16.Nisan.20
Kitapçılara gidemediğimiz, kargo ve depo emekçilerini gözettiğimiz için kitap siparişi veremediğimiz bu uğursuz salgın günleri, kitaplığımızın unutulmuş bir köşesinde duran kitaplara yüz vermek ve daha iyisi, eski kitaplarımıza bir kez daha çengel atmak için uygun bir zaman. Yeniden okumalar yapmanın tam sırası.
Ben de Salâh Birsel’in Papağanname adlı günlüklerine bir kez daha el attım. Üstad, 17 Şubat 1994 tarihli günlüğünde Yahya Kemal’in Ahmet Haşim’e saldırısını ele alır önce, bir yerde de şöyle der: “Her şiirin elbet, düzyazı gibi, bir konusu vardır. Yüzde yüz vardır. Ama şiir, konunun bittiği yerde başlar.”
Doğrusu, ustamızın, iki gözüm Salâh Bey’in bu yargısı, öykü için de geçerlidir.
“Bu öykümde kadına şiddet konusunu ele alacağım” diyerek yazmaya koyulan bir yazar, daha baştan bir sıfır mağlup başlamıştır işe. Oysa öyküsünü ustalıkla ve “fikirsiz” kuran bir öykücü, bir değil yığınla “konuyu” kondurabilir öyküsüne.
Salâh Bey demişken, Salâh Bey’e ağız dolusuyla “ustam” diye hitap eden Hulki Aktunç’un Damacı Ohannes Ustanın “Mahzun” Açmazı adlı öyküsünü hatırlayalım. Bu öyküde ne anlatır Aktunç? Öyle güzel bir öyküdür ki üstüne konuşmak bile istemez insan. Zannetmem ki Hulki usta, bu öyküyü yazmaya başlamadan evvel, “ben bu öykümde şu konuyu yazayım” demiş olsun.
Zaten öykünün içinden “fikir” çıkarmak okuyanın işidir, yazanın değil. Raymond Carver’ın bir söyleşisinde dediği üzre, “Fikirler öykülerden oluşur, öyküler fikirlerden değil.”
Bendeniz [aman tongaya düşme okur, burada bir şişinme yoktur, aksine “kul, köle” anlamına gelen “bende”den gelir bu sözcük] de geçenlerde, “Gerçekler nasıl, ne zaman, hangi koşullar yerine geldikten sonra hikayeye dönüşür?” sorusunun peşine düşerek karaladığım denememde şöyle bir laf yumurtlamıştım: “Gerçekler hikaye doğurmaz, hikayelerin içine saklanırlar.”
Kişi bir öykü yazmaya oturduğunda kafasında bir “konu” olabilir. Nedir, daha iyisi, kafasında o konuyu çağrıştıracak bir imgenin dönüp durmasıdır. Bir görüntünün, bir sesin, belli belirsiz, bulutsu bir duygunun dönüp durması bütün konulardan iyidir. [Bulutsu sözcüğünü, iyi denemeci Deniz Kıral’dan aparttım.]
Büyük Ohannes Usta ve Langalı Büyücü Ali’nin, Hulki Aktunç’un hepi topu dört [doğrusu üç artı yarım] kitap sayfası tutan bu öyküsünde bir araya gelmesi, içinde binbir “konu” barındıran bir edebiyat olayıdır. [Mübalağa ettiğimi düşünmekte serbestsiniz.]
Belki burada, biraz zorlayarak, “öykü yazarı” ile “öykücü” ayrımına da gidilebilir. Öykü yazarı olan pek çok kişi vardır. Olabilir, mümkündür. Nedir, öykücü olarak anılabilmek için gerekenlerden biri, bu “konu” meselesi üzerine düşünmek ve kendimizi gözlemlemek olabilir.
Bir atölyede öğretilen birkaç taktik, hatta sıkı durun, “şu konularda kalem oynatın, bu konular popüler, ilgi çeker” yollu tavsiyeler size öykü yazdırabilir. Sizi bir öykü yazarı da yapabilir. Nedir, zaman, o büyük usta, verecektir hükmünü. Telaşa mahal yok.
19.Nisan.20
Zeytin ağacının, ölmez ağacın, kutsiyeti malumunuz. Birçok kutsal metinde adı geçer. Kuran’ın Tin Suresi, “İncire ve zeytine and olsun,” diye başlar, söz gelimi.
Athena da, Zeus’un başkanlık ettiği Tanrılar Meclisine delicesinden aşılayıp evcilleştirdiği bir zeytin ağacını sunar. Böylelikle Atina’ya adını verir ve koruyucusu olur kentin.
Orhan Duru’nun, Aydınoğlu Mehmet Bey devrinde Arapçadan Türkçeye tercüme edilen betikten örnekler aktardığı “Kısas-ı Enbiya”da da geçer zeytin:
Âdem kendi teninde ağrı duydu, çok incindi ve ağrıdan Tanrı’ya yakındı. Bunun üzerine Cebrail zeytin ağacı indirdi, buyurdu: “Bunun yemişini ye, ve sık ki bunun içinde bütün ağrılara şifa vardır, sam ağrısı hariç.”
