Bu ay, ayarladığımız telefon konuşmasından önce Lydia Davis’in son kitabı Essays’i (Denemeler) okudum. Yazarken Davis’in sesi her zaman belagatli ve ikna edici, özellikle de Joseph Cornell’den Lucia Berlin’e, gubernatorial (valiyle ilişkili) kelimesine sevdiği bir dizi konuyu ele alırken. Şaşırtıcı olmayan şekilde telefonda da bir o kadar belagatli.

Bu günlerde yazmayla ilgili tavsiyelerin çoğu süreçle, kelime sayısıyla, yazılımla, kapak tasarımıyla ve internette devamlı kendi eserlerinizi kendiniz yayımlayıp yayımlamamayla ilişkili. Lydia Davis’le sohbet, daha önemli meseleleri ön plana taşıyor. Essays’in kalbinde “Thirty Recommendations for Good Writing Habits” (İyi Yazma Alışkanlıkları için Otuz Tavsiye) başlıklı bir yazı var. Bu makalede yalnızca birtakım ipuçları yok; makale, aynı zamanda edebiyatla en ufak bir teması olan herkesin hayatını geliştirebilecek tavsiyeler sunuyor.

Davis bize nazikçe dünyanın farkına varmamızı ve onu tanımlayacak doğru kelimeleri seçmemizi nasihat ediyor. Kendi yazdıkları ise şaşmadan isabetli olmayı sürdürüyor. “Doğru kelimeyi bulmak bir şey,” diyor Brian Dillon, yakın zamanda New York Times’ta yayımlanan Essays incelemesinde, “onunla alıp yürümek başka bir şey. ‘Deneysel’ olarak adlandırılan birçok yazar gibi Davis de bu etiketi söküp atıyor; bu adlandırma kurallar veya protokolleri ima ediyor, oysa Davis önsezi, tesadüf ve kehanetle yola çıkıyor.” Essays üzerine yazılan ve yine New York Times’ta yayımlanan bir diğer incelemede Parul Seghal, meseleyi daha ileri bir boyuta taşıyarak şöyle yazıyor: “O bizim günlük hayatı sabırla gözlemleyen ve onun vakayinamesini tutan ama bunu tuhaf ve çarpık açılardan yapan Vermeer’imiz.” Davis’in genellikle bir öykünün varsayılan biçimini baştan çizen daha kısa eserleri söz konusu olduğunda bu doğru gibi. Denemeleri genellikle daha doğrudan.

Otuz tavsiyeden otuz numaralı olanın bir bölümü şöyle: “Özgün olmak istiyorsanız” diyor Davis, “kendinizi besleyin, zihninizi zenginleştirin, empatinizi, diğer insanlara ilişkin anlayışınızı kuvvetlendirin ve sonra iş yazmaya geldiğinde ne düşündüğünüzü ve hissettiğinizi, içinizden geleni söyleyin…”

Bu yaklaşım herkeste işe yarar mı? Davis hevesli bir insan -ve hayvan- gözlemcisi. (Sokağının karşısında yaşayan üç pek sevgili inekle ilgili otuz iki sayfalık bir kitap yayımlamıştı.) Bazı insanlar dünyanın işleyişiyle, hava durumuyla, ışıkla, etrafımızı çevreleyen özel isimlerle ve aynı zamanda sohbetin kendine has yönleri ve açığa çıkardıklarıyla uyum içindedir. Bir de algıları o kadar açık olmayanlar vardır. Çoğumuz ortalarda bir yerdeyiz. Fakat çabalarsak konumumuzu geliştirmeyi başarabiliriz.

Nasıl? Davis yirminci tavsiyesinde “Merak edin” diyor, “mümkün olduğunca çok şeyi merak edin. Genel anlamda bir insan olarak ne kadar meraklı olduğunuz veya olmadığınız üzerine düşünün. Meraklı biriyseniz bir şeyler öğrenirsiniz ve ne kadar meraklıysanız o kadar çok şey öğrenirsiniz. Ve merak sizi her türden konunun derinliklerine götürebilir.” Essays’in içindekiler sayfasının da gösterdiği üzere Davis’in kişisel listesi oldukça hacimli. Siz de kendi insanlar, düşünceler ve gubernatorial gibi söylemesi keyifli kelimeler listenizi yapın.

