hayatta kalmanın tek amaç olduğu bir dönemdeyiz. Aklımız ve zekamız bilendi. Her birimiz bir sonraki oyunda olup olamayacağı şüphesini taşıyan Survivor yarışmacılarına döndük.
Bir felaket süreci ve işte gerçeğin ışığı bir anda karanlığı aydınlattı. Zamanla aldığımız garabet şekli bize gösterdi. Çirkin yüzümüzü gerçeğin aynasına yansıttı.
Yaşlılığın yüzdeki izleri, eğri büğrü bedenlerimizden söz etmiyorum. Algılarımızın anteniyle ulaştığımız dış dünyanın bizdeki izdüşümüydü gördüğümüz. Yok, hayır! Böyle söylersem eksik olacak. Gördüğümüz tam olarak dış dünyayı yorumlayan otomatikleşmiş önyargılarımızın bizi hayatta tutan düşüncelerimizi eğip bükerek bizi basit gerçeklikten uzaklaştırmasıydı.
Bize ne kadar karışık görünürse görünsün gerçekler basitti. Elektronlarımız, atomlarımız, moleküllerimiz, hücrelerimiz, dokularımız, organlarımız, bizi bir süre canlı tutmaya programlanmış olan yapı, içine doğduğumuz doğayla uyum halinde çalışmaktaydı. Ama, biz süreğen zamanın bir yerinde bu uyumu unutmuştuk. Karmaşık duygular, içinden çıkılmaz çelişkiler, düzenden kaosa evrilen yaşam, basitliği bize unutturmuştu.
Gelir adaletsizliği, delice tüketim, gösteriş budalalığı, doğaya saygısızca burun kıvırma, doğal kaynakların hoyratça çarçur edilmesi, diğer canlılara yaşam alanı bırakmama, vur patlasın çal oynasın sorumsuzluğu, lay lay lom düşüncesizliği başımızı ancak adı taç olan bir virüsle taçlandırabilirdi.
Kendimizi koronayla yüz yüze bulmadan önce neleri atladık?
Yüce insan değerlerinin olayların yücesinde ortaya çıktığını düşünmedik; hastası için hayatını veren doktorlarımızla karşılaşınca anladık. Her şeyimizi güneşe, toprağa, yağmura ve rüzgara borçlu olduğumuzu unuttuk; karantina günlerimizde özlemle anımsadık. Ruhun ardındaki maddeyi, umudun ardındaki korkuyu, neşenin ardındaki kederi göremedik; dingin yaşlılığın ardındaki huzursuz gençliği hissetmedik. Bir canlının ve bitkinin tüm bilgilerinin nokta kadar bir hacimde sıkışmış olduğu gerçeğini kötüye kullandık.
Küreselliğin kucağımıza bıraktığı bireycilik; büyüyüp edebiyatta ve sanatta benyaptımolducu postmodernizmi, ekonomide banka borçları cenderesinde yaşamayı, politikada seçimden seçime oynanan oy(un)larla partisiz, sendikasız, derneksiz yuvarlanıp gitmeyi şımarıklıkla herkese kabul ettirdi. Gelişen teknolojik oyuncaklar bizi avutup oyaladı.
Herkes için kendi kendine yeten mazbut bir hayat varsayımını öne süren, eğer bu hayat tarzı insan hırsıyla aşındırılır ve aşılırsa, “başkalarından daha çok mal edinme hırsı”nın sonunda savaşlara neden olacağını asırlar önce söyleyen Sokrat’ı defalarca haklı çıkardık. Aynadaki görüntümüzden korkup, konvansiyonel ve kimyasal yetmedi, biyolojik silahlara el attık; yüzümüze gözümüze bulaştırdık. Bozuk pusulayla güneşsiz ve karanlık bir ormana itildik. Kurtuluş için el yordamından başka yöntemimiz kalmadı.
Bu felaketten sonra şüphesiz değişen şeyler olacaktır. Bazı şeyler ise hiç değişmeyecek: Gene, dünyada öngörülebilecek hiçbir şey olmayacak; öngörülemez olanın öngörülemez sonuçları olacak. Gene, devletin ana amacı -nasıl elde edilmiş olursa olsun- mülkiyeti korumak olacak; gene, insanlar üzerindeki güç pratiği devam edecek.
Ve gene, sonsuza dek nefessiz ve hareketsiz uyuma halimizde, yani ölümümüzde süre akmaya devam edecek, yalnızca bizimle birlikte varolmuş olan zaman ise geçmişi, geleceği ve anıyla yok olacak.
Nazmi Özüçelik