Yani, yanisi şu ki, zeytin ölümden başka her şeye medet eder.
Tabii şiirlerde de çokça ve sıkça yer bulur kendine zeytin. Hele “incir ve zeytin ağaçlarının ülkesi”nin şairi Halim Yazıcı’nın şiirlerinde nereye el atsanız karşınıza zeytin çıkar. Biz burada örneklerini saymaya kalkışsak dünlüğe sığmaz. Nedir, gayrı resmisi boldur ama resmi ve de kayıtlı olarak editörlük yaptığım, künyesinde editör olarak adımın geçtiği tek kitaptan, Halim Yazıcı’nın Beraber ve Solo Ölümler’inden bir örnek de vermeyelim mi yani? Verelim. İşte kitabın ilk şiiri kadim pergamon’un ilk bölümü:
bir gün izmir’de ölürsem
beni ölmedi sayınbir kumrunun teleğinden
sevgilime döndüm sayınvapurlar geçsin gözlerimden
altında ezilsin. ezil ey kalbimbergama’ya falan götürün
fransızcasına gömün babamınkaşlarına ve yeşil gözlerine
zeytinlerden sürme çekinkalbine zeytin ağaçlarının
beni gömün.
21.Nisan.20
Kitaplığımda nicedir sırasını bekleyen Tormesli Lazarillo’ya el attım nihayet. Romanın çevirmenleri Ertuğrul Önalp ve Arzu Aydonat, çok faydalı bir önsöz yazmışlar romana. Hem pikaresk roman türünün ilk örneği olan bu romanı hem de bu türün ortaya çıkmasına zemin hazırlayan tarihsel koşulları anlamış oluyoruz böylece.
1554 yılında yayımlanan Tormesli Lazarillo’nun yazarı anonim çünkü romanda toplumun birçok kesimine ama en çok da ruhban sınıfına keskin eleştiriler var. Adını bilmediğimiz yazar [toprağı bol olsun], bu eleştirileri roman kurgusu içerisine çok güzel yedirerek ve belirli tipler üzerinden vermiş. Bu tiplerden dördü din adamı.
Pikaresk roman, 16. asır İspanya’sında ortaya çıkmış bir roman türü. Birkaç örnek daha verildikten sonra tarihin tozlu sayfalarına karışmış. O tarihteki İspanya güçlü bir krallık olmasına karşın uzayan seferler ve soyluların ölçüsüz harcamaları nedeniyle halk büyük yoksulluklar çekmiş. Çevirmenlerin yazdığı önsözde şöyle deniyor: “Açlığın ve sefaletin toplumda bir ahlak çöküntüsünü de beraberinde getirmesi kaçınılmazdı.” İşte, dünyaya antresini Tormes Nehri kıyısındaki bir değirmende yaptığı için Tormesli namıyla anılan Lázaro ya da Lazarillo’nun ağzından anlatılan bu romanda, yukarıda çıtlattığımız gibi, belirli tipler üzerinden [ve de en çok din adamları üzerinden] bu ahlaksızlığın örneklerini okuyoruz.
Doğrusu, Lazarillo’nun açlığa ve efendilerinin [üçü din adamı] zalimliğine karşı verdiği mücadele zaman zaman göz yaşartsa da bilhassa din adamlarının sahtekarlıklarını incelikle ortaya serdiği bölümler çok keyifli. Adını bilmediğimiz yazar, ustalıkla başarmış bunu.
Çok erken bir tarihte yazılmış olmasına rağmen keyifle okunan bir kısa roman Tormesli Lazarillo. Kısalığı biraz da şundan: Ortaçağ Avrupa’sında böyle bir metnin basılması, dolaşıma girmesi ve okunması elbette Kilise’nin hiç hoşuna gitmemiş. Engizisyon, romanı kara listeye almakta gecikmemiş ve fakat romanın binlerce baskısının yurtdışından ülkeye sızmasını da engelleyememişler. Yasak sökmeyince Kral II. Felipe eserin “bazı kısımlarının” çıkarılarak ve “bazı ifadelerin” değiştirilerek basılmasına izin vermiş. Bizim okuduğumuz çeviriye esas olan metin de muhtemelen bu sansür yemiş baskı. Bu da romanın bazı bölümlerinin [yani Lázaro’nun sahtekarlıklarını ya da tuhaflıklarını anlattığı bazı tiplerle yaşadığı maceralarının] neden kısacık tutulduğunu açıklamış oluyor sanırım.
22.Nisan.20
Bir film izledim bugün: ‘93 Yazı. Uzun metrajlı filmler genelde roman tadı bırakır damakta ama anne ve babasını kaybettiği için dayısı ve yengesiyle birlikte yaşamak durumunda kalan altı yaşındaki Frida’nın hikayesi, öykü gibi anlatılmış. Bu ne demek? Ayrıntı seçimi, hikayenin örtülü bırakılan kısımları [Frida’nın annesinin neden, hangi hastalıktan öldüğü sözgelimi] ve finali, filmin öykü gibi anlatılmasında en güçlü yanları.
Son sahne, bir romanın değil bir öykünün bitişi olabilir ancak. Yumruk gibi.
Onur Çalı