Çoğumuzun bir yerlerde bir listesi vardır. Davis en sevdiği birkaç örneği sıralamadan önce “Ama daha merak edecek çok şey var” diye yazıyor. “Amerikan Mutfak Enstitüsü’nde öğrencilere bir şarap şişesinin mantarını çıkarmanın doğru yolunu nasıl öğretirler? Hareket ettirmek için bir karıncaya üflediğinizde ve karınca hareket etmediğinde nasıl bu kadar sağlam durabilir? Bacaklarında ufak kasları mı vardır? Güç tam olarak neden yozlaştırır?”

Bu cevapların ve daha nice cevabın peşine düşen biri olun.

FIVE DIALS: Essays’i okurken Rimbaud’dan 20. yüzyıl Hollanda fotoğraflarına birçok farklı ilgi alanı olan bir birey portresi ortaya çıkıyor. Sık sık kendimi “Ne tür bir insan bu kadar çok şeye ilgi duyar ki?” diye düşünürken buldum.

LYDIA DAVIS: Bir çeşit üretken dikkat eksikliği bozukluğu olan biri.

Zihninizin sonraki durağının neresi olduğunu görmek şaşırtıcıydı.

Bana enteresan gelen şeyleri dışarıda tutmak benim için zor olduğundan biraz güç olabiliyor. Ama zaten bir günde kaç saat olduğu da belli.

Essays’de birçok tavsiye veriliyor. Tavsiyelerden biri, asla yazmanız gerektiğini düşündüğünüz şeyden değil, her zaman kendi ilgi alanlarınızdan yola çıkarak çalışmak. Bu başından beri bildiğiniz bir şey miydi yoksa öğrenilmesi gereken bir beceri mi?

Başından beri kendi ilgi alanlarımı ve içgüdülerimi takip ettim etmesine tabii ama aynı zamanda olasılıklar olarak ayırdında olduğum şeyler tarafından kısıtlandım da.

Yirmilerimdeyken bazı olasılıkların farkında değildim. Ama yine de o zamanlar ilgilendiğimi bildiğim şeylerin peşinden gittim.

Denemelerin bazıları yüksek lisans öğrencilerine yaptığım konuşmalardan çıktı. Genç yazarların bir bakıma nasıl manipüle edildiklerinin farkına vardım. Ben onların yaşındayken böyle bir şey olmazdı. Yayıncılar ve temsilciler “Bak şimdi, bu kısa öykülerin hepsi iyi hoş ama yayıncıların seninle ilgilenmeye devam etmelerini istiyorsan şimdi bir roman yazman lazım” demezlerdi. Genç yazarlar bu baskıya sıklıkla boyun eğiyorlar. Koca bir sistem kendi kendine çalışmaktan ve fikirlerinde bağımsız ve kendine güvenli olmaktan saptırılıyor.

Bu tavsiyeyi neredeyse kendi biçimini icat eden biri veriyor. Bunun için insanın kafasının dikine gitmesi gerekir.

Kafamın dikine gitmeyi severim.

Essays’de Rimbaud’nun Illuminations’ının John Ashbery çevirisini ele alıyorsunuz. Kitaptaki çevirilerin bir bir edebiyat dergilerinde çıktığını söylüyorsunuz. Bu çeviriler yavaş yavaş, “çevirinin olması gerektiği gibi” yapılmış. Yavaş, süregelen çevirinin faydaları nelerdir?

Kesinlikle çevirinin iki türlüsünü de gördüm. Adlandırdıkları gibi yavaş çeviriyi, yani yalnızca on iki dize veya on altı dize uzunluğunda bir şiir üzerinde çok çalışıldığını gördüm. Üzerinde çalışırsınız, tekrar dönüp bakarsınız, birkaç hafta sonra bir daha bakarsınız ve böyle sürüp gider. Zaman içinde çeviriye fazlasıyla dikkatinizi verirsiniz.

