2016-03-04 Saatler Mobilya
Eninde sonunda kitaplık ve kitaplar gibi saatler de, (= saatlar olması gerekmiyor mu bunun? Saatları ayarlama???) kol saatleri değil tabii, adi kol saatleri hiç değil (Omax, Nacar mesela), bir mobilya, decoration sonuçta. O yüzden herhalde batılı dillerde kol saatleri, duvar saatleri, masa saatleri, meydan saatleriyle aynı kelimeler değil. Watch, wrist watch ve Clock. Saatçiler daha çok kol saati satanlar, kol saati tamir edenler. Saatçi dediğimizde akla gelen o, Hüseyin, Nedim, Doğan. Çalar saat. Sabah erken uyanmak. Ezansız bir dünya. Minarelerinden Sait Faik’in Semaver hikayesinin okunduğu. İlk cümlesinde sabah ezanı geçen. Çocukluğumun sarkaçlı duvar saatli zengin evleri (dev bir kol saati şeklinde duvar saati vardı… Tamerlerin eviydi galiba, Üçyol’da). Her saat başı herkesin dönüp baktığı. Hislon marka. Herkesin işsiz olduğu bin saatli evler. Her allahın günü oda oda dolaşıp saat kuran dedeler. Cerrah titizliği. Çocuklara saat elletmemeler. Oyuncak değil o! Sünnetle ödenmiştir diyet aslında.
Saati soranlar bilmezler.
2016-03-09 Bacanak
In Lydia Davis’ story Albert Einstein says people are all the same madam. We are comparing to Japanese violin player to German composer.
Bütün bunlar bir yana tabii ki bacanak. Bacanağın başına ne geldiğini bir türlü öğrenemedik. Açık açık söylenmediği için mi, tam emin değilim. Üstü kapalı olarak birçok yerde anıldığı anıştırıldığı ve kendisine gereken önem verilmediği için bize kalp kırıklığıyla güceniklikle bakan bacanağı bir türlü anlayamadık. Şimdi akılsız adamın, akılsız adamın oğlunun en önemli özelliklerinin ikisinin de sadece bacanak olduklarını öğrenmek olduğunu görüyoruz. Birbirlerinin bacanağı olan bu baba-oğul bize edebiyatımızda tahmin edemeyeceğimiz kadar güzel hoş ve eşine ender rastlanan iki karakter sunmuştu. Bu iki karakterin alaşımından bileşiminden oluşan bacanağı beklemek de okurlar olarak hakkımız. Bazı şeyleri herkesin anlaması gerekmiyor.
Geceleri karanlık sokaklarda kaybolmadan dolaşan, önümüzden geçen bu adamın biz ne olduğunu, nasıl gidip de başkalarının evinde kaldığını anlayamıyorduk. Neden arkadaşlarını ziyaret etmiyordu? Neden ziyaret ettiklerinin listesini çıkarıp bize açıklamıyordu? Kimleri görüyordu? Neden görüyordu? Sabah uyandığında bizim gibi bir yorgunluk hissediyor muydu? Sabah uyandığında bizim gibi annesinin babasının sesini arayan bir semaverin, bir salebin hasretini çekiyor muydu?
Herkesin enişte olduğu, herkese enişte dendiği, amca, abi, kardeş, birader, bacanak sözlerinin bile enişte anlamına geldiği bir ülkede erkeklerden, erkeklikten başka yazacak mevzu yok elbette. Onların dünyası, kültürü, onların kuralları, onların oyunu.
2016-03-31 Alper Eren – Alperen – Şule Gürbüz
Göçmen kuşlara bakıyorum gökte binlerce. Ölecek bunlar bir gün diyorum ölecekler. Nereye gömülecekler? Nereye gidecek bedenleri, ruhları nereye? Uçarı melekler, uçarı. Uçucu maddeden kuşlar, bedenleri, ruhları. Solmaz Melek için ilahi.
Göğe doğru değil tabii bu yolculuk. Hep yere doğru, bir inferno, cehennemi bir yolculuk bu. Bir taş, bir kabir isteği. Oraya doğru duyulan bir özlem. O kabir ana karnı falan da değil.
Hayat sekizden beşe bir mesai mi? Onu bile bilmiyoruz. Bir meslekleri var mı bu insanların? Çalışıyorlar mı? Neyle geçiniyorlar? Bilmiyoruz. Ama sabahtan akşama, sekizden beşe ölümü hayatın sonunu düşünen bu kötücül, içleri kara, düşünceleri karanlık insanların hikayelerini dinliyoruz. Ama ben bir yakınlık duyamıyorum bu insanlara. Yanyana mahallelerde birbirimizden habersiz yaşadığımız insanlar gibi.
Kasaba arşivimizde bir stajyer olarak göreve 13 Haziran 1977 yılında başladım. Bana görevi şöyle açıkladılar. Bir grup yeniyetme şair, yazar, edebiyatçı, sinema oyuncusu (sinemacı başka bir şey çünkü), tiyatrocu, bizim kasabayla ilişkisi olanların hepsini önce belirleyip bir isim listesi yapacağız, sonra peşlerine takılıp onların kitaplarının elyazmalarını, günlük defterlerini daktilolarını yedikleri tabak çanakları, çatal kaşıkları, içtikleri bardakları, fincanları, kadehleri, fotoğraf makinelerini okul diplomalarını vs. community arşivimize ekleyeceğiz ve bunları kataloglayacağız. Bana verilen görev buydu: Gerilla Usulü Mahalli Arşiv.
