Dünya’nın oluşumundan itibaren (50 Milyon yıl hata payıyla)
4 milyar 540 milyon 874 bin 672. yıl, 212. Gün:
TESPİH
Okuma gözlüğümün sapını tamir etmesi için gözlüğü bir mücevher tamircisine verdim. Almak için erkence gitmişim. Hemen yaparım, deyince dışarıda gezinmek yerine oturup beklemeyi seçtim. Elime belediyenin dergisini alıp kendilerini öven yazılarından birini belli bir mesafeden güçlükle okur pozlarındayım.
İçeri iki delikanlı girdi. Daha baskın ve konuşkan olanı zayıftı ve berberden yeni çıkmış gibi düzgün ve alengirli sakalı vardı. Sedat Abi, tespihlerine bakabilir miyim, diye sordu. Tamirci, benim işimi yaparken bırakıp ona iki rulo tespih açtı ve oturdu. Biraz sonra, delikanlı, bunlar kehribar mı, diye sordu. Evet! Kehribardılar. Aralarından bir tespih seçerek: Bunun imamesinin gümüşünü değiştirebilir miyiz? Evet! Değiştirilebiliyordu. Tamirci gene kalktı, içi işlemeli küçük gümüş topuzlarla dolu kutuyu delikanlının önüne koydu. Seçmeye başlandı. Tıkırtılar. Uzun uğraşlar sonucu, yine bir soru? Sedat Abi, bunların daha büyükleri var mı? Hayır! Yoktu, ya da vardı. Onlar da kutudaydı, ama, birlikte küçükmüş gibi görünüyorlardı. Uzun bir deneme sessizliği. Kaçıncı defa geliyorum, biliyorsun, Sedat Abi. Önce dayımın oğlu tespihimi benden aldı. Vermek zorunda kaldım. Hapis yatıyor. Tespihin imamesini beğenmemiş, haydi, onu değiştirdim. Gelip senden kendime bir tespih daha aldım. Sonra, abim onu benden istedi. Mecburen verdim, tabii. Hapse düştü o da. Şimdi gene tespihsiz kaldım. Onun için geldim, Sedat Abi. Bu kehribar tespih kokuyor mu? Evet! Kokardı. Biraz kullanmak gerekirdi.
Ayağa kalktım, zeytin çekirdeği veya ahşap tespih var mı, diye, bu sefer de ben sordum. Var, dedi. Gene kalktı, alttaki dolaptan yapay deriden bir rulo daha çıkardı, önüme açıp, yerine oturdu. Elime uyan ağırlık ve boydaki birini seçtim. Bu hangi ağaç, diye sordum. Gül ağacı, dedi. Resmen sert mika gibi duruyordu. Fiyatını sordum. Fiyatı da öyle duruyordu. Sağ elime alıp voltadaki mahkumlar gibi birkaç kez parmaklarımın arasında döndürdüm. Beni izleyen delikanlı etkilendi. Dikkatini çekince, ona, tespihsiz durulmuyor, benimkini yazlıkta unutmuşum, dedim. Öyle, Abi, dedi.
Bu bıçkın çocukları seviyorum. Bana diğerleri gibi, amca veya baba demiyorlar.
4 milyar 540 milyon 874 bin 672. yıl, 215. Gün:
KOKUDAKİ GİZ
Ne zaman bir sahafa girsem, kitapların kokusu bana, çocukken üzüm üzüm üzülerek okuduğum Kemalettin Tuğcu’nun hikâye kitaplarını anımsatır.
İnsanlardaki en güçlü bellek türünün ‘koku belleği’ olduğu söylenir. Bir insan çocukken burnuna gelen kokuyu hiç unutmaz. Yıllar sonra bile benzer bir kokuyu şans eseri yeniden koklamak sizi bir anda eskilere götürür. Dalar gider, tam olarak çıkaramadığınız bir kader anını belleğinizin sinir uçlarında arar durursunuz.
İstanbul’da üniversite öğrencisiyken polisiye romanlara düşkündüm. Bana benzeyen bir arkadaşımla Bab-ı âli’ye gider, oradaki büyük kitapçılara Anadolu’nun bir yerindeki kitapçı dükkanımız için otuz farklı dedektif romanından ikişer adet istediğimizi söylerdik. Böyle böyle, ikimizin de yüzden fazla polisiye kitabımız olmuştu.
Orada kitapçılar perakende kitap satışından çok, toptan iş yaparlardı. Kitapların toptan fiyatı daha ucuzdu. Biz de o yüzden kitapları ucuz almaya çalışırdık. Kitapevi sahibi bize adres sorardı. Ayaküstü sorgulanırdık.
İlk gidişimizi hatırlıyorum. Kem küm etmiş olacağız ki, kitapçı bize yutmadığını ima eden bir bakışla baktı. Fakat, okumayı bu kadar seven bizleri kırmayarak aldırış etmedi ve kitapları paketletti.
Onlardan biri “Sarı Odanın Esrarı”ydı. Sarı Odanın Esrarı Fransız yazar Gaston Leroux’undur. Yazar, dünyada ve ülkemizde sahneye uyarlanan “Opera’daki Hayalet” adlı eseriyle tanındı. Bir polisiye roman olarak Sarı Odanın Esrarı dünya edebiyatının klasikleri arasına girmeyi başarmıştır. Romanda, okuyucu gerçeği son satırlarda öğrenir. Gerçek ise, çocukluktaki o unutulmaz kokudadır.
4 milyar 540 milyon 874 bin 672. yıl, 218. Gün:
GÜNLÜK
Hiç bir zaman edebiyatın günlük türünde yazacak bir yazar olamayacağımı düşünmüşümdür. Bunun nedeni, kendimi okuyucuya karşı -hiç değilse, zaman zaman diyeyim- yeterince dürüst bulamamamda yatıyor. Öte yandan, günlük yazan yazarların günlüklerinde gerçekten samimi olduklarına da inanmıyorum. Yalnızca dürüstlükle yazılsaydı, koskoca edebiyat dünyası birkaç kitaptan öteye geçebilir miydi? Edebiyatın dolayısıyla yazarların sırrı, yazılanların okuyucuyu, yaşanan ya da farklı koşullarda yaşanabilecek olanlara ilişkin yeni gerçeklikler yaratarak yazılana inandırmasıdır.
Öte yandan, yazarların çoğunlukla takıntılı tipler olduğunu bilerek onlara hayatımızın yönüyle ilgili açık çek verecek ve düşüncelerimizi oluşturmalarına izin verecek kadar saf mıyız? Bunu edebiyata olan güveni sarsmak için söylemiyorum, tabii. Edebiyatın bir yaşam koçluğu alanı olmadığı gerçeğini anımsatmak istedim.
4 milyar 540 milyon 874 bin 672. yıl, 221. Gün:
Elbiselerime karşı çok vefasızım. Bir mevsim geçince onları unutuyorum.