Çevirmenin bir senede veya yarım senede falan 200 sayfalık bir şiir kitabı çevirmeye çalıştığı ve bunu daha alelade bir şey çevirir gibi yaptığı tam tersi durumu da gördüm.

Bir defasında bir seçimle karşı karşıya olduğumu hatırlıyorum. Şairin kim olduğunu hatırlamıyorum; İskandinav bir şairdi. Seçeneklerim ya tek bir çevirmenin elinden çıkan bir baskıyı ya da birçok farklı çevirmenin elinden çıkan bir baskıyı satın almaktı. Ben ikinciyi seçtim çünkü her çevirmenin, çevirdikleri şiire, şiirlerin hepsini çeviren çevirmenden daha fazla zaman ve dikkat ayırdıklarını varsaydım. Belki de haksızlık ettim. Belki de o tek çevirmen de bu işi on yılda yapmıştı. Şiir için çok fazla zaman ve dikkat gerekir.

Zaman ve dikkat, kitabınızın süregelen temaları gibi. Bazı yazdıklarınızı bir süre yamacınızda oturttuğunuzdan bahsediyorsunuz. Dili yeni bir gözle görmenin yollarını bulup hikayeye geri dönermişsiniz. Bu, sizin kurgularınıza da tatbik edilebilecek bir çeviri dersi gibi gözüküyor.

Evet, gerçekten de öyle. Şimdiye kadar elimin alıştığını düşünüp hiçbir sorunu olmayan birkaç paragraf yazmamı bekleyebilirsiniz ama durum böyle değil. Hiç böyle değil.

Bazen sorunlar yalnızca üzerinden biraz zaman geçtikten sonra ortaya çıkarlar. Yazdığınızı okur ve “Amanın, bu kelimeyi bu paragrafta üç kere kullanmışım” dersiniz. Metni size artık o kadar tanıdık gelmeyene kadar dinlendirmeli, sonra tekrar okumalısınız. Ama herkes düzgün yazdığından emin olmaya zaman ayırmıyor.

Essays’de karşımıza çıkan bir diğer tema, uzmanlık dili sevginiz. Örnek olarak da rüzgar hızını gözlemlenen koşullarla ilişkilendiren Beaufort Ölçeği’ni veriyorsunuz. Örneğin ölçekte 4 Numara “toz ve başıboş kağıt kaldırır; ufak dallar oynar”. Meftun olduğunuz başka uzmanlık dilleri var mı? Yakın zamanda gözünüze takılan bir şey oldu mu?

Daha ziyade herhangi bir yeni kelime beni çarpıyor diyebilirim. Yeni kelimeleri ilginç buluyorum. Bir örnek verebilirim. Times Literary Supplement’ı çok okurum ve hep yeni kelimeler keşfederim. Bu kelimeler doğa tarihiyle ilgili iki makaleden. Biri cladistics (kladistik). Cladistics. Diğeri de mustelids. Sanırım etçil bir memeli olan mustelids. Henüz ikisinin de anlamına bakmadım, o yüzden size ne anlama geldiklerini söyleyemiyorum.

Bilmediğim kelimelere bayılırım çünkü alt tarafı bir sesler grubudur ama yine de bir anlamı olduğunu, içinde saklı bir anlam olduğunu bilirim. Her yeni kelime küçük, yeni dünyalara açılır.

Dijital dünyada da potansiyel görüyorsunuz. İstenmeyen (spam) e-postaların şiirinden bahsediyorsunuz.

Çok ilginç bulduğum istenmeyen e-postaları kopyalamayı bırakmak zorunda kaldım. “Size bir milyon dolar miras kaldı”, “Kocam kanserden öldü” gibi çok dramatik olanları bile. Bu uydurma bir dil değil. Hazine bulmak gibi bir şey.

İstenmeyen e-postaların yapısında deneyimli bir yazarın bile aklına gelmeyecek şeyler oluyor.