Basık kafalı, dar ufuklu insanlar bunlar Cemil Meriç’in tabiriyle. Edebiyat kahramanı, edebiyatta başkişi olamayacak kadar düz, basit ve yavan. Sonuçta okuduğumuz onların hikayeleri. Çünkü onlarla beraber yaşıyoruz. Bu basık kafalı, dar ufuklu insanlar iç dünyalarında bir allah, bir yaradan olasılığı keşfettiler diye dünyayı sadece ordan, o uhrevi pencereden görüp dünyayı sadece kendi bildikleri ve anlayabildikleri bir düzenekler dizgesi olarak kabul ediyorlar. Bu da bize şunu bir kez daha hatırlatıyor ki hayat dediğimiz şey kendi algı kapasitemizden ibaret, başka bir şey değil.
Hayatımız boyunca hep aynı kitabı yazdığımız, hep aynı hikayeyi anlattığımızı biliyoruz tabii. Bir yazarın yapabileceği başka bir şey yok. Elinden başka bir şey gelmesi mümkün değil. Hayattan öğrendiklerimizle beslediğimiz içimizdeki hikaye kahramanlarını dünyaya getirme çabası bu. Ancak burda bir şeye dikkat çekmek gerekiyor: hikayesizlik Şule Gürbüz’ün yazdıklarını bir noktada sanki dengesiz, desteksiz bir yerde bırakıyor. EM Foster’in dediği gibi roman ne yazık ki hikaye anlatmak zorunda, evet, ve bu hikaye güçlü olduğu koşulda üslubu, dili, kurguyu, yazarın öbür hünerlerini geriye itiyor. Buna iyi edebiyat demiyoruz. Ama hikayesiz bir edebiyatta üslubun güçlü oluşu, üslubun dilin de önüne geçmesine engel olamıyor. ŞG’nin yer yer üslubunun gücünü göstermek yerine kelime dağarcığının zenginliğini öne çıkarma arzusu var gibi. Anlatısı böylesine kendine özgü kitaplar hakkında konuşmak kolay değil. Yıllar boyu merserize çorap sözlerini duymamış olan ben onu okuduğum zaman bir anda çocukluğuma gidiyorum. Kömür sobalı bir odada mahalleden kadınlarla annemin orlon, kırlent, amerikan bezi, merserize deyişlerini ses kaydı olarak hafızama yerleştiriyorum. Parislere bile gitmiş olsa bu kahramanlar önünde sonunda Üsküdar’a, o bildiğim kömür sobalı, sigara dumanlı odaya dönüyorlar. İç dünyasını keşfetmeye başlamış bir ergenin, on üç yaşında bir erkek çocuğunun ya da on bir yaşındaki bir kız çocuğunun “Ben kimim? Burası neresi?” sorularını sorduğu bir dünya biraz da. Tabii başka ülkelerde ilk ergenlikte soruluyor bu sorular, bizde yetişkinliğe geçişte. İçdünyanın keşfi, içdünyanın kişiye özel, başkalarına benzemeyen bir hususi coğrafya olduğunu, “sırf biz inanıyoruz diye tanrının var olamayacağı”nı anladığımız bir yaş dönemi bu. Bu dönemden öteye geçemeyen kahramanlar resmi geçidi.
Alper Eren’in Hikayesine Ek: Alper Eren son yaptığı resimde, bir otoportre bu tahmin edileceği gibi, bir odaya kapanıyor otoportesini yapmak için, kapıyı kilitliyor, ve anahtarı camdan dışarıya atıyor. Otoportreyi yapmaya başlıyor. Bitiriyor, ve yok oluyor. Kapıyı kırıp açıyorlar. Sadece bitmiş otoportresi var. Resimde capcanlı görünen Alper Erenimiz var. “Polaroid Portreler”i Alper Erenle ilişkilendirmek gerekiyor. Bunun için “selfie”nin hikayeye girmesi gerekiyor. Polaroid portreler, yapayalnız otoportreler. O güne kadar kendi suratına aynada bile ilgi göstermemiş olan Alperen selfilere mağlup oluyor. Bu yenilgiyi de bize resim sanatının üstünlüğünü, hayatına malolan otoportreyle, kanıtlamak için tersinden gösteriyor. Resme ruhunu verdi deniyor. Şahin Kaygun’un ruhu şad olsun.
Şule Gürbüz’ün kitabını, kitaplarını bir delinin hatıra defteri gibi okuyup ona uygun bir formda gitgide gerçek dünyadan uzaklaşan bir edayla yazarak kitapların ruhuna yaklaşmaya çalışmak. Kambur gibi. Kambur en belirleyici kitabı. İlk kitap olarak elbette aceleye gelmiş yanları var, gençlikten gelen kalem sürçmeleri. Ama o kitabı milat almadan onun edebiyatını anlamak zor. Ordaki acemilikteki içtenlik ve cesaret çok daha iyi şeyler yazabileceğinin garantisi.