Yazar kasten çok güzel bir dil kullanıyor, o yüzden bunu göz ardı etmek istemiyorum.

Geçen gün okuduklarımdan birinde çok enteresan şekilde Shakespeare alıntılanmıştı. Slenderly kelimesini kullanmışlar. Bu kelime Kral Lear’dan. Regan babasından bahsederken söyler. “Bu yaşlılığın zaafı. Zaten hiçbir zaman sağı solu belli değildi.”[1] Şu anda kendisini pek iyi tanımadığı ama geçmişte de kendisini yalnızca pek az tanıdığı anlamına gelir. Shakespeare’de geçmesine ve Shakespeare’e iyi çalışsaydınız size o kadar yeni gelmeyecek olmasına rağmen slenderly gibi bir kelime okuduğunuzda bu size yepyeni gelir.

Netleştirmek için soruyorum, çok fazla ilginizi çektiği için istenmeyen e-postaları okumayı bırakmak zorunda kaldınız, öyle mi?

Uzun bir metin yazmaya başlamıştım. Fantastik, çılgın bir öykü ortaya çıkarmak için gelen istenmeyen e-postalardaki materyali üst üste yapıştırıyor, onlardan kolajlar yapıyordum. Ama sanırım iki nedenden bıraktım. Birincisi, bir şeylerin bu mesajları engellediği daha iyi bir sistem edindim. Ama aynı zamanda bu malzemeden bir şeyler ortaya çıkarabilecek olsam da belki de bu e-postalar herkese gidiyordur, belki de herkes bunları çok iyi biliyordur ve onlara ilginç gelmez diye de düşündüm. Belki fazla bilindiktir, dedim.

Ben sizin yayımlayacağınız her istenmeyen e-posta kitabını seve seve okurdum.

Hâlâ duruyor. Malzeme hâlâ bilgisayarımda bir yerlerde.

Essays’de günlüklerin bir yazarın hayatı için olmazsa olmaz olduğunun altını çiziyorsunuz. Günlüğünüzü öteki zihniniz olarak tanımlıyorsunuz: “…bazen bildiklerim, bir zamanlar bildiklerim.” Günlüklerin öneminin farkına ne zaman vardınız?

Bilindik hikayedeki gibi. Amcam on iki yaşındayken bana bir günlük vermişti ve ilk beş günden sonra çok sıkı günlük tutmasam da bu bir alışkanlığın başlangıcı oldu çünkü orada duruyordu ve ben haftada bir de yazsam, ayda bir de yazsam, hatta yılda bir de yazsam amacı belliydi.

İlk günlüğümü epey uzun süre tuttum. Sonra da hiç bırakmadım. Ben tutarsızca yazarım. Bazen her gün yazarım. Şimdi birden fazla defterim var; bir bahçecilik defteri, bir sağlık defteri, bir ikinci denemeler kitabının notlarından oluşan defter, bir okuma defteri, bir de seyahat defteri. Karmakarışık haldeler.

Bunun dairesel bir ilişki olduğunu düşünüyorum gerçekten. Başka şekilde ifade edecek olursam, bir şeyler yazıyorsunuz, o da sizin bir sonraki fikre, bir sonraki enteresan düşünceye, kulak misafiri olabileceğiniz veya okuyabileceğiniz bir sonraki şeye karşı daha tetikte olmanızı sağlıyor. Yazmazsanız daha az tetikte oluyorsunuz ve farkına varma ve hatırlama olasılığınız düşüyor.

Hiçbir zaman gün yüzüne çıkmayabilecek çalışmaları gözden geçirmenin önemli olduğunu söylüyorsunuz. Neden?

Kısmen sırf ihtiyacı olan bariz değişikliği gördüğümde, bir cümlenin olabileceğinin en iyisi olmadığını görmek hoşuma gitmediği için. Bahsettiğimiz gözden geçirme o kadar meşakkatli değil. Hızlı bir gözden geçirme. “Bu kelimenin yerine şu gelsin” gibi. Bunu yapmak iyi oluyor çünkü gözden geçirme alışkanlığı kazanıyor ve yazdıklarınızı hep geliştirebiliyorsunuz.

Olması gerektiği gibi olmadığını görmek hoşuma gitmiyor. Bir listede veya eninde sonunda atacağım bir şeyde bile olsa mesela başlığın altını çizerim çünkü başlığın altı çizilir. Bir şeylerin nasıl olması gerektiğine dair bir anlayıştır bu. Kılı kırk yaran bir müdire hanım doğruculuğu değildir. Bir şeylerin olması gereken halinin güzelliğidir.

Cümlelerin arada kaynamasını istemiyorsunuz. Güzel olduklarından emin olmak istiyorsunuz?

Veya: Bu cümlenin kendisi güzel olmak zorunda değil ama cümlenin olmak istediğini gerçekleştirmekte daha büyük bir güzellik yatıyor. Cümle esasen çirkin bir cümle olabilir ama güzellik onun olmak istediğini, olması gerekeni gerçekleştirmekte. Ne demek istediğimi anlıyor musunuz?

Mutlaka kamusal gösteri için olmaması düşüncesi hoşuma gitti. Bu ritüeli hiçbir zaman gün yüzüne çıkmayacak cümleler için tekrar tekrar yerine getirmenin bütün taraflara faydası var; cümleye faydası var, size de faydası var.

Bazen bir deftere yazdığınız bir şeyin öyküye dönüşmek istediğinden bahsettiniz. Daha fazlasına dönüşmeyi hak eden cümlelerin ayırdına varmak yıllar içinde kolaylaştı mı?

Kolaylaştı sanırım. Öykü yazma deneyiminin hiçbir zaman meşakkatli bir iş olmasına müsaade etmemeye çalışırım. Bilhassa endişelenmem. Bir anlamda öykünün benden daha aktif olmasına müsaade ederim. Öykü olmak istiyorsa bunu gayet açık ve net belirtir. Elbette bazıları öykü olmak istediklerini söyler ve ben de onları öykülere dönüştürürüm ama yavan kalırlar. Öykü olmasına öykülerdir ama o kadar da ilginç değillerdir.

Onların suçu.

Kusursuz ve küçük bir etkileşim değil bu. Yazdıysam vardır bir sebebi diye düşünüp tekrar dönüp baktığım da olur. Bazen tekrar okur, o sebebin ne olduğunu bulmaya çalışırım.

Essays’de kısa bir alıntı üzerine, Anselm Hollo’nun “translation from the Cheremiss”i (Çirmişlerden bir çeviri) üzerine kafa yorulan dört sayfalık bir kısım var; şiirin tamamı şöyle;

hiç başlamayacaktım bu kırmızı yün eldivenlere
şimdi bittiler
ama ömrüm tükendi.

Evet, böyle sanırım.

Bu dizelerin “özümsenmeye kafa tuttuklarından” bahsediyorsunuz. Bu niteliği ibretlik bulduğunuzu söylüyorsunuz. Özümsenmeye kafa tutmak size ne ifade ediyor?

Belki hızlıca “aşina hale gelmek” veya “doğal hale gelmek” veya tahmin edilebilir ya da beklenir hale gelmek gibi bir şey olarak tercüme edilebilir. Bir şey önce sizi sarsar ama sonra ikinci okumada onu çoktan sindirmişsinizdir ve sizi artık o kadar şaşırtmaz. Mesela Shakespeare’den verdiğim slenderly örneği muhtemelen beni şaşırtmaya devam edecek. Bana hep tuhaf, taze ve yeni gelip beni sarsacak. Şiirin yaptığı da buydu. Beni tekrar tekrar sarstı.

Anlaşılan duygusal anlamda da sarsmış. Hayatınızın farklı dönemlerinde okudukça değiştirmiş sizi.

Evet. Sonra bu şiiri model alarak bir öykü yazdım ama henüz bir kitabıma girmedi. Adı “Improving My German” (Almancamı Geliştirmek). O şiire çok benziyor. Şimdi okumaya çalışmayacağım ama daha iyi Almanca bilerek ölmek için bütün hayatım boyunca Almancamı geliştirmemle ilgili. Sanırım bir şekilde aynı şok etkisini yaratmaya çalıştım. Son gelir. Genellikle üzerine çok düşünmemeye çalışırız ama ben düşünürüm, hem de epey. Ama o konulara girmeyeceğim. Küçürek öyküm için o şiiri model almakta tereddüt etmedim. Bence bu son derece iyi bir şey. Neyse, özümsenmemiş derken bunu kastediyorum.

Kısa parçalar sizi hep çeker miydi yoksa bu Mallarmé ve Joubert gibi yazarları okuduktan sonra mı oldu?

Başlarda geleneksel, hikaye eden kısa öyküler yazmam gerektiğini düşünüyordum ki bunlar biraz daha fazla uzundur. Parçalı değildir. Şiir yazmayı denedim. Gençken yazardım da. Çok iyi değillerdi. Sanırım uzun biçimlerdense kısa biçimler beni daha çok çekiyordu.

Bunu yazarlık öğretirken fark ettim. Öğrencilere farklı alıştırmalar verip hepsine aynı şeyleri yaptırırdım ama bazıları tamamen romancıyken bazıları tamamen çok kısa parçaların yazarlarıydı. Romancılar, kısa bir şeyler yazmayı kahramanca denerlerdi ama bu doğalarında yoktu. Uzun uzadıya yazmak isterlerdi. Bu bana ilginç gelirdi.

Bazen lafı çok uzattığım olur. Bu da doğal bir şey ama bir şekilde kısa biçim ilgimi çekmiş olmalı. Kafka’nın Parables and Paradoxes’ını (Meseller ve Paradokslar) okur ve Günlükler’deki çok kısa bölümlerden keyif alırdım. Çok kısa birkaç cümleyle ne kadar çok şey yapılabildiği hep ilgimi çekmiştir gerçekten. Bir tür muazzam dünya görüşü, toplumun ve mevcut olayların hepsini içine alan çok uzun bir roman yazmakla pek ilgilenmedim. Dilin, şiirin kristalleşmesi; yalnızca birkaç kelimeyle yapılabilecekler ilgimi çekti. Bu benim için hâlâ bir nebze muazzamdır.

Pratik ipuçlarıyla ilgili son bir sorum var. Bir yazma seansının ardından beyninizin size sunmaya devam ettiklerini not edebileceğiniz berrak bir zaman aralığı bırakın diyorsunuz. Bu neden önemli?

Bu beyninizin bilinçli ve bilinçdışı işleyişi arasındaki etkileşimle yakından ilişkili. Öğrencilerime verdiğim çok faydalı bir yazma kitabı vardı, şimdi adını unuttum. Yazarın enteresan bir “bilince karşı bilinçdışı” örüntüsü vardı. Başka şekilde ifade edecek olursam, bilinçli yazma ve düzenleme ve sonra bilinçdışı ve daha az kontrollü yazma. Beyninizin daha az bilinçli ve daha az kontrollü kısmının çalışmaya devam etmesiyle ilgili. Bence bu hep oluyor ve çok önemli. Bir şey üzerinde bir süredir çalışıyorumdur, sonra öğle yemeği hazırlayacağım için bırakırım ama beynim bırakmaz. Bence bu tavsiye bu yüzden çok önemli çünkü mutfağa gidip radyoyu açsaydım veya biriyle konuşmaya başlasaydım bu gerçekleşemezdi, mümkün olmazdı.

Bu bütün gün olan bir şey değil. Yarım saat veya bir saat sonra biter. Yani önemli olduğunu düşünüyorum, evet. Bilinç seviyesindeki düşünceleriniz “Öğle yemeğinde ne yiyeceğim?” olsa bile beyninizin başka bir bölümü bir şekilde çalışmaya devam ediyor.

Sürekli kulak misafiri olunacak diyaloglar aradığınızı biliyorum. Bu günlerde bu türlerden sohbetlere rast geldiğiniz yerler var mı?

Buna birkaç cevabım var. Karbon ayak izi nedeniyle yakın gelecekte tekrar uçağa binmeyeceğim. Bu kararı muhtemelen önce Greta Thunberg’den, sonra da bir daha uçağa binmeme kararı alan bir arkadaşımdan etkilenerek baharda verdim.

Yani eskiden insanları dinlediğim havaalanlarında artık yokum. Arada bir tren garlarına gidiyorum. Trendeki insanları dinliyorum. Geçen akşam oy pusulamı doldurduğum küçük kabinde oy kullandım ve insanları dinledim. Seçim gözetmenlerini dinliyordum. Kasabadan tanıdığım insanlar. Birbirlerine hikayeler anlattıklarını duyuyordum.

Sanırım her zaman dinlemedeyim ama hep not almıyorum. Ama aynı zamanda buradaki Kasaba Kurulu’ndayım. Kasabada Mütevelli Heyeti’ndeyim, yani bu küçük ufak kasabanın küçük ufak yönetim kurulundayım. Her ay yapılan toplantılara gittiğimde insanların söylediklerini, kullandıkları ifadeleri veya kullandıkları terimleri kesinlikle not ediyorum. Mesela yolun kenarındaki çimleri biçiyorsanız o makinenin adı sanırım uzun kollu çim biçme makinesi veya öyle bir şeymiş. O zaman “uzun kollu çim biçme makinesi” yazıyorum. Aslında dikkatimi ve ilgimi çeken her şeyi yazıyorum.

Bence bu bazen bir hayatta kalma tekniğine dönüşüyor. Bazı durumları atlatmanızı sağlıyor. Dikkatinizi veriyorsunuz. Bir şeyler kapıyorsunuz. Ne olursa olsun hayattan fena halde sıkılmamış oluyorsunuz.

Ben o toplantılarda sıkılmıyorum.

Beni büyüleyen bir şey daha: Tek bir cümle, bir insanla ilgili pek çok şeyi ele verebilir. Bir zamanlar öğrencilere Peter Handke’nin günlüğündeki bir örneğe dayanan bir yazma egzersizi yaptırırdım. Handke’nin günlüğünde, bir restoranda ayağını ayakkabısına geri sokan bir kadınla ilgili bir bölüm var. Kurguda tasarruf ve karakter betimlemesi egzersizi olarak “Bu tek hareketinden yola çıkarak o kadınla ilgili söyleyebileceğiniz her şeyin bir listesini çıkarın” derdim. Çok uzun bir listemiz olurdu. Eve gidince ne yapar? Tabii ki hemen ayakkabılarını çıkarır, gibi. O tek cümledeki tek hareketinden kadınla ilgili pek çok şey öğreniyoruz. Bu beni hep büyülemiştir.

Bir keresinde Londra’da metrodayken karşımdaki adamın paltosundan uzun, sarı bir saç çekip almasını ve bir saniyeliğine baktıktan sonra yere atmasını izlemiştim. Sizin eserlerinizi okuyanlar da dünyaya başka gözlerle bakmaya başlıyor. Hikayeleriniz şöyle der gibi: Olması gerekenlerin hepsi bu. Bir öykü öylece var olabilir.

İyiymiş.

İnsanların dünyaya bakmalarına yardımcı oluyorsunuz.

Bu da iyiymiş.

Kaynak: Five Dials adlı edebiyat sitesi

Çeviren: Çağla Taşkın

[1] Ç.N.: Kral Lear’ın ulaşabildiğim iki çevirisinde de slenderly (pek az) kelimesi doğrudan kullanılmamış. İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan Özdemir Nutku çevirisinde metinde de kullandığım “Bu yaşlılığın zaafı. Zaten hiçbir zaman sağı solu belli değildi” ifadesi tercih edilirken 1959 tarihli İrfan Şahinbaş çevirisinde “İhtiyarlığın zaafı diyelim ama, zaten hiçbir zaman ne yaptığını pek bilen bir adam değildi ki!” denmiş.